Günlük Yaşamda Herkesin Bir İnsan Çekmecesi Var / Zeynep Özyağcılar ile “En Güzel Parçam” Oyunu Üzerine…

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Ayça Turan

Ayça Turan: “En Güzel Parça”larıyla birlikte biraz tanıyabilir miyiz Zeynep Özyağcılar’ı?

Zeynep Özyağcılar: Ben sanat hayatıma baleyle başladım. O zaman tabii biraz oyun gibi geliyor insana. Devlet opera balesinin sınavlarına girdim. Altı yaşımdan beri sanatın içindeyim. Hafta sonlarım hep çocuk oyunu oynayarak geçti. On küsür yıl devlet opera balesinde çalıştım. Hem yetişkin oyunlarında hem çocuk oyunlarında. Aynı zamanda bale de yapmaya devam ettim. Ve sahnede olmayı tabii ki çok sevdim. Çok mutlu bir çocukluktu benimkisi. İlkokulda, okuldan sonra eve gitmiyordum ben; AKM’ye gidiyordum. Gece otobüsle dönüyordum. Sabah yine okula gidiyordum ve bu durumdan çok mutluydum. İnsanı biraz erken olgunlaştıran bir süreç. Ama her ay bankaya gidip paramı çekiyordum. Çünkü imzamı atıyordum ve sigortalıydım. Tabii ister istemez bunlar çocuğa hem özgüven kazandıran hem de kendini iyi hissetmesini ve olgunlaşmasını sağlayan bir süreç.

Sonra Fransız lisesindeki dönemlerim hayatımda başka bir kapı açtı. Çünkü orada da kendi yazdığım oyunları oynuyordum. Fransızca tiyatro festivallerine katılıyorduk. İspanya ve Mısır’a gittik. Yerel gazeteleri çok güzel bahsetti benden ve benim yaptığım oyunlardan. Önemli bir gazetesi benimle ilgili özel bir yazı yazmıştı. O benim için ayrı bir iş. Yurt dışına gidiyorsunuz ve orada dünyanın her yerinden insan geliyor sizi izlemeye. O insanların da yorumları olunca diyorsun ki, sadece Türkiye’de değil sadece eş dost değil beni anlayan, galiba ben bu işi gerçekten yapmalıyım. O da beni heveslendirdi.

Konservatuvar dönemim başladı. Yıldız Kenter’in son öğrencileriydik. Üniversite hayatımda çalışkan bir öğrenciydim. Mümkün olduğu kadar bütün hocalarımı sömüren ve ne öğrenebilirim, kendime ne katabilirim diye bakardım. Yazları yurt dışında mümkün olduğunca atölyelere gidiyordum. Kazandığım bir atölye vardı. Shakespeare ve çağdaş tiyatro üzerine. Orlando Bloom gibi bazı isimlerin mezun olduğu bir okul. Hatta oradan bana teklif gelmişti. Konservatuvarı bırakmamı ve oradan devam etmemi istemişlerdi. Ben dönmeyi tercih ettim. Çünkü duygusal bir insanım ve o dönem yeğenim olmuştu, ona çok aşıktım. Cebimde çorabıyla geziyordum. Mümkün değildi onu bırakmam. Sonra konservatuvar dönemim başladı. En sevdiğim şeyleri yapıyordum. Dans ediyorum, eskrim yapıyorum. Şehir Tiyatroları’na girdim. Her zaman kendi kafamda, inandığım projeleri yapmak vardı. Biraz daha sözünü söyleyen, derdi olan, özgür, insanların kafasını açan. Oyundan çıktıktan sonra ‘Aa ne güzel bir şey izledim.’ diyerek yürümek değil de, ‘gel oyun üzerine biraz konuşalım.’ diyerek oyundan çıkan insanların, o oyun hakkında bir şeyler tartışmasını istedim aslında.

Dokuz yıl önce kendi tiyatromu kurdum. Tabii ki çok fazla zorluğu var. Hatta oyunculuk kısmı, tiyatro patronu olunca çok az bir kısım oluyor. Onun haricinde birçok işle uğraşmak zorunda kalıyorsunuz. Ama inandığın bir şeyi yapmak, göğsünü gere gere bir oyuna insanları davet edebilmek çok güzel bir his. Gerçekten sana inanan insanlarla ekip olmak da öyle. Ben aile olmak diyorum buna. O dokuz yıl içerisinde, en son elene elene o altta kalanlar senin ailen oluyor. Benim ailem dediğim, ekibimden olan insanların kirası da beni ilgilendiriyor. Bir hastalığı, bir sıkıntısı olduğunda ben onunla da ilgileniyorum. Tiyatro Martı kuruldu ve beş prodüksiyon yaptık. Ben heykeller de yapıyorum. Böyle bir insanım. Üreten, dans eden, güzel yaşamayı seven, faydalı, güzel sözler söylemek isteyen bir insanım.

Bir Oyuncunun Önce İnsan Olarak Geliştikten Sonra İyi Bir Oyuncu Olabileceğini Söylerdi

Ayça Turan: Yıldız Kenter hem annenizin hem de babanızın ve aynı zamanda da sizin hocanız olmuş. Sanatçı bir aileden gelmenin artıları mı daha ağır basıyor yoksa eksileri mi? Yıldız Kenter sizden ‘torunum’ diye bahsediyormuş. Bu nasıl bir his?

Zeynep Özyağcılar: Çok değişik bir şey ve çok da gurur verici. Zaten iyi de bir öğrenciydim; gerçekten çalışan, çabalayan bir öğrenciydim. Bana çok saygı duyardı. Sorduğum sorulara, heyecanıma, merakıma. Çok fazla şey öğrendim ondan. Sadece oyunculuk değil; onun hayatta duruşu, hayata bakışı, tiyatroya bakışı, hocalığı. Çünkü hiçbir zaman insanın o insan tarafını unutmayan bir hocaydı. Bir oyuncunun önce insan olarak geliştikten sonra iyi bir oyuncu olabileceğini söylerdi. Biz onunla normal hayattan, aileden, aşktan, politikadan her şeyden konuşurduk. Çünkü bunlarla ilgili her konuda fikrinin olması, bir yerde duruyor olması çok etkileyiciydi. Dolayısıyla Yıldız Hoca insan olarak da çok önemlidir benim hayatımda.

Annemin ve babamın da hayatında çok önemli. Benim de tabii onun öğrencisi olabilmem çok güzel bir sürpriz. Ona çok soruyorlardı; ‘Üçü de sizin öğrenciniz. Biraz anlatın öğrenciliklerini.’ diye. O da sağ olsun ben küçük olduğum için ve herhalde beni desteklemek için ‘Benim kızım bambaşka.’ derdi. Beni annemden, babamdan kayırırdı. Babam daha haylazmış. Ailecek evine ziyarete gittiğimiz de inanılmaz mutlu olurdu. Tiyatroyu kuracağımızı öğrendiği zaman nasıl mutlu olduğunu anlatamam. Bize hemen oyun metinleri verdi. ‘Bu oyunu kesin yapmanız lazım, kimse yapmadı.’ diyerek. O heyecanı gözlerinden belli olurdu. Öğrencileri bir tiyatro kuruyor. Gözleri ışıl ışıl parladı. Zaten tiyatro sevgisi böyle bir şey. Sen içinde ol ya da olma bir öğrencilerin var ve tiyatro kuruyor. Çok kıymetli. Benim ondan oyuncu olarak öğrendiğim şeyler apayrı. Ama insan olarak da çok fazla gözlemlemişim. Bana anlattığı birçok hikâyenin, anıların hayatıma yön verdiğini görüyorum Yıldız hocanın.

Ben Kendimi Buldum ve Bulduğum Kadını Da Çok Sevdim / Destina

Ayça Turan: ‘En Güzel Parçam’ oldukça farklı ve distopik bir metin. Aynı zamanda da altı dolu ve güçlü bir dile sahip. Henüz izlemeyenler için ‘En Güzel Parçam’ nasıl bir hikâye anlatıyor?

Zeynep Özyağcılar: En Güzel Parçam gelecekte geçiyor. Zamanını 2042 olarak düşündük. Çok da ileri gelecek değil bu. Özellikle de bunu yaptık. Çok ütopik bir gelecek olsun istemedik. Zaten şu anda da çok yaygınlaşmamış olmakla birlikte, hemen hemen benim oyunumdaki birçok özellik zaten kullanılıyor. Mesela yapay zekaların artık bireysel tercihle acı çekebildikleri ortaya çıkmış. Gerçekte hiç olmayacak şeylerden bahsetmiyorum oyunda. Bizim özümüz aslında bir olduğu için; hayal kırıklıklarımız, acılarımız aman aman değişmiyor. Bir kadının üzerindeki baskılar, beklentiler. Gelecekte kendini, kendi güzelliğini, mutluluklarını, birtakım baskılarla unutmuş bir kadının; aşkla, dansla, yapay zekâ aşkıyla; kendini tekrar bulma, dönüşme, kendine dönme yolculuğu aslında. En kısa haliyle böyle özetleyebilirim. Çünkü biz insanların söylediği sanıyoruz kendimizi. Oyunun başında Destina’yı; psikiyatrist ve yapay zekâ ilişkilerine karşı bir kadın olarak görüyoruz. O dönemde nadiren insanlarla ilişki yaşıyorlar. Zaten yalnızlar, birçok iş evden yürütülüyor. Destina çok kez ‘gerçek olmalı, insan olmalı.’ diyor. Ama oyunun belirli bir yerinden sonra yapay zekâ satın almaya karar verdiği andan itibaren bir şeyin farkına varıyor.

Aslında şunu soruyor oyun. ‘Nedir gerçek? Bizim gerçek dediğimiz şeylerin gerçek olduğunu ne kadar biliyoruz?’ Bence bu soru oyunun fikrini gösteren önemli şeylerden birisi. Destina aslında farkına varıyor ki ‘Etten kemikten olmasına gerek yok. Benim değişimim gerçek. Atan kalbim gerçek. Yetmez mi?’ Bunu diğer insanların hiçbiri yapamamış ama yapay zekâ yapıyor. Gerçeğin ne olduğunu sorguluyor. Kadın erkek ilişkisi konularında da uyandıran bir tarafı var. Oyunu başlarında özellikle ilk perdesinde insanlar çok gülüyorlar. İkinci perde de artık ‘aşk nedir?’ sorgulanmaya başlıyor. ‘Aşk bir illüzyon mudur?’ Kapitalizm eleştirisi de var aslında oyunun içerisinde. Oyundan çıkınca ‘Bu yapay zeka bir sapma mıydı? Gerçek bir aşk mıydı?’ sorgulanıyor. ‘Nefes alıp verişimizi bile biliyorlar. Bizim artık neye ihtiyacımız varsa, ne yaşamak istiyorsak onu bize enjekte mi ediyorlar?’ gibi sorular oluyor. Ben özellikle yazar olarak iki tarafı da ikna edebilecek şeylerle donattım oyunu. Ki oyundan çıktıktan sonra insanlar tartışabilsin. ‘Ya gelecekte kadınlar bu baskıları gerçekten duyacak mı?’ diye soruyorlar. Bence güzel bir soru. Benim yazdığım dünyada anlıyoruz ki kadınlar kendi kendilerine çocuk sahibi olabiliyorlar. Ama aile olma isteği var. Onun üzerinden baskılar var. Ben bu oyuna sadece aşk diyemem. Çok fazla şey bulabilecekleri değişim ve dönüşüm aynı zamanda kendini hatırlama hikayesi olarak görüyorum. Çünkü şu an artık doğadan da uzaklaşıyorsun. Ve bambaşka biri oluyorsun. O yüzden Destina diyor ki; ‘Ben kendimi buldum ve bulduğum kadını da çok sevdim.’ Sertleşiyorsun katılaşıyorsun. Mesela bir seyirci yorumu var ben onu unutamıyorum. ‘Siz belki sadece tiyatro oyunu yazdım zannediyorsunuz ama ben bu kapıdan başka biri olarak çıkıyorum.’ demişti. Aslında tam da amaç bu.

Gerçek Bir İlişkide İlişki, Seni Zaten Yıkan Parçalayan ve Dönüştüren Bir Şeydir…

Ayça Turan: Oyun, konusu bakımıyla klasikleşmiş olanlar arasından ilgi çekici ve merak uyandıran bir metin olarak sıyrılıyor. Peki oyunu yazarken sizin çıkış noktanız ne oldu? Yaratım sürecinizden biraz bahseder misiniz? Fikir sizde nasıl oluştu?

Zeynep Özyağcılar: Doğayı çok seven, devamlı üretmeyi seven biriyim. Hiç boş duramayan bir insanım. Öğrenmeyi seviyorum üretmeyi seviyorum. Başarısız olur olmaz ama o riskleri almayı seviyorum. O cesareti göstermeyi seviyorum. Bakışım hep merak ve yeni bir şey söylemek üzerine. En Güzel Parçam’da kendimi de görüyorum. Nerden nereye geldiğimi de görüyorum. Oyuncularda hep yazarlık hakkında ‘benim haddime değil’ gibi bir nokta vardır. Ben oyunculuk mezunuyum, ben mesleğimi yapayım gibi düşünürler. Çünkü benim haddime bu kadar. Ama onu zaman geçince aşıyorsun. Hocaların da sana destek oluyor. ‘Zeynep senin yazman lazım’ başka bir yazar arkadaşın diyor ‘Zeynep diyalogların çok iyi’ diyor. Sen kulak arkanda bekletiyorsun. Aslında bir aşk hikayesi anlatmak istiyordum. Ama hiçbir zaman öyle salt bir aşk hikayesi olsun istemedim. Her zaman kadına da değinsin istedim. Bugünümüze, geleceğimize dair başka şeyler de söylesin. Çünkü zaten araştırmalarda, insanlar arasında sanal aşkların inanılmaz revaçta olduğu görülüyor. Bu da zaten yapay zekaya doğru gidiyor. Birazcık da insanları ürkütmek istedim. Artık insan o kadar kalmıyor, insandan o kadar uzaklaşıyoruz ki. Öyle bir yer var ki mesela oyunda, bu bile apayrı bir konuşma konusu olabilir. Oyun bir yerden sonra Oli’nin Destina’dan daha insan olduğunu görüyoruz. O insanlaşırken o robotlaşıyor gibi. İnsanlık da zaten böyle bir yere gidiyor. O yüzden Destina artık insanlardan yılıp bir yapay zekâ satın almak istiyor. Bunlar ürkütücü şeyler. İnsan asla anlamıyor onun bazı hallerini. Ama yapay zekâ onun güzel yaralarını ya da sorunlarını ne kadar güzel sarıp sarmalayabiliyor. Kadın da özür dilemeyi öğreniyor böylece. Çünkü anlaşıldığı için. Güzel ifade ettiği için. Kadını arada sarsıyor, eleştiriyor. Yani devamlı güzel şeyler söyleyen biri değil Oli. Aslında şöyle bir şey söylüyorum ben. Gerçek bir ilişkide ilişki seni zaten yıkan parçalayan ve dönüştüren bir şeydir. Çünkü gerçek bu değişimine tanık oluyoruz kadının. Ama dönüyor dolaşıyor şöyle bir şeye geliyor. Zaten bizim idealize ettiğimiz ilişkide de bu var. Ama gerçekten o sistem bu kadının buna ihtiyacı var diye mi böyle davranıyor yoksa gerçek bir aşk mı? Zaten gerçek aşk dediğin seni iyileştiren bir şeydir. Yoksa aşık oldu da mı böyle davranıyor gibi bir yere götürüyor. Ama ne olursa olsun kadının geldiği ve olduğu yer gerçek.

Ayça Turan: Yazım sürecinizde sizi zorlayan şeyler oldu mu? Danıştığınız, sözüne güvendiğiniz kişiler kimdi bu süreçte ve nasıl yorumlar aldınız?

Zeynep Özyağcılar: En Güzel Parçam benim yıllarca köşelere notlar aldığım bir projeydi. Kaç kere revize yaptım bilmiyorum. Bu işe çok inandım. Çok inanarak başladım. Kadın-erkek ilişkileri üzerine klişelerden çıkmak ve söylenmeyen bir şeyi söylemek istedim. Kadının birçok yarası var. Her insanın ve kadının da. Ama daha önce söylenmeyen bir yere dokunmak istedim. Oraya yönlendirmek istedim. Dolayısıyla ben sadece bir aşk oyunu diyemiyorum.

Aşka dair de çok şey söylüyor. Baskılara dair de çok şey söylüyor. Derinliğini, alt yapısını çok seviyorum oyunun. Çok gerçek buluyorum. Ben de dokuz yıl içinde iki perdelik bir oyunun hem yazarı hem oyuncusu olarak, dans ederek oyunculuk yapabilen bir insan haline kendimi evrilttim. Bu cesareti de gösterebildim. İlk yazdığım halini bile yolladığımda o on kişinin de bana ortak söylediği şey şuydu; ‘Zeynep sen bu işi yapacaksın. Şimdi biz bunu nasıl geliştirebiliriz ona bakalım.’

Ben oyunu çok uzun yazdım. O sahnelerde güzeldi ama tiyatro yaptığımız için dolayısıyla kompakt hale getirdik. Bunu da sahne üzerinde atarak keserek biçerek yaptık. Hepsi çok destekledi ve çok sevdi işi.

Diyalogları herkes çok sevdi. Anlattığım yeri çok sevdi. Dediğim gibi ufak tefek yerlere dikkatimi çektiler. Oraları baştan yazdım tekrar yolladım. Hep onunla yatıp onunla kalkıyorsun. Hatta bir yazar arkadaşım bana dedi ki ‘Zeynepçim bir dur. Bir ay hiç açma. Sıfırlan ve temizlen sonra tekrar bak.’

En sonunda benim de içime sindi. Çok değişmedi ilk halinden ama derinleştiği yerler oldu. Ben kesinlikle sorarım. İnandığım eleştirileri duymak isterim. Bir iki yazar arkadaşıma gösterdim, yolladım asla olmaz diyen de oldu mesela. Türkiye’de yapılamaz diyen de oldu. Ben garip bir şekilde öfke duydum. İster istemez kendimi oraya koyuyorum. Hayal kuran insan çok azaldı. Ve tabii ki hayal kurmak demek uçmak demektir. Halbuki hayal kurmak çok güzeldir. O zaman her şey bu kadar net ve biz hayal kuramaz olacağız öyle mi? Hep birbirimizi tekrar edeceğiz ve kolay işler yapacağız. Aynılaşacağız. Tabii ki zor ben de biliyorum. Aynı anda birçok şeyle ilgilenmem gerektiğinin de farkındayım. Ama bırak da ben de limitlerimi aşayım. Seyirci de aşsın farklı bir şey izleyerek. Ben de aşayım oyuncu olarak, deneyeyim. Olamıyor mu, olamadığını göreyim. Neden birbirimize bu fırsatlarda engel oluyoruz. Belki bundan 5 sene önce olsaydı, bunları söyleselerdi, ben galiba olmayacak diye vazgeçebilirdim. Neyse ki biraz yaşımla biraz da daha çok güvendiğim insanların beni desteklemesiyle duymazdan geldim. Ben yazan arkadaşlarıma da söylüyorum. Beş tane gerçekten güvendiğiniz insan olsun ve herkese okutmayın.

Çok güzel öneriler de geldi. Kafamı karıştıran. Eklesem mi eklemesem mi dediğim. Ama sonra uzaktan bakınca; tamam fikir çok güzel, öneri harika ama bu ben değilim ve anlatmak istediğim bu değil. Çok saçma öneriler de geldi. Ve çok önemli insanlardan. Kimden fikir alacağımıza dikkat etmemiz gerek.

Bu Oyun Tüm İyileştiren Aşklara Adanmıştır

Ayça Turan: Kayhan Berkin’le çalışmak nasıldı? Birlikte ilk projeniz mi? Oyuna nasıl dokunuşları oldu?

Zeynep Özyağcılar: Birlikte Kayhan’la ilk projem. Zaten Türkiye’nin en çok oyun yapan yönetmeni bir Kayhan Berkin bir de Serkan Üstüner var. İkisiyle de çalıştım. Serkan’la iki oyunda da çalıştım. Ben Kayhan’ın vizyoner kafasını çok sevdim. Londra’da eğitim aldığı için vizyoner bir kafası var. Hayal etmeyi o da çok seviyor. Aşkın büyüsüne kapılmayıp daha teknik düşünebilen bir yönetmen. Ben de oyunu yazmış biri olarak gerçekten dışarda duran, duygulara kapılmayan ve yönlendirebilecek bir yönetmen istiyordum. Ve bence çok zeki seçimler yaptı. Bizim çok tartıştığımız oldu. Beni ikna ettiği yerler oldu. Benim onu ikna ettiğim yerler oldu. Oynayarak, anlatarak. Bence çok önemliydi ve çok güzel dokunuşları var. Saygılı biri. Biz birbirimize saygıyı hiç eksik etmedik. Onun haricinde benim parmağımın koptuğu dönemde her zaman dedi ki ‘Zeynep bu oyun ne zaman çıkarsa çıksın ben bu oyunun yönetmeniyim. Ben bu oyunun arkasındayım.’ Diyerek o güveni verdi. Benim inanmamı çok sevdi… O aşka… Ve çok güzel bir süreç yaşadık diye düşünüyorum. Dokunuşlarını da çok beğeniyorum. Oyunculuk anlamında da çok doğaçlamalar yaptık. Karakterin temelini oluşturduktan sonra sahnede çok da fazla oyunculuk üzerine dokunmadı, beni özgür bıraktı. Daha çok teknik kısımlara yoğunlaştı. Bence çok güzel bir serüvendi. Sadece işe odaklandığımız ve güzel çalıştığımız bir dönemdi. Çok güzel çalıştık Kayhan’la. O, işin aşk tarafından bakmadığı için çok iyi geldi bana. Yönetmen yardımcımız Gözde Çetiner’in zaten gözü şahanedir. Partnerim Oli’yi seslendiren Ferdi Alver. Bence bu oyunun en büyük şanslarından biri. Çünkü başka bir aktör, sadece sesim var diye çok fazla içine girmeyebilirdi karakterin ama gerçekten Ferdi’yi arkada gizli kamerayla izleseniz o zaten oynuyor, sadece seslendirmiyor. Başka biri belki de güzel bir ses tonuyla sadece seslendirme yapabilirdi. Ferdi de aynı şekilde oyuncu gibi değişimlerini, nerde aşık oldu, nerde soğumaya başladı, nerde acı duyuyor gibi bütün bunları ortaya çıkartıyor. Çok kıymetli bir şey yaptı. Onun dışında zaten hep tasarımcılarla çalışıyoruz biz Tiyatro Martı olarak. Bu oyunda da birçok tasarımcıyla çalıştık. Yurt dışından gelen bir on-on beş tane endüstriyel tasarımcı bana sevgilim Oli’yi tasarladı. Benim gibi deli olan insanlarla ben hayal ettim aslında. Çünkü biz şu andan baktığımızda, 2042de ne olacak bilmiyoruz. Tabii ki araştırmaları da ekleyerek güzel güzel uçtuk aslında. Çünkü ben dedim ki ev aletleri konuşuyor. Nasıl konuşur, nasıl alkışlarlar? Müzik tasarımcımız bunu bile yaptı. Herhangi bir alkış efekti koymadı. Diğer seslendirme yapanlarda da çok kıymetli sanatçı dostlarımızdan, ustalarımızdan destek aldık. Buzdolabı ve kahve makinesi zaten oyunda çok önemli ve tatlı bir yer taşıyor. Buzdolabını; Erdal Özyağcılar, flört ettiği kahve makinesini ise Güzin Özyağcılar seslendiriyor.

Yurt dışından endüstriyel tasarımcı bir ekip geldi. Benim sevgilim Oli’yi onlar tasarladı. Bir hafta kapanmak istiyoruz dediler. Hepsi ayrı ayrı Avrupa’dan geldiler. Ben bir uğrayayım dedim. İnanamadım. Filmlerde böyle şizofren odaları olur ya, öyle bir duvarı küçük küçük sarı kağıtlar, eller yapmışlar. Bir yere masaj aletleri. İnsanı ne rahatlatır. Bir yere vibratörler. Kadının her isteğini düşünmüşler. Hangisi daha iyi hissiyat veriyor buna bakmışlar. Ama bu iş böyle yapılır işte. Sonra bana dört-beş tane sevgili tasarladılar ben sevgili seçmeye gittim. Ben denedim hepsini. Bu kadar özenince zaten senin en güzel parçan oluyor. Böyle bir süreç başladı. Ben diyorum ki ‘Bu oyun tüm iyileştiren aşklara adanmıştır.’

Ayça Turan: Oyunda iki perde boyunca tek kişilik bir performans sergiliyorsunuz. Ayrıca içerisinde bazı küçük koreografiler de barındırıyor. Enerjiniz ve performansınız hiç düşmüyor. Opera ve bale geçmişi olan bir sanatçı olarak tiyatroda hareketin yeri ile ilgili ne düşünüyorsunuz? Bedensel kullanımlar ve koreografiler oyuna neler katıyor sizce?

Zeynep Özyağcılar: Ben yurt dışında okullara da çok gittim. Onlar ayakkabılarını çıkartıyor ve üstlerinde eşofmanla gerçekten komando gibi beden eğitimi yapıyorlar. Bedenlerini çalıştırıyor aktörler. Beden kullanımı bir aktör için çok önemli. Comedia dell’Arte oynayabilirsin onun bambaşka bir beden kullanımı var. Bir dövüş sahnesi için bile. Her insanın her oynadığım karakterin bile bir duruşu var. Dolayısıyla esnek bir beden dili olan bir beden çok önemli. Yurt dışında özellikle okullarda, beden kullanımına çok fazla önem veriliyor. Bence Türkiye’de bu çok ciddi bir eksiklik. Oyuncunun danstan gelmiş olması da yeterli değil. Ben bir dönem oyununda; balede öğrendiğim duruşumu, el hareketlerimi kullanabilirim. Ama modern bir işte rol aldığım zaman ben balerin vücudumu kullanamam.

Biz bir karakter çalışırken aslında içten dışarı gittiğimiz gibi dıştan içeri de çalışıyoruz. Bütün bunları eklememiz için bizim sağlam bir beden kullanımını öğrenmeye ihtiyacımız var. Bizim işimiz hep bozmak ve yıkıp tekrar yapmak. Profesyonel işi dansçı olan arkadaşlarımın bazılarında ‘Şu an oyunculuk kısmı bitti, size dans edeceğim.’ Gibi gözüken çok fazla sahne var. Ama örneğin o karakter o an üzgün ve dans ediyorsa, sen olağanüstü bir balerin olsan da, karakterin o durumuna göre dans etmen gerekir. O kadar iyi olamazsın. Karakter hastadır örneğin sen de o duruma göre dans etmelisin. Mesela Destina ilk dans ettiğinde arada dengesini kaybediyor. Çünkü çok içti ve sarhoş. Bunlar genelde unutuluyor ve dans esnasında o karakter alt metinden devam etmemiş oluyor. Karakterden çıkıyor. Bu detaylar çok önemli. Biz orada o kadının hikayesini anlatıyoruz. Destina’da buna dikkat ettik ve kırdık parçaladık. Daha inanılmaz dans gösterileri de koyabilirdik oraya ama basit ve biraz daha kısa, hafif dengenin bozulabileceği bir dans seçme gayretinde bulunduk.

Tiyatro Patronu Olan Kadın Yönetmenlerde Gördüğüm Bir Dış Kabuk Oluyor

Ayça Turan: Oyun çıkışında, özellikle anlatılan hikâyenin kadınları daha çok duygusallaştırdığından ve kendilerinden bir parça bulduğundan bahsetmiştiniz. Yer yer metinde de kadınlara yönelik hem eleştiriler hem de içselleştirebilecekleri noktalar bulunuyor. Kadına yapılan toplumsal dayatmalardan da bahsetmek mümkün. Peki siz sektörün kadınlara karşı tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Zeynep Özyağcılar: Kadına dair çok fazla iş yapıldı ve yapılmaya da devam ediyor. Ben hala çok fazla girilmemiş konu, bahsedilmeye değer bulunmamış çok fazla şey bulunduğunu düşünüyorum. Tahmin edilenin ve klişe olanın daha üstünde bir baskı olduğunu görüyorum, yaşıyorum. Yaptığım yapacağım her işte de parça parça aslında bunlara gerçekten yer vermek istiyorum. Zaten bizim beş prodüksiyonumuzun üç prodüksiyonu çok net bir şekilde kadına dair birçok söz söyleyen, uyanan ve uyandıran oyunlardı. Bunları devam ettirmek istiyorum ama parmak sallayarak ve insanları irite ederek, ders verir gibi değil. Hayatımızda yaşadığımız gibi bir yerden yansıtmak istiyorum. Gün içinde artık alıştığımız için bize normal gelen, çok fazla baskıyla yaşadığımızı görüyorum. Ve bu çok normalleşti. Ama bunların normalleşmemesi lazım. Benim oyunda girdiğim yer; kadın ve anne olma hikayesi. Çok fazla girilen bir şey değildi oyunlarda. ‘Bir kadının tam olması için anne mi olması gerek?’ hikayesi. Çünkü bu bir seçim. İnsanlar bunun seçim olduğuna ikna olmuyor. Erkeklerin tarafı da çok zor. Gelinen bu şartlarda, erkekler de artık baba olma düşüncesinden uzaklaştı. Eskisi gibi değil artık. Eskiden doğan büyürdü. ‘Çocuk kısmetiyle gelir’ gibi laflarla çocuk sahibi olurdu insanlar. Şimdi artık çocuk sahibi olmak gerçekten bir proje. Oturup kâğıt kalem elinde insanlar, çocuk yapıp yapmamaya karar veriyor. Böyle bir boyut artık. Kadın için de zor, erkek için de zor. Bizim işimizde ben ilk yıl; herkese çok fazla bir sesle, çok fazla rica minnet bir yerden yaklaşıyordum çalışanlarıma. Ama zaman ilerledikçe, iş yaptığımda şunu gördüm; ister istemez bir erkekleşme, ikna etmek için. Sesin yükselmesi, giyimin, tarzın erkekleşmesi. Böyle iş yapmaya alıştırılmışız maalesef. Yurt dışında böyle değil. Senin tipine değil misyonuna bakar. Altmış yaşında bir adamın üstü yirmi yaşındaysa, o seni görünce ayağa kalkar. Senden direktif alır ve yapar. Türkiye’de bu böyle değil. Seni gerçekten ciddiye alması zor bir hale geliyor. Tiyatro patronu olan kadın yönetmenlerde gördüğüm bir dış kabuk oluyor. Bizim mesleğimizde; yönetmen, yapımcı gibi olan kadınların dış kabuklarını çok net görüyorum ve sebebini anlıyorum.

Özellikle Böyle Karakterleri Seçiyorum: Gerektiğinde Hayır Diyebilen, Kendi Seçimlerini Yapabilen Kadınlar

Ayça Turan: Destina, yapay zekâ olan bir sevgili fikrine oldukça uzak başlıyor oyunun başında. Bu konuda katı düşünceleri olan bir karakter. Ama giderek Oli’yle birlikte değiştiğini görüyoruz. Günümüzde gelişmekte olan yapay zekaya karşı sizin tutumunuz nasıl? Mesela Oli gibi bir yapay zekâ sevgiliyi deneyimlemek ister miydiniz? Destina’yla ayrışan ya da benzer yönleriniz var mı bu konuda?

Zeynep Özyağcılar: Çok isterim. Oli benim idealize ettiğim karakter. Durabilen, susabilen, doğru kelimelerle eleştirebilen, sabırlı, gitmeyen, nedenini anlamak isteyen. Ben Oli gibi bir sevgili isterdim. Ben yapay zekayı Zeynep olarak çok daha önceden denemiş olurdum zaten. Çok heyecanlanırdım ve merak ederdim. Ben hiçbir zaman Destina gibi sert olmadım.

Destina’dan ayrışan yönlerim var. Destina çok katı ve sabit fikirli. Değişmeye de direnmiş ta kii buraya kadar. Ben öyle değilim. Çok kolay özür dilerim, çok kolay hatamı fark ederim.

İnsanlar bana hak etmediğim bir şeyi söylediği zaman anında onu durdurabilen. O neşeli, çocuksu tarafını hiç kaybetmemiş biriyim. Zaten öyle bir aileden gelmiyorum. Destina zorlu bir çocukluk geçirmiş. Bir erkek, baba travması olan bir kız aslında. Psikolojik olarak ayrıştığımız çok nokta var. Ama ortak noktalarımız da var. Mesela dans ediyor Destina da. Güzel aşık oluyor. Ben de birinden hoşlandığım zaman ağzım yamulur. Orada biraz benden çok fazla şey var. Oli benim için de bu kadar ince düşünse, yaptığım, yazdıklarımla ilgilense böyle bir erkek tabii ki beni de etkilerdi.

Güçlü bir kadın Destina bunu seviyorum. Arayan ve vazgeçmeyen bir kadın. Dolayısıyla o naifliğini, cesaretini ve gücünü seviyorum. Benim tüm kadınlar için idealize ettiğim bir karakter aslında. Özellikle böyle karakterleri seçiyorum. Gerektiğinde hayır diyebilen, kendi seçimlerini yapabilen kadınlar. Kadın olarak yaşamadığımız çok fazla zevk ve mutluluk var. Bundan sonra kadınlığını herkesin doya doya yaşamasını istiyorum.

Günlük Yaşamda Herkesin Bir İnsan Çekmecesi Var

Ayça Turan: Oyunda Destina ve Oli farklı bir aşk hikayesinin baş kahramanları olarak karşımıza çıkıyor. Oli adeta bir ‘ideal erkek’ profili çiziyor. Aldatılma ile açılan oyun Oli ile yumuşak bir değişime gidiyor. Yaşadığımız çağda dijitalleşmenin getirdiği bir yalnızlık da mevcut. Oyun buna da dikkat çekiyor bence. Sizce Destina’nın Oli’ye bu kadar bağlanmasının ve onunla birlikte güçlü bir değişim yaşamasının sebebi ne?Günümüzde de insanlar birbirine karşı oldukça acımasız ve tahammülsüz. Siz bu durum hakkında ne düşünüyorsunuz?

Zeynep Özyağcılar: Ben yıkımların her zaman insan hayatında dönüştürücü bir etkisinin olduğunu düşünürüm. Biz yaşarken o an çok acı çekeriz. Ama hepimiz biliriz ki bir terk edenin olduğu zaman, bir işten atıldığın zaman, bir ölüm olduğunda çok acı çeksek de bir şekilde bizi bambaşka bir yere götürür. Zaten dönüşüyoruz. Ama istediğimiz yere doğru mu yoksa bizden çok daha uzak bir yere mi dönüşüyoruz burası ayrı. Hep değişip dönüşüyoruz zaten. Bazılarında daha zor olabilir bu değişim süreci. Destina’nın aile yaşamıyla, mesleki ilişkileriyle, üst üste yaşadıklarıyla git gide kendinden uzaklaşıyor ve öyle bir yer geliyor ki. Sevdiği adam ‘insan’ olmasına rağmen, öyle sert bir şekilde ve çirkin şekilde terk edince onu,  Destina şunu soruyor; ‘Tamam ben hep yapay zekaya karşı geldim ve danışanlarımı uyardım bunları yapmaması konusunda. Çünkü gerçek değildi. Ama gerçek bu mu? Gerçek bu kadar çirkin mi?’ bu sorulara giriyor.

Oyunda ‘Gerçek nedir?’ önemli bir soru. Belki bu yaşadığımız dünya bir illüzyon, aşk belki bir illüzyon. O zaman gerçek ve gerçek olmayanı nasıl ayırıyoruz? Emin olduğumuz tek şey var; senin bir yerde bir değişimin varsa, senin emin olduğun bir şey varsa bu nasıl olursa olsun işte o gerçek. Eski sevgilisi için diyoruz ki oyunda; bu adam gerçekti de, insandı da ne oldu? Bu kadına ne kattı? Ne getirdi ve ne götürdü? Bu yüzden ben oyun için; ‘Bütün iyileştirilmiş aşklara adanmıştır.’ diyorum. ‘Gerçek’ demiyorum. Bazen bazı aşklar vardır çok kısa sürer. Birtakım sebeplerle bitmek zorunda kalır ama o kadar çok şey katar ki sana. Ve sen üstünden on yıl geçse bile iyi ki olmuş dersin. Kastettiğim şey bu. İlla bir ‘Romeo-Juliet’ aşkından geçmek gerekmiyor. Biz aşkı da böyle tanımlıyoruz.

Ulaşılmazlık yoksa aşk yok gibi düşünüyoruz. Gerçek olan her şey iyidir gibi bir şey de yok. Aslında bütün bunları sorguluyoruz. Destina, yıllardır aynı yatakta yattığı adama belki Oli’ye söylediklerini söylemedi. Çünkü o kadar iyi geliyor ki Oli ona. Onu gerçekten anlamak istiyor. Bence günlük yaşamda herkesin bir insan çekmecesi var. Ben böyle tanımlıyorum. Mesela yeni biriyle tanışıyorsun ve onu bir çekmeceye koyuyorsun. O çekmecede onunla birlikte yirmi beş tane daha kişi var mesela. Onun benzerleri olarak düşünüyorsun bunu. Erkek de yapıyor bunu kadın da. Ama gerçekten bir insanı tanımak ve bilmek isteyen kişi gerçekten anlamak istiyor ve gerçekten dinliyor. Biz hiç dinlemiyoruz birbirimizi. Konuşmaya başladığımızda sanki o kadar akıllıyız, o kadar her şeyi biliyoruz ve o kadar çekmecemiz var ki. Sen daha cümleye başlarken zaten o çekmeceye konuluyorsun bile. Şaşırmak, konfor alanımızdan çıkmak istemiyoruz. Ama Oli öyle değil. Oli gerçekten Destina’ya ne yalakalık olsun diye ne de onu sevsin diye fazla fazla iltifat ediyor. Hatta onu eleştiriyor ama acıtmadan eleştiriyor. Onun, ona ne hissettirdiğini anlatıyor. Kavga sırasında Oli ve Destina çok güzel bir şey yapıyor. Kavga ediyorlar, ediyorlar ve susuyorlar.  Sonra biri bir şey söylüyor. Evet diyor özür dilerim. Ben hep derim ki; herkes kavga esnasında belki iki dakika dursa her şey çözülecek. Destina ego savaşlarından, hep haklı olmaktan ve stratejilerden o kadar yorulmuş ki. Birbirini anlamak istiyor artık. Oli’yi ayıran önemli özelliklerinden birisi; gerçekten dinlemesi ve anlamak istemesi.

Ayça Turan: Oyunda sesler ve görüntüler de mevcut. Oyun mizahi olarak da oldukça güçlü ve gülümsetici diyaloglara sahip. Seyirciyi güldürdükleri birçok nokta var. Hatta bu atmosfer bazen oyunun tek kişilik olduğunu bile unutturuyor. Siz yazarken bunu amaçladınız mı?

Zeynep Özyağcılar: Aynı zamanda tiyatro seyircisi olduğum için, ister istemez izlediğim oyunlarda beni neler sıkar diye düşündüm. Ben tek kişilik oyunlarda sahnenin boş kalmasından hoşlanmadığım için, sahnede olmadığım zaman oyun devam etsin istedim. Örneğin ben arkada giyiniyorum ama seyirciden gülme sesleri geliyor ve mutlu oluyorum. Tam da tasarladığım şekilde. Organik olsun istedim. Seyircinin boş kalmasını ve sahne değişimlerini izlemesini sevmiyorum. Normalde ben de tek kişilik oyun izlemeyi seven biri değilim. Ama öyle bir şey yapayım dedim ki her şeyiyle inandırıcı olsun istedim. İzlediğim oyunlarda hoşuma gitmeyenler de oyunumda olmasın istedim. Görüntü, ses gibi teknik açılarla bunu çözmek istedim. Bunları hayal ederek ve düşünerek yazdım. Uzunlukları ve konuşmaları buna göre belirledim. Bana da keyif verdi. Seyircilerin çoğundan ‘Tek kişilik olduğunu unutturuyor.’ Lafını duyunca çok mutlu oluyorum. Çünkü insan planladığı bir şeyin çalıştığını görünce çok mutlu oluyor. Hedeflediğim şeye ulaşmış olmak çok güzel.

Ayça Turan: Destina aynı zamanda bir pskiyatrist. Ve oyunun sonunda ‘Seni terk etmeyecek tek şey ruhun ve bedenin’ vurgusu da yapılıyor. Günlük hayatta ne kadar sosyal olursak olalım, bir noktada kendimizle baş başa ve yalnızız günün sonunda. Günümüzde bu yalnızlık daha da belirgin. Ben bunu negatif bir yerden vurgulamıyorum aslında. Bu yalnızlığı kendine döndürmenin ve verimli şekilde kullanmanın mümkün olduğunu düşünüyorum. Siz neler söylemek istersiniz bunula ilgili?

Zeynep Özyağcılar: Bununla da ilgili oyunda bir eleştiri var. Destina diyor ki, ‘eğer birine ihtiyaç duyarsam meslektaşıma giderim, arkadaşımla konuşurum.’ Oli de ‘hangi arkadaşın gelir’, diyor. Çünkü artık herkes yoğun, herkes meşgul. Eskiden telefonlar yoktu ve daha çok görüşüyorduk. Görüntülü konuşmaya alıştık. Sanki görmüşsün gibi hissediyorsun. Ben teknolojinin kolaylıklarına ve avantajlarına karşı değilim. Ama işin özellikle duygusal ve kişisel gelişim kısmına ket vurduğunu düşünüyorum. Yalnızlığın normalleşmesi. Toplantılar yaparsın, dersler yaparsın. Gelecek için herkesin üç-dört temel mesleği olacağı konuşuluyor. Bir-iki değil. Çünkü her şey hızlanacak. Ama bazen de tüm bunlar olurken sadece birinin yanında durup sessiz kalmak ve sarılmak istiyorsun. Bizim doğal bazı ihtiyaçlarımız var.

Teknolojik olarak eksikleri giderebiliyoruz belki ama bazı şeyler de var ki insan olduğumuz için ihtiyacımız. Böyle devam ettiği sürece ben birine bize sarılması için para vereceğimiz bir dönem bile düşünüyorum. Madem hayal ediyoruz. Bu gibi şeyler de aklıma gelmiyor değil. Ne kadar trajik. Nasıl bir çaresizlik. Böyle giderse insanların bencilliği, egosu ve doğadan uzaklaşması. Ben elimden geldiği kadar doğadan uzaklaşmamaya çalışıyorum. İnsanlar böyle giderse biz herhalde birileri bize sarılsın diye para ödeyeceğiz. Bu raddeye gelebilir. Feci bir yere gittiğimizi de vermek istedim aslında oyunda. Çünkü çok yalnızlaştık, çok korkuyoruz. Değişmekten, bağ kurmaktan, hayal kırıklığına uğramaktan ciddi olarak korkuyoruz. Gerekirse kötü olayım ama iyi bir şey olacakmış gibi olup hayal kırıklığına uğramayayım. Çok korktuğumuz için ondan bile kaçıyoruz. İnsanlar artık kırılmaktan, başarısız olmaktan çok fazla korkuyorlar. Cesareti unutmamak lazım. Başarısız olma hakkını herkes kendine tanıması lazım. Bu ailelerin baskılarından da geliyor. Çocukların üzerine kurulan ve baskılanan başarılı olma baskısı. Bu hayal kurmayı engelliyor, işlerde risk almayı engelliyor. Oyun bu dönemden fazla uzaklaşmadığı için seyirci ilk olarak ‘tamam gelecekte geçiyor’ diyor ama sonra bakıyor o da aynı şeyleri yaşıyor. Yakın arkadaşlarım, çevrem ya da başka seyircilerden ‘Sen beni yazmışsın.’ diyenleri çok duydum. Bu yönde ortaklaşıyoruz. Benzer bir payda yaşıyor zaten hepimiz.

Ayça Turan: Anneniz ve babanız da oyunda kahve makinesi ve buzdolabını seslendiriyor. Onların oyun hakkındaki yorumları nasıldı?

Zeynep Özyağcılar: İlk güvendiğim hem kalem hem yazar olarak sevdiğim birkaç kişi var. Tabii bunların içinde annem babam da var. Beni en doğal bir şekilde beni eleştirecek, doğru yönlendirecek insanlar. Başka mesleklerden, sanatla alakası olmayıp kafasına çok inandığım insanlar da vardı. Destina ve ev aletleri de artık bir aile oluyor aslında oyunda. Çünkü Destina yalnız ve sadece onlarla konuşuyor. Destina ile Oli tanıştıktan sonra kahve makinesi ve buzdolabının arasında şöyle bir diyalog geçiyor. ‘Artık eskisi kadar bizimle konuşmuyor. Çünkü artık yaşıyor.’ Oyunun mizahi tarafını çok seviyorum. Annemle babam oyunu çok fazla sevdiler ilk günden beri. Ben böyle bir şey yazıyorum diye okuttuğumdan beri çok sahip çıktılar. Çok güldüler ve buzdolabı ile kahve makinesi fikrini çok sevdiler. Oyun onların sesleriyle başladığı için sahneye çıkmadan önce en heyecanlı ve yüksek olduğun sırada babanın ve annenin sesini duyup çıkıyorsun. Bu da çok tatlı bir deneyim benim için. Oyun çıktıktan sonra çok izlediler, çok seviyorlar. Gurur duydukları bir iş. Oyunun türü olarak trajikomik diyebiliriz. Zaten çok facia olaylar yok ve mizahi bir yanı var.

Her  Parçanı Aynı Özenle Sev, Sen Tamsın ve Böyle Çok Güzelsin

Ayça Turan: Peki sizin En Güzel Parça‘nız nedir?

Zeynep Özyağcılar: Gerçekten zor bir soru. En Güzel Parçam dediğimde aslında o bir eleştiri. Biz hayatımızda hep bir şeyleri en güzel parçamız yapıyoruz ve bu dönem değişebiliyor. Hiçbir şeyin yokken annen ve baban oluyor belki. Sonra yaşın ilerliyor ve aşık oluyorsun onu en güzel parçan zannediyorsun. Evlenince çocuğun oluyor ona en güzel parçam diyorsun.

Aslında oyun; en güzel parçam dediğin zaman bile orada inanılmaz bir ego olmasını eleştiriyor. Çünkü ben seni seviyorum ve benim bir parçamsın. Benim bir parçam olduğun için seviyorum seni gibi bir kendini yüceltme var. Aslında işin özü biz onu bir eleştiri olarak yazdık. Kimseyi en güzel parçan yapma diyor. Sadece senin bedenin ve ruhun burada kalacak. Ben diyorum ki hiç kimse kimsenin en güzel parçası olmamalı. Çünkü parçam dediğin zaman bu ona hükmetme hakkı verir sana. Fikrine, hayır demesine hak sahibi oluyorsun. Kimsenin kimse üstünde böyle bir hak sahibi olmasına gerek yok. Ben oyunda da diyorum ki zaten ‘her parçanı aynı özenle sev, sen tamsın ve böyle çok güzelsin.’

Ayça Turan: Güzel cevaplarınız ve vakit ayırdığınız için teşekkür ederim. Oyun Tarihleri

13 Mart 2023 Pazartesi / 20:30 Baba Sahne

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Ayça Turan

Yanıtla