[Şiir Alkan’ın Birikim Dergisi’nde yayımlanan ve Kemal Aydoğan ile gerçekleştirdiği söyleşinin bir kısmını okurlarımızla paylaşıyoruz.]
Moda sahnesi kurucularından yönetmen Kemal Aydoğan ile son zamanların tartışılagelen konusu kamusal tiyatroyu, tiyatroda özerkliğin ehemmiyetini konuşmak için bir araya geldik. Pandemide çıkarttıkları 5 yeni oyunun yanı sıra, toplumsal meselelerde ortaya koydukları tepkiler ile de adından söz ettiren, “Topluma zorla dayatılanı görünür kılmak sanatın işidir,” diyen moda sahnesi’nin gelen zamdan sonra bir ayda üç katına çıkan elektrik faturalarını ödememek üzerine başlattıkları ve bir süre sonra sağlık gerekçesiyle sona erdirdikleri “ödemiyoruz” eylemi, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın özel tiyatrolara desteğinden “Türk örf ve âdetlerine uymaması” gerekçesi ile yararlanamamasını konuştuk. “Değişmek şart. Hatta sürekli değişmek şart,” diyen Aydoğan, tiyatro yaşantısına dair yeni bir model taslağı üzerinde çalıştıklarından da bahsetti. İstenildikten, çabaladıktan sonra mümkün olacak olan her şey gibi, tiyatroların ticarethane olarak görülmediği bir sanat üretme ortamı mümkün…
Magmadan başlayalım isterim. Her şeyden önce “Özel, ticari bir tiyatro değil, özerk, kamusal bir tiyatroyuz,” diyorsunuz; 11 Nisan’da moda sahnesi olarak yayımladığınız bildiride de geçiyor bu cümleler… Bu kavramları açtığımızda neyle karşılaşıyoruz? Özerk, kamusal tiyatro dediğimizde aklımızda ne canlanmalı? Bunun yanı sıra, ödenekli tiyatro olmak istemediğinizin altını her fırsatta çiziyorsunuz, ödenekli tiyatro kavramını da açarak neden bu sisteme karşı olduğunuzu anlatabilir misiniz?
Şuradan başlayayım. Türkiye’de özel tiyatrolar bir tek şekilde faaliyetlerini sürdürebiliyorlar. Bunun dışında herhangi bir biçimde faaliyette bulunmaları “profesyonel” olarak mümkün değil. O da “şirket” olmak, vergi dairesine kayıtlı olmak zorundalar. Şirket olunca da şirketin faaliyet yürütme kanunlarına tabiler tabii ki. Vergi dairesi, ticaret odası gibi kurumlarla ilişki içinde olmak demek bu. Sanat kurumları ticaret odası içinde olmaya zorlanıyor. Sanatın “girişimcilik” yönü parlatılmaya çalışılıyor, sanatın doğuracağı “ekonomiden” dolayı kıymetlidir algısı yaygınlaştırılmaya çalışılıyor. Ekonomik açıdan zayıf ya da verimsizse o sanat geçersiz olarak yaftalanmaya çalışılıyor. Piyasacılık cenderesi tarafından sarılmış, ticaretin alanına hapsedilmeye çalışılan bir tiyatro sanatı var hülasa. Bizim “kamusallık” vurgumuz ticaretten, piyasadan, girişimcilikten sanatı, tiyatroyu kurtarmaya çalışmak içindir. Paranın rehin almaya çalıştığı sanatı asıl yerine, topluma, kamuya iade etmek istiyoruz. Sanatın metalaşmasına gönlümüz razı gelmiyor.
Ancak bundan çıkış yolunu ödenekli tiyatro yapıları içinden de görmüyoruz. Geçtiğimiz yıllarda ödenekli tiyatrolara hükümet ya da belediye yönetimlerinin onlarca müdahalesine şahit olduk. Hatta kabul edilmesi imkânsız sansür mekanizmalarının içinde tiyatro sanatının Can Yücel’in deyişiyle “dilinin bağlandığına” da tanıklık ettik. Geçtik “makbul vatandaş üretimini”, oyuncak edildi birçok kez tiyatro sanatı.
Bu iki yolun dışında tiyatro sanatının yeni bir yola ihtiyacı var bizce. Bunun en temel prensiplerinden biri kamusallık ise bir diğeri de “özerkliktir”. Özerk, yani repertuarına, sözüne karışılmayacak, sansürlenmeyecek tiyatroların, kumpanyaların varlığını işaret ediyoruz. Kamusal bütçeden faydalanmanın gereği olarak toplumsal bakışı, piyasacı, rekabetçi zihniyetin yerine tesis etmiş, devletin değil toplumun içinde yeşermiş, yerel mahallerde yeşermiş tiyatroların varlığının güçlenmesini hedefliyoruz.
“Kamusal tiyatro”yu biraz daha açıp satır aralarına girelim o halde… Kamusal tiyatro kavramından ne anlamalıyız, nelere olanak sağlıyor kamusallık? Kamusal tiyatronun gerekliliğine dair ayrıntılı bir neden-sonuç çizgisi çizebilir misiniz?
Kamusal tiyatro “kamusal bütçe” kullanan tiyatrodur. Halkın vergileriyle oluşturduğu bütçeden pay aldığı için sanatı halk, toplum adına yapan tiyatrodur. Kâr amacı gütmez. Bir toplumda yaşayan her türden grubun, topluluğun kendini ifade etmesi bu grupların etkileşim içinde kalıp toplumsal olanı yapılandırmasını, sanatın ifade aracı olarak tüm topluma yayılmasını amaçlar. Ayrıcalıklı bir seyirci yaratmak yerine herkesin ulaşabileceği bir mesafede durur. İnsanların birbirleriyle temas etmesini, iletişimde ve etkileşimde olmasının yollarını oluşturur. Rekabetçi, piyasacı, paragöz bir toplumun yaratmaya çalıştığı iletişimsiz, etkileşimsiz, kendi içine kapanmış narsisist insanının yerine “başkalarıyla” münasebet halinde olan insana varmayı hedefler. İnsanın krizini kapitalizm aşamayacak. Hatta kapitalizm ve kültürü insani, çevresel kriz demek. Bir başka yol bulamazsak kapitalizmden sonrası olmayabilir. Kapitalizmin anladığı toplum ya da insan fikri iflas etti. Yeniden bir canlı varlık olarak birbirimizi düşündüğümüz, birbirimiz için kıymetli olduğumuz tahayyüle ihtiyacımız var.
Devamı için tıklayınız.