Çocukluğumuzdan Günümüze Kalan Travmatik Miras Üzerine: “Hatırlarsanız Mahremiyet Demiştik”

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Rumeysa Ercan

Değerlerimiz, anılarımız, bize önemli anları hatırlatan eşyalar, annelerimiz, babalarımız, aile içinde yaşadığımız iyi ya da kötü tüm deneyimler ve travmalarımız çocukluğumuzdan günümüze taşıdığımız en büyük miraslarımız. Yaşam Özlem Gülseven’in kaleme aldığı “Hatırlarsanız Mahremiyet Demiştik” oyunu bellek ve travma meselesi üzerinden annesini yeni kaybetmiş genç bir kadının onun eşyaları ile ne yapacağını bilemediği mezatta kendisiyle hesaplaşmasını konu alıyor. Seyircinin alıcı konumuna geçtiği bu mezatı Ozan Ömer Akgül yönetiyor, Tuğba Sorgun ise kendisine verilen bu zorlu görevin hakkını vermek için sahnede yerini alıyor.

Boş bir sahne karşılıyor seyirciyi önce. Hemen ardından elinde bavullar, eşyalar ve kolilerle soluk soluğa genç bir kadın geliyor sahneye. Buraya mezat yapmak için geldiğini ve annesinin eşyalarını satmaya çalışacağını belirtiyor. Mezat sırasında interaktif bir şekilde oyun alanına dahil edilen seyirci, alıcı konumuna geçiyor ve devamında adeta terapi seansını andıran bir yüzleşmeye ortak oluyor. Sürekli kavga ve gürültü içinde büyüyen, sınırları annesi tarafından ihlal edilen ve annesi ile babasının arasındaki şiddetli geçimsizliğe şahit olan Açelya, bavullardan çıkardığı eşyalarla çocukluğunun kapılarını aralıyor. Annesini yeni kaybetmiş olmasına rağmen oldukça donuk ve tepkisiz bir ruh hali içinde. Sanki bir an önce o eşyalardan ve anılardan kurtulmak istercesine telaşla hareket ediyor. Mezata başladıktan sonra bavuldan çıkan ilk objenin ayna olması, Açelya’nın geçmişine ayna tutan bu yolculuğun bir sembolü gibi. Annesine ait olan bu eşyalar aslında kendisinin de kimliğini belirleyen birtakım durumları ortaya çıkarıyor. Annesinin güzel bir kadın olduğundan ve anneannesinin ona her zaman ünlü dergilere fotoğraflarını göndermesini istediğinden bahsediyor önce. Ancak annesi bu yolu hiç tercih etmemiş ve kendi deyimiyle “bir başka hayat ihtimalinden” de vazgeçmiş. Bu noktada annenin hayatı ve tercihleri üzerinden kurduğu evliliği, aile yaşamını ve günlük hayatında nasıl davranışlar sergilediğini analiz edebilmeye başlıyoruz. “Anne olmak zaten anne olmadığın bir başka versiyondan vazgeçmektir aslında” diyor Açelya. Sonrasında ise gerçekten de bir “anne” kimliği üzerine yüklenen toplumsal normlar ile evin içinde her zaman yemek yapan, çocuğunu disipline eden, kendisine kızsa bile bir şekilde kocasının karnını doyurmaya çalışan bir kadının yaşamını dinlemeye başlıyoruz. Sahiden de kendi olmaktan vazgeçerek kocasına, çocuğuna ve evine adanmış ya da adanmak zorunda kalmış bir “anne” prototipi ile karşılaşıyoruz. Peki bu anne sahip olduğu zorundalıklarla kendi çocuğuna nasıl bir sevgi verebilir, onu nasıl besleyebilir ya da hangi duygularla büyütebilir? Bu soruların cevabı Açelya’nın annesinin kaybının ardından tamamen donuk ve tepkisiz bir şekilde hayatın olağan akışında gibi davranmasında gizli. Sahnede izlediğimiz genç kadın annesinden bahsederken onun ölümünü kabullenememiş olduğunu her haliyle hissettiriyor. Ancak bu ölümü kabullenmeyişi ona duyduğu öfkeyle, onunla yüzleşememesiyle, miras bıraktığı travmalarla açığa çıkmaya başlıyor. Genç kadının annesinin eşyaları arasında kalan günlüklerini bulmasıyla bu öfkenin nedenini anlıyoruz. Anne kızının günlüklerini okuyarak onun en özel alanını ihlal etmiş. Sadece günlük okumakla da kalmayıp odasının kapısını dahi kapattırmayarak ona herhangi bir özel alanı tanımamayı kendinde hak görmüş. Bu alan ihlalinin yarattığı travmatik etki ise genç kadında daha sonra klostrofobi olarak kendini göstermiş. Elbette bununla sınırlı kalmamış ve bir çocuk olarak kendisinin de anne ve babasının cinsel yaşamını görmesine kadar gitmiş. Belleğine kaydettiği tüm bu travmalar onda duygularını bastıran, ağlayamayan, sevgisini ya da ne hissettiğini ifade edemeyen bir kimlik yaratmış. Açelya sahnede anıları ve travmaları arasında kaybolurken çarpıcı bir cümle kuruyor: “Mahremiyet annemin hiç anlamadığı bir şey! Ben de günlüklerimde artık kendime değil anneme mektuplar yazmaya başladım…” Bunun ardından günlüklerinin içinde annesini sinir etmek için yazdıklarını okumaya başlıyor. Karakterin mezatta olma motivasyonunun da buradan yola çıkmış olabileceğini düşünmeye başlıyoruz. Çünkü bir çocuk kendi duygu ve düşüncelerini doğrudan dile getirmek yerine annesine sahte hikayeler yazmak zorunda hissediyor kendini. Hem annesi ile hem de kendisi ile olan ilişkisi bu noktada kopmaya başlıyor ve belli ki daha sonra bunu toparlamakta güçlük çekiyor.

Mezat devam ederken bavulun içinden çıkan eski bir radyoyu alıyor eline Açelya. Radyonun muhtıralara, darbelere, krizlere ve aile trajedilerine şahit olduğundan bahsediyor. Bu noktada aslında travmanın geçmişten süregelen izleriyle birlikte, bir epigenetikle ilerlediğini düşündürüyor. Anneanne ve dedesinin ilişkisi üzerinden anlattığı ilişkiler ağını anne ve babasına, daha sonra da kendi ilişkisine kadar getiriyor. Anneannesini annesiyle birlikte terk edip giden dedesinden sonra annesinin hikayesi de ona benziyor. Ancak burada bir tuhaflıkla karşılaşıyoruz. Annesi ve babasının boşanmasına neden olan şey kendi yazdığı günlüklerde yer alan bir bölüm! Anne günlükte okuduğu komşu kadın hikayesi üzerine boşanmaya karar veriyor. Ancak genç kadın çocukluğunda bu komşu kadın ve baba ilişkisini görüp görmediğinden pek emin değil! Bu noktada kendi içsel çelişkileri ve pişmanlıkları ortaya dökülmeye başlıyor. Acaba anne ve babasının ayrılmasına vesile olan durumu gerçekten kendisi mi uydurdu? Yoksa baba zaten gitmeye hazır mıydı? Bunun nedenlerini sorgularken bir yandan kendisini suçlu hissetmesine rağmen, gördüğü bu travmatik durumu unutmuş olabileceğini de düşünüyor, terapisti de onu bu şekilde yönlendiriyor. Genç kadın hem annesinin yaşattıklarından hem de babasının arkasına bile bakmadan çekip gitmesinden sonra bir yalnızlık döngüsünün içine giriyor. Okulda hiçbir arkadaşının olmayışı, kimseyle konuşmaması, ilişki kuramaması ya da duygularını ifade edemediği için gitmeyi bile beceremeyişi kurduğu yetişkinlik hayatında da farklı problemlere neden oluyor. Kendi ilişkisinde bile karşı tarafa ne hissettiğinden, sevip sevmediğinden ya da bunu gösterip gösteremediğinden hiç emin değil. Öyle ki annesini kaybettiğinde bile ağlayamıyor ve ağlayamadığı için bayılıyor. Travmatize olmuş bir bedenin duygularını bastırmasından doğan somatik bir tepki olarak yorumlanabilir bu durum. Açelya annesini kaybetmeden önceki son günlerde, onun bakıma muhtaç olduğu zamanlarda bir şekilde yer değiştirdiklerinden söz ediyor. Bu kez kapıları kapattırmayan, sürekli gözlemleyen kişi annesi değil, kendisi oluyor ve şöyle ekliyor: Ölmek üzere ya da çocuk olduğunuzda kapılarınız olamaz. Bu böyledir. Mahremiyet doğal hak değil, belirli koşullarda birinin size tanıyabileceği bir alandır.” Mezatın sonlarına doğru da bu mahremiyet meselesi üzerinden ele aldığı ve annesine sinirlendiği, onunla ödeşmek istediği tüm durumlar bir bir açığa çıkıyor. Kendisine tanınmayan bir mahremiyeti o da annesine tanımak istemediği için onun bütün hayatını, sırlarını, yaşanmışlıklarını ortaya dökerek herkesin duymasını istiyor. Babasına olan öfkesi bir fotoğraf makinası üzerinden açığa çıksa da yine de annesiyle olan bağı kadar onda yer etmemiş durumda. Annesini hem anlamaya çalışıyor hem davranışları nedeniyle ona kızıyor hem de ölümüyle birlikte ne kadar kabullenmese bile kendinden de bir parçanın gittiğini kanıksamaya başlıyor.

Oyun sona doğru yaklaşırken az önce alıcı konumunda olan seyirci birdenbire bir terapiste dönüşüyor. Metin seyirciyi tek bir durum üzerinden birçok farklı konuma getirerek ona bambaşka düşünsel alanlar açmayı başarıyor. Açelya’nın belleğinde yer eden kişisel miras, artık seyircinin de ortak olduğu hatta belki de kendine ait pek çok şey bulabildiği kolektif bir mirasa dönüşüyor. Bu durum özellikle ciddi toplumsal travmalara maruz kalmış ailelerin yetiştirdiği bir neslin ihmal edilmişlikleri, yok sayılmışlıkları ve bir çocuk olarak ne kadar travmatik etkilere maruz kaldıklarını da gözler önüne seriyor. Özellikle 80’ler ve 90’lar kuşağı üzerine etki eden olaylar zinciri aile kavramı üzerinden mikro düzlemde karşılığını buluyor. Oyuncu Tuğba Sorgun karakterin her durum karşısında sergilediği donuk ruh halini başarıyla yansıtıyor. Duyguların içinde savrulmadan bir durumdan diğerine geçebiliyor. Oyunun başında gördüğümüz donuk ve tepkisiz ruh hali, giderek açılmaya ve anlam kazanmaya başlıyor. Yine de seyircilere bir şeyler satmaya çalışırken kullanılan interaktif oyunların daha inandırıcı olması, aksiyonu daha da hareketlendirebilirdi diye düşünmeden edemiyorum. Çünkü oyunun ana ekseninde metaforik anlamda da bir “satış” hali söz konusu. Dolayısıyla mezat konusunda her ne kadar tecrübesiz olsa da bu eşyaları satma isteğinin daha kuvvetli olması gerektiğini ve ona göre seyircide de aynı şekilde alma isteği uyandırması gerektiğini düşünüyorum. Özellikle sonunda bu hesaplaşmayı saçma bulması ve annesinin eşyalarını satmaktan vazgeçerek her şeyi toplayıp mezat alanından apar topar çıkması, oyuncunun satış aksiyonu ile daha da anlamlı kılınabilirdi. Genç kadının bu vazgeçişi seyirci olarak bizi de büyük bir boşlukla yüzleştiriyor. Sahnenin bir anda tamamen boş kalması, biraz önce tanık olduğumuz Açelya’nın hikayesinde hissettiğimiz tüm duyguların karmaşasıyla ve sonunda ölümün getirdiği o ıssız boşlukla baş başa bırakıyor bizi.

Çocukluktan aldığımız miraslar, ebeveynlerle ve özellikle annemizle olan ilişkilerimiz, yetişkinlik hayatımızda onlardan aldığımız hem olumlu hem de olumsuz özelliklerimiz, onlardan öğrendiklerimizle kurmaya çalıştığımız ilişkilerimiz ve iyileşemeyen travmalarımıza ayna tutan “Hatırlarsanız Mahremiyet Demiştik” oyunu derin ve duygu yüklü metniyle önemli aydınlanmalara götürüyor bizi. Yaşam Özlem Gülseven’in büyük bir incelikle yazılmış metni, Ozan Ömer Akgül’ün minimal rejisiyle bütünlük içinde işlemiş ve Tuğba Sorgun’un oyunculuğu ile birleşerek iyi ki seyirciyle buluştu dediğim bir iş olmuş. Alkışları bol olsun!

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Rumeysa Ercan

Yanıtla