Panel: Kültürel Çoğulcu Perspektif ve Örgütlenme Deneyimleri

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Tarih: 4 Aralık 2022

Yer: Boğaziçi Üniversitesi Demir Demirgil Salonu (ÖFB)

Düzenleyen: BGST, BÜO, BÜFK, Mimesis

Etkinlik Komisyonu: Alişan Akpınar, Aysel Yıldırım, Beyzanur İyitütüncü, Diler Özer, Maral Çankaya

Moderatör: Esra AŞAN

Konuşmacılar: Diler ÖZER, Alişan AKPINAR, Fırat GÜLLÜ

Sunuş

Merhaba. ‘Kültürel Çoğulcu Perspektif ve Örgütlenme Deneyimleri’ başlıklı ikinci panelimize hoş geldiniz. Ben Artizan-Toplumsal Araştırmalar Komisyonu’ndan Esra Aşan. Ömer Faruk Kurhan’ı anma amacıyla bir araya geldiğimiz bugünde, kendisinin alan çalışmalarında, örgütlenme çalışmalarında öncelikli bir yere sahip olan ‘kültürel çoğulculuk’ yaklaşımını sanat ve yayıncılık alanı üzerinden ele alacağız. Ömer Faruk Kurhan’ın kültürel çoğulculuk perspektifiyle yaklaştığı pek çok çalışma alanı oldu ve hayatı boyunca bu perspektifle hareket etti. Biz bu panelde üç deneyim üzerinden konuşacağız: Bunlardan biri 1990’lı yıllarda Boğaziçi Üniversitesi içinde gündeme gelen Kardeş Türküler Projesi. Diğeri İstanbul Alternatif Tiyatrolar Platformu’yla ilişkili olarak gündeme gelen Kültürel Çoğulcu Tiyatro Günleri. Üçüncü olarak da Ömer Faruk Kurhan’ın Kürt aydınlanması çalışmaları, toplumsal aydınlanma çalışmaları içinde yer aldığı yayıncılık deneyimleri.

İçinde yaşadığımız dünya çok farklı kültürel çeşitliliğe, dilsel çeşitliliğe, inanç çeşitliliğine ev sahipliği yapıyor. Türkiye de aynı şekilde kültürel, dilsel ve inanç çeşitliliğine sahip bir ülke. Ancak bu çeşitlilik ne dünyada ne de Türkiye’de eşit bir zeminde, özgürlükler zemininde ele alınmaktan çok ulusal egemenlik çerçevesinde ele alınan bir mesele oldu; çatışma, tahakküm, iktidar ile ilişkili bir konu oldu. Bu, kapitalist dünya sistemini yöneten ulus devletlerin yapısıyla da ilişkili bir konu.

Ulus devletlerin kendini homojen ya da tek bir ulus üzerinden tanımlamaları bir kurgudur. Çünkü bu devletlerin sınırları içinde dilsel, kültürel çeşitliliğe sahip gruplar, topluluklar vardır. Konjonktürel olarak güçlü olan, ulus devlet kuran, iktidarı elinde tutan topluluğun; diğer toplulukların, etnik grupların iktidara ortak olmaması için onlarla kurduğu ilişkiler farklılık gösterir. Bu ilişki biçimlerinden birincisi; bu cemaatlerin/grupların varlığını şiddetle bastırmak, sayılarını azaltmak olabilir. Mesela, Osmanlı’da Ermenilere, Cumhuriyet döneminde Rumlara yapıldığı gibi ya da Kürtlere yapılmak istendiği gibi. İkinci Dünya Savaşı’nda Yahudilere, Çingenelere yapıldığı gibi. Fiziksel olarak yok etmenin yani öldürmenin ya da göçe zorlamanın iktidarlar açısından etkili sonuçları olabilir ancak sürekli olarak imha yöntemini kullanmak ya da göçe zorlamak sürdürülebilir bir durum değildir.

İkinci olarak bu grupları kontrol altına almanın başka bir yöntemi asimilasyon olabilir. Asimilasyon, güçlü bir cemaatin, etnik grubun daha az güçlü cemaatleri/etnik grupları ezmesi ve bu sorundan daha az güçlü olanları, kendine benzetmesiyle kurtulmayı amaçlamasıdır. Bu modelin temel amacı egemen ulusun dışında kalan toplulukların kendi kültürlerini bir kenara bırakarak var olan egemen kültürle/ kimlikle özdeşleşmesidir. Ulus devlet bu sorundan böylece kurtulabilir. Ulus devletlerin yönelimlerinden biri de tek bir ulusu kurucu unsur olarak alırken diğerleriyle onları azınlık statüsüne alarak ilişkilenmesidir. Bu, yok etmek ve asimile etmekten daha ‘insani’dir. Azınlık statüsü, diğer ulus devletlerle ilişkiler çerçevesinde de gündeme gelir. Peki, bir cemaat, topluluk asimile olmak istemezse ne olur? Burada bir direniş başlar ve tekrar şiddet siyaseti, fiziksel olarak yok ederek sorunu çözmeye çalışma ya da iktidardakiler açısından kendi pozisyonlarını koruyacakları başka arayışlar devreye girebilir. Bu iki örnekte de çokkültürlülüğe, toplumların çoğulculuğu anlayışına yer yoktur. Topluluklara ya fiziken yok olmak ya da asimile olmak ikilemini dayatır. Ama dünyada yok etmeyle ya da asimilasyonla tüketilemeyecek kadar zengin ve dirençli gruplar vardır. Ve ulus devletler bu grupların varlığını bir noktada kabul etmek zorunda kalır. Özellikle çeşitli göçmen grupların bu ülkelere gelmesi ve oraların kalıcı unsurlarına dönüşmesi yeni tartışmaları kışkırtır.

‘Çokkültürlülük’ meselesinin hem Batı’daki devletlerin hem de toplumların gündemine daha yoğun bir biçimde girmesi 1960’lardan sonra, 1970’lerin başlarında olur. ‘Çokkültürlülük’ konsepti dünyada bundan sonra yaygınlık kazanır. Batı’da çokkültürlülük tartışmalarının çıkışının, gücünü ırkçılık karşıtı, sömürgecilik karşıtı hareketlerden aldığını söylemek yanlış olmaz. Yine bu kavramın ‘70’lerden sonra tartışılmasında ‘68 devriminin büyük etkisi vardır. ‘68 devriminin öne çıkardığı insan hakları, özgürlük anlayışı, ırkçılık, sömürgecilik karşıtlığı topluma bakışı değiştirmiş ve yeni toplumsal vizyon arayışlarını beraberinde getirmiştir. Devletler buraya çokkültürcülük politikaları ile çözüm üretmeye çalışır. Çokkültürcülük, kabaca “belli grupların toplulukların, belli bir üst kültürden dışlanmaları karşısında oluşan mağduriyetleri gidermeyi/telâfi etmeyi amaçlayan politikalar/yaklaşımlardan biri” olarak değerlendirilebilir. Özellikle de bir ulus devlet içindeki etnik azınlıkların ya da göçmen toplulukların egemen kültürle ilişkisi bu tartışmaların merkezini, ana eksenini oluşturur.

Burada genellikle amaçlanan bir cemaati/topluluğu tanıyarak onun alanını daraltmaktır. Özellikle göçmen meselesi üzerinden sık sık duymaya başladığımız bir kavram da entegrasyondur. Asimilasyoncu yaklaşımdan entegrasyoncu yaklaşıma geçilir. Topluluğu egemen kültürle özdeşleştirme yerine egemen kültürle bütünleştirme amaçlanır. Burada iktidarı elinde tutan cemaatin cokkültürlülük diskuruna ihtiyacı vardır. Entegrasyon, günümüzde ulus devletlerin özellikle göçmen meselesiyle karşılaşmalarında başvurdukları bir kavram. Küreselleşen dünyada egemen kültürün dışında kalan kültürlerin, cemaatlerin varlığını kabul ediyoruz. Egemenler onları kendine benzetmeyi, kendiyle özdeşleştirmeyi başaramadığında entegrasyonu devreye sokuyor. Dışarıdan geleni, yabancı olanı kendine entegre etme, kendi toplumuyla bütünleştirme, tabii belli bir hiyerarşi içerisinde, kontrol ve denetim içerisinde gerçekleşiyor. Bunun uzun vadeli sonucu asimilasyon olabilir. Olmasa da o cemaatler egemenin kodlarını kabul ettiğinde kendi adacıklarında var olabilir. Dilini, kültürünü –çizilen sınırlar içinde- kullanabilir, yaşatabilirler. Burada geliştirilen çokkültürcülük politikalarında, kültürel çeşitliliğin eşitlikçi ve özgürlükçü bir biçimde ele alınmadığını tekrar belirtelim. Üst kültüre/kimliğe göre belli bir hiyerarşi söz konusudur.

Bununla ilişkili bir biçimde dördüncü olarak karşımıza çıkacak olan kavramlar altkültürleştirme veya altkültürcülük. Üstkültür veya egemen kültür tarafından varlığı kabul edilen topluluklar belli bir noktaya kadar kendi kültürlerini yaşayabilir, yaşatabilir. Egemenin kodlarını kabul ettiğinde kendilerine çizilen sınırlar içinde altkültür grupları olarak var olabilir.

Çokkültürcülük politikaları hem ulus devlet açısından hem de topluluklar açısından çok boyutlu meseleleri beraberinde getirir. Mesela bu grupları da ilgilendiren kararları kim, nasıl alacaktır? Ya da bu grupları doğrudan ilgilendiren konularda nasıl karar alınacak? Anadillerinde eğitim hakkı mesela nasıl değerlendirilecek? Ya da kimi yerde grupların iç meselesi diyerek devlet, müdahale etmemeyi seçebilir. Bu durumda yaşanan insan hakkı ihlallerine nasıl yaklaşılacak? Diyelim ki, o grup içinde çocuk evliliği meşru, erkek çokeşliliği meşru, oğlan çocukların sünneti meşru, kız çocukların sünneti meşru, kız çocuklarının okutulmaması, kadının ona tecavüz eden erkekle evlendirilmesi o kültürün bir parçası, o kültür içinde kadına şiddet kabul edilebilir, eşcinsellere yönelik şiddet kabul edilebilir. Örnekleri çoğaltabiliriz. Bu durumda ‘bunlar, grupların kendi kültürüdür’ denebilir mi? Bu gruplar egemen iktidarın başına dert açmasın diye kendi içlerindeki tahakkümcü ilişkilere göz yumulabilir mi? Dolayısıyla kültür ve geleneğe müdahale ne ölçüde yapılabilir? Bu, tabii ki yeni kriterlerin de müzakere edilmesini beraberinde getirecektir. Öyle ki, çokkültürlülük tartışmalarını kadın hakları açısından ele aldığımızda sorgulanması gereken pek çok farklı başlık da karşımıza çıkar ve bu, büyük iktidar dengelerinin erkek egemen yapısıyla da ilişkilidir.

Çokkültürcü yaklaşım, bu sorunları anlamak ve onlarla baş etmek için doğru araçları sağlamamaktadır. O zaman hangi yaklaşımı benimsemeliyiz? Kültürel cemaatler/topluluklar ve aralarındaki ilişkiler hakkında yeni bir vizyona ihtiyacımız var. Hangisini seçmeliyiz? Asimilasyoncu yaklaşıma mı, ayrılıkçı yaklaşıma mı destek vermeliyiz? Entegrasyoncu politikaları mı destelemeli, altkültürcü yaklaşımları mı, çokkültürcülüğü mü savunmalıyız? Ya da başka bir şey mi aramalıyız?

Az önce verdiğim örnekler eşitlik, dayanışma, karşılıklı etkileşim ve özgürlük ilkeleri üzerinden şekillenmiyor. Peki farklı kültürlerin, kimliklerin etkileşimi, eşitlik, dayanışma ve özgürlük ekseninde nasıl kurulabilir? Ömer Faruk Kurhan’ın da benimsediği ve geliştirilmesine katkı sunduğu ‘kültürel çoğulculuk’ yaklaşımı bu arayışa tekabül eder. Buna birazdan konuşmacılarımızla birlikte değineceğiz.

Çokkültürlülük Türkiye’de ne zaman ve nasıl tartışılmaya başlandı?

Çokkültürlülük konsepti dünyada yaygınlık kazanırken Türkiye’de bu tartışmalarının gecikmeli olarak 2000’li yıllardan sonra yaygınlaştığını görürüz. Bunda tabii ki Türkiye’nin AB üyeliği süreci etkili olacaktır. Bunun yanında ‘90’lı yıllardan itibaren Ortadoğu’da değişen dengelerin de etkisi vardır. Ayrıca Türkiye’nin iç dinamikleri de bu tartışmalara uygun bir zemin hazırlamıştır.

12 Eylül askeri darbesi koşullarında geçen ‘80’li yıllar ve ‘90’larda Kürtlerle yaşanan iç savaş dönemi, Türkiye’deki ulus devlet yapılanmasının yaygın bir şekilde sorgulanacağı bir dönem değildi. Türkiye toplumunun çoğulcu yapısını ele alan tartışmalar, çalışmalar tabii ki vardı: Mesela yayıncılık alanında Belge Yayınlarının yayınladığı kitaplar Türkiye’deki kültürel çeşitliliği tanıtmaya çalışıyordu, Lazca, Ermenice, Kürtçe, Rumca yayınlar vardı. ‘90lı yıllarda Boğaziçi Üniversitesinde yapılan tartışmalar vardı.

Siyaset alanında ‘90’lı yıllar Kürt realitesinin varlığının kimi resmi ağızlar tarafından da telaffuz edildiği, ancak bu realiteyle teröre karşı savaş çerçevesinde ilişki kurulan yıllardı. Türkiye’de her ne kadar Kürtler yoktur dense de Kürtler vardı. Ortadoğu’da ve uluslararası alandaki gelişmeler Kürtlerin varlığını ve devletleşme hakkını tanıma yönünde ilerliyordu.

2000’li yılların başı, Türkiye’nin AB’ye girmesinin hayal olmaktan çıkıp olasılığa dönüştüğü yıllar oldu. Ancak Türkiye’nin AB’ye dahil olabilmesi için demokratik istikrara ihtiyaç vardı. 2000’lerde böyle bir zorunlulukla karşı karşıya kalındı. Demokratik istikrarın belirleyici unsurlarından birini de Kürt meselesinin çözümü oluşturuyordu. En azından sorunun çözümünde AB sürecine endeksli adımlar atılması gerekiyordu. Devletin, Kürtlerin kültür düzeyinde özgül haklara sahip bir grup olduğunu kabul etmesi bu konuda adımlar atması gerekiyordu.

Türkiye’de Kürt meselesinde askeri çözümün görece askıya alınması, 2000’li yılların başında ırkçılık ve milliyetçilik karşıtı bir gündem oluşmasına da uygun bir zemin sağladı. Nasıl bir barış olacağı, onurlu barışın ne olduğu bu dönemde tartışılan konulardandı. Kürt meselesinin çözümünün barışçıl olabilmesi için aynı zamanda Türk milliyetçiliği ile yüzleşilmesi, karşılaşma yaşanması gerekiyordu. Bunun sadece yüksek siyasetin meselesi değil ondan daha çok toplumun, toplumsal muhalefetin gündemi olması gerekiyordu. Ancak toplum ve var olan kurumlar buna hazır değildi. Kürt siyaseti de buna hazır değildi, çünkü varlığını kültürel çoğulcu bir toplum ekseninde değil, kendi ulus devletini oluşturma ekseninde kurmuştu. Sol da buna hazır değildi. Çünkü sol muhalefetin kendisine de milliyetçi bir karakter içkindi. Özellikle sol için etnik gruplar meselesi, kültür meselesi sınıfsal mücadeleye katkı sunduğu ölçüde -bir altkültür olarak kendini sınıf mücadelesine adadığı ölçüde- değerliydi ama onlara göre Kürtler, kendi kaderlerini tayin etmeye kalkarak sınırlarını aşmış ve sınıf mücadelesine bir ölçüde ihanet etmişlerdi. Ekonomik indirgemeci bu yaklaşım solun kültür meselesine yaklaşımını da şekillendiriyordu.

Toplumun çokkültürlülüğü meselesini, devletten ziyade, entelektüellerin gündemlerine nasıl aldığı, bu projeye nasıl yaklaştığı ve bunu hayata geçirebilmek için neler yapacağı konusu kritik bir yerde duruyordu. Entelektüel sorumluluk açısından… Mesela Kürtler özelinde, hak ve özgürlükler konusunda duyarlılık geliştirmiş olan Kürtler, taleplerini ifade ediyordu. Geri kalanlar ya seyrediyor ya da buna karşı çıkıyordu.

Ömer Faruk Kurhan, milliyetçilik meselesini ve kültürel çoğulculuk tartışmalarını ‘90’lı yıllarda gündeme getirmişti. Bununla beraber şu soru da önemliydi. Milliyetçilikle yaşanan karşılaşma sadece kötü şeyleri reddetmekle mi sınırlı kalacak yoksa bunun pozitif, yapıcı amaçları olacak mı? Kültürlerin ve halkların ilişkileri rekabet, çatışma ve düşmanlık zemininde değil dayanışma, dostluk, kardeşlik zemininde ilerleyemez mi? Bu tartışma önemlidir. Çünkü Batı’daki çokkültürcülük politikalarında kültürel çeşitliliğe yönelik eşitlikçi bir yaklaşım öne çıkmıyordu. Çoğu zaman bu kültürler sabit, değişmez yapılarmış gibi görülebiliyordu. Ya da birbirleriyle ilişki geliştirmeyen, içlerine kapalı yapılarmış gibi görülebiliyordu. Ancak hayatın gerçekliği böyle değil. Kültürel yapıların, grupların kendine özgü özellikleri olduğu gibi, birbirleriyle ilişkileri, geçişkenlikleri de bulunuyor.

Ömer Faruk Kurhan çok yönlü bir entelektüel olarak toplumsal hayata değen her meseleye ilgi örgütleyen, yazılarıyla konuşmalarıyla ufuk açıcı tartışmalar yapan ve bunu üretim süreçleriyle somutlayan biriydi. 2000’li yılların başında yazdığı yazılarda da bu tartışmalara eleştirel ve sorgulayıcı yaklaşımlar geliştirir. İlk dönemde yazılarında çokkültürlülük kavramını kullanırken Batı’daki yaklaşımları da eleştirel biçimde sorgular. 2004-2005 sonrası yazılarında da çokkültürlülük ve kültürel çoğulculuk ayrımını yapar. Kültürel çoğulculuk, kültürlerin çokluğunu ifade etmenin yanında başka bir tavrı, kültürlerin ortak ve bütünlük içeren bir sistem kurmalarını da imâ eder. Milliyetçi paradigmanın yarattığı sorunların aşılabilmesi için Türkiye toplumunu oluşturan hakların tanınması bir başlangıçtı ama yeterli değildi. Halklar arasında diyaloğun ve yakınlaşmanın artması gerekiyordu. Bunun için de eşitlikçi ve katılımcı bir yaklaşıma ihtiyaç vardı.

Bugünkü buluşmamızda kültürel çoğulcu arayışa dair Ömer Faruk Kurhan’ın da içinde yer aldığı dans, müzik, tiyatro ve yayıncılık alanlarında üç çalışmayı, örgütlenmeyi ele alacağız.  İlk olarak Diler Özer’in bahsedeceği Kardeş Türküler Projesi (KTP), kültürel çoğulculuk çerçevesinde ‘90’lı yıllarda gündeme geldi. Kurucu üyelerden olan Diler Özer halen projenin yürütücü kadrosunda perküsyoncu ve düzenlemeci olarak yer almaktadır. Projeyi öneren Ömer Faruk Kurhan’ın belirttiği gibi KTP, kültürler arası ilişkinin çatışmacı ve dışlayıcı olmaktan çıkarılması ve kültürel çoğulculuğu muhafaza eden birliktelik olanaklarının araştırılmasıdır. Onu deyişiyle KTP “Müzik ve dans aracılığıyla, dilsel olarak birbirinden kopuk ve bağdaşmaz görünen kültürlerin pekâlâ yan yana getirilebileceğini, kültürel çeşitliliğin ve çokluğun ortak bir insani zemin üzerinden yaşatılabileceğini göstermek istiyordu.” Projeyi bugün de özgün kılan sadece kültürel çeşitliliği vurgulaması değil, kültürlerin diyaloğundan ve birlikteliğinden yana bir tavır almasıdır. Bu ihtiyaç bugün de devam ediyor.

Az önce de belirttiğim gibi 2000’li yıllar kültürel çoğulculuk alanında entelektüel sorumluluğun kendini dayattığı yıllardı. Türkiye’nin kültürel çoğulcu yapısı karşısında bunu görmezden gelmeye devam mı edeceğiz, görüp seyirci mi kalacağız? Bakalım devlet ne yapacak deyip bekleyecek miyiz, yoksa bu konuda inisiyatif alıp kendi kurumlarımızı, örgütlenmelerinizi mi oluşturacağız? Aydınlanmacı tavır bu konuda inisiyatif alıp kendi kurumlarımızı kurmayı meydanı çözüm karşıtlarına bırakmamayı gerektiriyordu.

Fırat Güllü’nün detaylı bir biçimde aktaracağı Kültürel Çoğulcu Tiyatro Günleri 2000’li yıllarda gündeme geldi. Bu buluşma tiyatro sanatı üzerinden Türkiye halkları arasındaki diyaloğun ve yakınlaşmanın artmasını amaçlıyordu. Fırat Güllü tiyatroya Boğaziçi Üniversitesi Oyuncularında başladı. Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğunda kuruluşundan itibaren çeşitli görevler aldı. Mimesis Dergisi ve Mimesis Sahne Sanatları Portalinde editörlük ve yazarlık sorumlulukları aldı. BGST Yayınları kapsamında yazarlık, çevirmenlik ve editörlük görevleri aldı. Bir dönem Amatör Tiyatro Çevresi ve Alternatif Tiyatrolar Platformu’nda aktif görev ve sorumluluklar almıştır. Halen Kültürel Çoğulcu Tiyatro Günleri’nin organizasyonunda aktif sorumluluk almaktadır.

Bu konudaki bir diğer örgütlenme çalışması yayıncılık alanında yürütüldü. Alişan Akpınar da kültürel çoğulculuk projesi çerçevesinde yayıncılık alanında yapılan ve Ömer Faruk Kurhan ile kendisinin de dahil olduğu çalışmaları Aram Yayınları, Demokratik Aydınlanma Platformu, Kültürel Çoğulcu Gündem Sitesi ve BGST Yayınları deneyimleri üzerinden bizlerle paylaşacak.  Alişan Akpınar Artizan Kültür-Sanat topluluğu üyesidir ve 19. Yüzyıl Osmanlısında Kürt ve Alevi topluluklar üzerine çalışmalar yapmaktadır. Ayrıca 2000’li yılların başında Aram yayınları ve Eğitim-Sen’de Ömer Faruk Kurhan’la birlikte demokratik aydınlanma çalışmalarında yer almıştır.

Bu tartışmalara ve örgütlenmelere bugünden baktığımızda neleri gerçekleştirip neleri eksik bıraktığımızı, bu örgütlenmelerin karşılaştığı sorunları, içeriden ve dışarıdan gelen dirençleri de görme imkânı bulacağız. Tartışma bölümümüzde bu noktaları detaylandıracağımızı umuyoruz. Hepinize katılımınız için teşekkür ederek sözü Diler Özer’e bırakıyorum.

1. Sunum:

KARDEŞ TÜRKÜLER PPROJESİ

Diler ÖZER

Kardeş Türküler Projesi (KTP), 1990’ların başında, Türkiye’de ve komşu coğrafyada kültürel kimlik mücadelesinin yükselmeye başladığı bir dönemde bir konser projesi olarak ortaya kondu. Kurulduğu günden bu yana ‘halkların kardeşliğini’ ve ‘farklılıklara saygı duyarak birlikte yaşamayı’ savunan KTP, ortak bir coğrafyada şekillenen kültürel/müzikal geleneklerin, tektipleştirici ve milliyetçi bir bakışın dışından belgelenmesi ve paylaşılmasına katkı sağlamaya çalıştı. KTP bu mirasın gün ışığına çıkarılması ve zenginliğinin vurgulanmasının yanı sıra yeni arayışlarla yeniden üretilmesinin önemine de vurgu yaptı ve çalışmalarını bu anlayış içinden şekillendirdi.

KTP’nin ortaya çıkış koşulları

‘80’lerin sonundan ‘90’ların başına kadar olan süreçte, Türkiye’de ve dünyada yaşanan birçok değişime tanık olduk. Özellikle, 1989-91 yılları arasında SSCB ve tüm Doğu Bloku’nun yıkılması, eski Yugoslavya’nın dağılması ve ardından Balkanlar’da yaşanan çatışmalar ve Irak’ın 1990’da Kuveyt’i işgal etmesinin ardından yaşanan ilk Körfez Savaşının etkilerinden bahsetmek gerekir. Bütün bunlar, uzun yıllar içinde gelişen uluslararası siyaseti alt üst etti. Elbette muhalif hareketler ve kültürel alan da bu gelişmelerden etkilendi. Eski muhalefet biçimleri ve evrenselci söylem, toplumdaki artan çeşitlilik ve çoğulluk içinde cevap üretme yeteneğini kaybetmiş oldu ve böylece bu eski tarzların yerini ‘90’larla birlikte kimlik temelli söylemler almaya başladı.

1990’lı yıllarda Türkiye’de kültürel kimlik temelli muhalefeti hızlandıran en önemli gelişme kuşkusuz Türkiye ve Ortadoğu’da Kürt halkının yaşadıklarıyla doğrudan ilgilidir. 1990’ların başında, iç ve uluslararası baskıların bir sonucu olarak hükümet, o zamana kadar inkâr edilen Kürt varlığının tanınması konusundaki tutumunu yumuşattı. Örneğin, 1991’de Kürt müziği yasağı ‘resmen’ (pratikte varlığını sürdürse de) kaldırıldı (2932 sayılı Kanun). Bunu takiben, daha önce yasadışı olarak çoğaltılan Kürtçe albümler hızla müzik şirketleri tarafından üretilmeye başladı. Ancak 1. Körfez Savaşı’nın başlaması ve sonrasındaki süreçte hızla duruşlarını sertleştirdiler. Kürtlerin taleplerine ‘terörle mücadele’ adı altında verilen yanıt, 90’lar boyunca giderek daha şiddetli hale geldi.

Kürt kimliğinin tanınmasına yönelik mücadele kısa sürede diğer etnik kimlikler etrafındaki söylemi de etkilemeye başladı. Türkiye, uzun bir tarih içinde şekillenen dilsel ve kültür çeşitliliğe sahip bir coğrafyada yer alıyor ama o yıllarda çeşitlilikten bahsetmek o kadar kolay değildi. 1990’lı yıllarda Türkiye’de (sınırlı da olsa) bir değişim yaşandı ve bu, daha çok kültürel alanda, özellikle de müzik üzerinden görünür hale geldi. Kimlikler belki de ilk kez kamusal alanda, geniş kitleler tarafından konuşulmaya ve tartışılmaya başlandı.

1990’lı yıllara gelindiğinde KTP bu yeni konjonktürde kültürel politik bir tavır oluşturmak üzere Ömer Faruk Kurhan tarafından önerilerek gündeme getirilmiştir:

Madem ki üniversitelerin birer aydınlanma mekânı olmak gibi iddiası vardı, “Kürt sorunu” ile farkına varılan “mozaik” Türkiye gerçekliği, üniversite öğrencilerinin de inisiyatif alması gereken bir konu haline gelmeliydi.

Boğaziçi Üniversitesi Folklor Kulübü (BÜFK) içinde gündeme gelen KTP, o güne kadarki BÜFK geleneğini kısmen sahiplenme kısmen de bir özeleştiri üzerinden formüle edildi. ‘90’lara gelindiğinde BÜFK içinde dünya halk şarkılarının seslendirildiği bir koro pratiği hakimdi. Özeleştiri, Bgst yayınları tarafından 2008 yılında yayınlanan Kardeş Türküler: 15 Yılın Öyküsü adlı kitapta, Kurhan tarafından iki noktada özetleniyor: “i) Enternasyonalist bir motivasyonla ulusların kardeşliğini vurgularken, gerçekte ulus-devletlerin tanımladığı ve sınırlarını çizdiği ulus kategorilerine ve resmi folklor tanımlarına mı bağımlı kalıyoruz? ii) Vatandaşı olarak içine doğduğumuz ülkenin sınırları içinde var olmuş ve coğrafi olarak sınır ötesine de uzanan kültürel çokluğu ve çeşitliliği tanımadan, dünya        uluslarının kardeşliğini vurgulamak ne kadar anlamlı?”

BÜFK’te ‘90’ların başında, ‘70’lerin Anadolu pop/rock örnekleri üzerinden bir çalışma da sürdürülüyordu. Anadolu pop/rock, halk müziği ile saygılı bir ilişki kurması ve popüler müzik alanında halk müziğinin yaratıcı bir kaynak olarak değerlendirilmesi gerektiğini öne sürmesi anlamında, pekâlâ da örnek alınabilecek bir model sunabilirdi. Ancak, “etnik ve dilsel çeşitliliğe yer vermeyen, yerel tavırları ve icra biçimlerini dışlayan Cumhuriyetin modernist paradigmasını sahiplenmesi” (a.g.e). nedeniyle eleştirildi. Benzer bir eleştiri, ‘80’lerde önemli çıkışlar yapan politik müzik grupları ve şemsiye bir terim olarak ‘özgün müzik’ diye tanımlanan dönemin protest müziği için de geçerliydi.

Böylece KTP, “1990lar Türkiyesinde yapıcı bir açılıma hizmet edebilecek kültürel çoğulcu bir perspektifi halk müziği alanından başlayarak hayata geçirmek ve yaymak üzere önerildi” (a.g.e).1993 yılındaki ilk konserde, kutuplaştırılmaya çalışılan halkların şarkılarına yer verilmesi ve bu doğrultuda Azerice-Ermenice ve Türkçe-Kürtçe halk şarkılarının yanyana getirilmesi tesadüf değildi: “Müzik ve dans aracılığıyla, dilsel olarak birbirinden kopuk ve bağdaşmaz görünen kültürlerin  pekala yan yana getirilebileceğini, kültürel çeşitliliğin ve çokluğun ortak bir insani zemin  üzerinden yaşatılabileceğini göstermek istiyordu” (a.g.e.).

Müziğin çok anlamlı ve açık uçlu yapısı çoklu okumalara olanak sağlar. Müzik her sanat dalı gibi içinde ütopik bir unsur içerir ve (genel olarak sanat) yaşamın potansiyelliklerine kapı açar. Sahnede ve salonda yaşanan ortak deneyim aracılığıyla, kardeşlikten barıştan yana farklı bir tavrın da mümkün olabileceğine dair umudu yükseltir. Kardeş Türküler projesi tam da bu umudun dile getirilmeye başladı bir dönemde önemli bir deneyime işaret eder.

Bu deneyimde BÜO ve BÜFK içinde “dans-müzik-tiyatro alanlarında faaliyet yürüten ve kulüpler arası dayanışmacı bir öğrenci ağının varlığının altını çizmek gerekir” (Kurhan, 2008). Bu sayede konserlerin -sesten ışığa, kostümden dekora, sahne aksiyonlarından konuşmalara kadar- bir sahne sanatı olarak bütünlüklü bir şekilde ele alındığı ve bir nevi ‘müsamere’ olmaktan çıkarıldığı bir çalışma disiplini de yerleşmiş oldu. Yine ilk dönem çalışmalarında, müzik alanındaki donanım eksikliğini gidermek için temel müzik eğitim çalışmalarından repertuar seçimine kadar pek çok konuda destek veren Ahmet Altınel ve Özcan  Sönmez gibi müzisyenlerin katkıları, KTP’nin şekillenmesi açısından çok önemli olmuştur.

90’ların müzikal-kültürel ortamı

‘90’lı yıllarda toplumda önemli bir kültür değişimine tanık olduğumuzu söylemek yanlış olmaz: Çok sayıda kültür merkezi (Mezopotamya Kültür Merkezi gibi) açıldı; yayınevleri (Aras YayıneviBelge-Mare Nostrum Yayınları gibi) etnik ve kültürel çeşitliliği konu alan yayınlara yer vermeye, farklı dillerde dergi ve gazeteler (Agos gibi) çıkarılmaya başladı; çeşitli televizyon kanalları ve radyo istasyonları hem yerel hem de ulusal ölçekte yayına başladı; toplumun çeşitli kesimlerini bir araya getiren kutlamalar ve festivaller (şenlikli muhalefet) yapılmaya başlandı, yeni müzik firmaları kuruldu ve yeni müzisyenler/gruplar sahne almaya başladı. Bununla birlikte, yaşadığımız coğrafyadaki kültürel çeşitliliğin en çok müzik alanında kendini gösterdiğini söylemek mümkündür.

‘90’ların bu yeni kültürel-politik iklimiyle birlikte birçok genç müzisyen ya da araştırmacı, öncelikle bu kültürel mirası ortaya çıkarmak ve belgelemek için kendi memleketlerine veya farklı alanlara giderek çeşitli derlemeler ve hikâyelerle döndüler. Kalan Müzik gibi yapım şirketlerinin kurulmasıyla birlikte bu eserler arşiv dizileri halinde yayınlanmaya başladı; eski plaklar bulunarak yeniden yayınlandı; yaşayan geleneksel icracılar (Neşet Ertaş, Aşık Mahzuni Şerif gibi) stüdyo ortamlarında yeniden kayıt altına alındı. Öte yandan amatör/profesyonel pek çok müzisyenin veya müzisyen adayının karşısında duran önemli bir soru şuydu: “Geleneksel malzemeye dayalı nasıl ‘yeni’ bir müzik üretimimiz olacak?” Bazıları, geleneğin olduğu gibi, yani bozulmadan ve ‘otantik’ durumunu koruyarak icra edilmesi gerektiğini savundu. O dönemde genelde kurumlar, dernekler ya da kültür merkezleri çatısı altında yürütülen çalışmalar bu tutumun örnekleriydi. Elbette bunun anlaşılır yanları da var: Uzun süredir halkların adı bile telaffuz edilmeden sömürülen bir kültürel-müzikal mirastan bahsediyoruz. Ancak hiçbir tekrarın bir önceki gibi olamayacağı gerçeğini de gözden kaçırmamak gerekir. Bu noktada önemli olanın geleneğin kültürel aidiyetiyle bağını koparmamak olduğunu ve o geleneğe ilişkin temel özellikleri koruyarak (ana dilde söylemek, karakteristik enstrümanların kullanımı, vb.) bir yeniden-üretimin mümkün olduğunu söyleyebiliriz.

Bu dönemde, geleneğe dayalı ve öte yandan kendine has bir müzik dili oluşturma çabaları oldukça önemli bir yerdeydi. Bu noktada müzik tarzları açısından bir farklılaşma söz konusudur. KTP’nin de içinde bulunduğu bir kesim (Kardeş Türküler, Koma Amed, Birol Topaloğlu, Knar vb.) farklı kültürlerin müziklerini kendine has özellikleriyle yani dilsel, kültürel ve bölgesel değerlere bağlı kalarak icra ederek müzikal bir tavır oluşturmaya çalıştı. Bu çalışmalar özellikle akustik enstrümanların icrasına dayalıydı (bununla beraber zaman içinde bas gitar, elektrik gitar gibi elektrikli enstrümanlar da devreye girdi). Diğer grupta ise rock altyapısına dayalı, o kültürü temsil eden geleneksel bir veya iki enstrümanın çoğunlukla melodi enstrümanı olarak kullanıldığı grup müziği anlayışı yaygındı. Zuğaşi Berepe gibi kimi Karadeniz rock grupları ve Kürtçe müzik icra eden komlar bu kesime örnektir. Müzik tarzları nasıl olursa olsun, tüm bu grupların ortak özelliği; aslen vokal icralarında daima dilsel, bölgesel ve yerel özelliklere bağlı kalmalarıdır. Dil ve kültür, müzik aracılığıyla yaşatılmaya çalışılmıştır. Tüm bu gruplardan farklı olarak Kardeş Türküler tek veya bölgesel bir etnik kültüre odaklanmayıp, çeşitli kültürlerin müzik ve danslarını bir arada ele alarak, farklılıklar ve benzerlikleriyle kültürlerin bir arada yaşadığı ortak bir toplum tasavvurunu temel almıştır.

KTP’nin kültürel çeşitliliğe yaptığı vurgu, en çok kaynak ve repertuar çeşitliliği anlamında gözler önüne serilir. Repertuar oluştururken öncelikle bir araştırma faaliyetinin içinden hareket edilmiş, geleneksel müziğe dair çeşitli kayıtlara ve özellikle kişisel-kurumsal arşivlere baş vurulmuş, hatta zaman içinde ortak çalışmalar da gündeme gelmiştir. Örneğin, Kardeş Türküler (1997) albümünde yer alan ‘Fadikê’ ve ‘Dûzgin Bawo’ Metin-Kemal Kahraman arşivinden, Doğu (1999) albümünde yer alan ‘Nevruz Türkü’ (Tenekeci Mahmut) Kalan arşivinden alınmış; yine Doğu (1999) albümünde yer alan ‘De Bila Bêto’ Mezopotamya Kültür Merkezi (MKM) çevresi ve özellikle Koma Amed ile yürütülen ortak çalışmaların neticesinde ortaya çıkmıştır. Ermeni müziği alanında özellikle Knar grubunun müzikal çalışmaları ön açıcı olmuştur. Aras Yayınevi ve Agos gazetesi çevrelerinin arşivsel ve pratik katkılarının yanısıra, kurulan dayanışmacı ilişkinin de KTP’nin serüveninde çok önemli bir yerde durduğunu söylemek gerekir.  Geleneğin icracısı müzisyenlerin repertuarlarına baş vurulmuş, örneğin, Diyarbakırlı müziysen Onnik Dinkçiyan’dan Bingöl (Doğu, 1999) KTP repertuarına girmiştir. Halk ozanlığı geleneğinden gelen çeşitli müzisyen-derlemecilerin (örneğin, Gomidas’ın) derlemeleri; Alevi müziği geleneği ve geleneğin içinden çıkan yenilikçi çalışmalar; Âşık Mahzuni, Neşet Ertaş, Şivan Perwer gibi icracıların yorumları; Nizamettin Ariç ve kendisinin epizodik hikayelemeci anlatımı ile Kürt müziğinde açtığı kanal gibi kaynaklar ve etkiler KTP repertuarının oluşumunda önemli yer tutar. KTP soundunun oluşumunda, ilk dönem için özellikle ‘Deniz Koydum Adını’ albümü ile birlikte Metin-Kemal Kahraman’ın çalışmalarından; özellikle vurmalı çalgılar alanında yenilikçi ve öncü denemeleriyle Okay Temiz’in etkisinden; geleneğe dayalı çok sesli vokal kullanımları ile birlikte geleneksel enstrümanların, özellikle def’in merkezde olduğu bir müzikal dile dair ipuçlarını sunan Kamkarlar grubunun etkisinden de özellikle bahsetmek gerekir. Bunların yanı sıra, ‘World Music,’ ‘dünya müziği,’ ‘etnik müzik’ etiketiyle devreye giren albümler aracılığıyla dünya halklarının müzikal gelenekleri de bu dönemde hayatımıza girerek kaynak çeşitliliğine katkı sunmuştur.

Sonuç olarak; ‘90’larla birlikte, o zamana dek yasaklanmış olan dillerdeki halk şarkıları/türküler bu kez şehirlerde, sahnelerde, albümlerde başka bir bağlam içinde yeniden ortaya çıkarak, ‘yeni’ dönemin ‘muhalif’ müziği oldular.

Kardeş Türküler Projesinin yolculuğu ilk çıktığı ‘90’lı yıllardan beri büyüyerek ve çeşitlenerek devam etti; bugün de hâlâ yeni arayışlar içinden şekillenmeye devam ediyor. Ancak kısıtlı bir süre içinde, aslen ‘90’lı yıllara odaklanarak KTP’nin kuruluş temayüllerini aktarmaya çalıştığım bu sunum ‘90’lı yılların sonuyla birlikte nihayetleniyor. 2000’li yıllar ve sonrası ise başka bir sunumun konusu. Hepinize dinlediğiniz için teşekkür ederim.

2. Sunum:

ÖMER FARUK KURHAN ve KÜLTÜREL ÇOĞULCULUK BAĞLAMINDA GÖSTERİ SANATLARI

Fırat GÜLLÜ

Ömer Faruk Kurhan, Tiyatroda 20 Yıl adını taşıyan kitabının 11. bölümünde şunları yazar:

2000’li yıllara girerken kültürel çoğulcu ve okullaşmayı temel alan bir çerçevede yeniden yapılandırılacağını düşündüğüm Kürt tiyatrosu bölgesinde eğitim-araştırma ağırlıklı sorumluluklar alma hedefim vardı. (…) 1990’lardaki zorunlu göç dalgasının ardından İstanbul gibi şehirler kültürel çoğulcu bölgeler olmaya çoktan aday hale gelmişti. Kaldı ki okullaşma çokdilli olmaya müsait olduğu gibi aynı zamanda buna mecburdur. (…) Türkiye’de yurttaşlık ölçütlerinin kültürel çoğulcu bir içerik edineceği bir aşamaya geçme sancılarının artacağı yeni bir döneme giriliyordu. Bu dönemde kültür-sanat etkinliklerinin hiç olmadığı kadar kritik bir önem kazandığını ve birleştirici olma adına oynayabileceği rolü kim inkâr edebilirdi?” (Kurhan: 2007, 96).

Kurhan, tam da alıntıda belirtildiği gibi, 2000’li yılların başlangıcında bir dizi gazete yazısıyla tiyatro camiasına seslenerek, birlikte kültürel çoğulcu bir gösteri sanatları paradigması inşa etme çağrısı yapmıştı: “Günümüzde devletlerin siyasal sınırlarını homojen ulus ve homojen kültür temelinde kurgulamaları iyiden iyiye geçerliliğini yitirirken, ‘çokkültürlülük’ konsepti yaygınlık ve kuvvet kazanıyor. (…) Çokkültürlülük projesi çerçevesinde özellikle sanat alanında yapılabilecek çok şeyin olduğu söylenebilir. Dünyada birçok öncü sanatçının çeşitli alanlarda coğrafi ve etnik çeşitliliği temel alan arayışlara girdiği, hatırı sayılır sonuçlara ulaştığı unutulmamalıdır.” ( Kurhan: 32.06.2000)

Çokkültürlülük kavramını ele alırken Kurhan’ın üzerine tespitler yaptığı ana konulardan biri de Türkiye’de gösteri sanatları alanında yaşanan açmazlardı:

Dünya tiyatro literatürünü izleyenler gündemdeki en belirgin temalardan birinin ‘kültürlerarasılık’ olduğunu bilirler. (…) Kültürlerarası araştırma söz konusu olduğunda Türkiye tiyatrosunda mevcut eğilim baskın biçimiyle şu yöndedir: Türkçe tiyatro yapanlar postmodern ve kültürlerarası araştırmayı kışkırtıcı bir evrede olduklarını hissediyorlar ama yerel ölçekte bu araştırmayı yapmaktan açıkça çekiniyorlar; Kürtçe tiyatro yapanlar zorlu ve gecikmiş bir modernleşme mücadelesi verirken kültürlerarası araştırma için gerekli motivasyonu kendilerinde bulamıyorlar; köklü bir geleneğe sahip olmalarına rağmen resmi azınlık statüsü taşıyan bazı toplulukların tiyatroları ise, kamusal alanda görünmeleri hâlâ riskli olduğundan, içe kapanıklığı üzerlerinden atamıyorlar. Türkiye’de yerel çokkültürlülük teğet geçilmeden dünya tiyatrosunun gündeme getirilmesi ciddi bir ihtiyaçtır. (Kurhan: 30.06.200)

Bu alıntılardan da yola çıkarak, Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu (BGST) içerisinde Ömer Faruk Kurhan’ın öncülüğünde 2000’li yılların ikinci yarısında başlayacak olan kültürel çoğulcu tiyatro çalışmalarının perspektifinin çok daha erken bir dönemde yazılı olarak ortaya konulduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Şüphesiz gösteri sanatlarına yönelik kültürel çoğulcu tasarımlar üretme fikri Boğaziçi Üniversitesi’ndeki öğrencilik yıllarına kadar gitmekteydi. Bu konudaki ilk öncü girişimler müzik alanında gerçekleşmişti. BGST içerisindeki ilk önemli kültürel çoğulcu proje de Kardeş Türküler Projesi (KTP) olmuştu. KTP’nin 15. yılında yayımlanan geniş tarihçe çalışmasının ‘Neden Kardeş Türküler?’ başlıklı açılış yazısında Ömer Faruk Kurhan şunları yazar: “1990’ların başında Kardeş Türküler Projesi’ni geliştirirken toplumsal kimlik algımın belirli bir şekilde kültürel çoğulcu itkilere sahip olması tabii ki çok önemliydi. (…) Önerinin müzik alanında değil de esas olarak tiyatro alanında faaliyet gösteren birisi tarafından yapılmasını, Boğaziçi Üniversitesi’nde tiyatro, dans ve müzik faaliyetlerini, kültürlerarası bir dayanışma ağı da örgütleyerek yürüten bir öğrenci çevresinin varlığı sağladı. (…) KTP’nin hayata geçmesiyle bu öğrenci çevresinin sahip olduğu kültürel çoğulcu perspektifin içselleştirilmesi ve somut bir çıkış yapması sağlandı” (Kurhan, 2008: 11).

Yine bu yazıda Kanadalı akademisyen Justine Podur’un Micheal Albert ile yaptığı bir söyleşiye atıfla çokkültürcülük (multiculturalism) ile kültürel çoğulculuk (polyculturalism) arasındaki ayrıma atıfta bulunulur: “Kardeş Türküler çokkültürcü değil kültürel çoğulcu bir girişimdir.” Justine Podur’un kavramsallaştırmasına göre, neoliberal küreselleşmenin özellikle Batılı metropollerde yarattığı koşullar altında toplumsal barışı güvence altına alabilmek, yabancı düşmanlığı ve ırkçılıkla mücadele edebilmek adına yarı resmi bir proje olarak desteklenen çokkültürcülük; dil, din, etnik aidiyet gibi değişkenler etrafında oluşmuş farklı kültürel grupların kamusal alandaki eşitliğinin yasal düzenlemelerle garanti altına alınmasını savunmaktaydı. Ancak Podur gibi eleştirel düşünürler bu modelin içerdiği tuzaklara dikkat çekerek kültürel çoğulculuk kavramını savundular. Çokkültürcülüğün farklı kültürel grupları yasal topluluklar haline dönüştürürken fazla homojen ve kendi içinde tertiplenmiş yapılar olarak görmesinin handikaplarına dikkat çekerken, kültürel kimlikleri geçişken, etkileşim halinde dönüşen ve çeşitlenen yapılar olarak tasvir eden kültürel çoğulcu modeli öne çıkardılar. (Podor: 2006)

Müzik alanında ortaya çıkan ve güçlü bir toplumsal tabana sahip olan bu girişimin tiyatro alanındaki etkileri 2000’li yılların ikinci yarısına kadar ortaya çıkmadı. 2006 yılında Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlenen Alternatif Tiyatrolar Buluşması’nda Ömer Faruk Kurhan ve Ayşan Sönmez’in birlikte organize ettikleri “Kültürel Çoğulculuk Bağlamında Alternatif Tiyatro” başlıklı panel bu konudaki öncü girişimlerden birisidir. Panelin açılışında yaptığı konuşmada Ömer Faruk Kurhan şunları söylemiştir: “Panelimizin konusu ‘Kültürel Çoğulculuk Bağlamında Alternatif Tiyatro’. Burada ‘alternatif’ sözcüğünü mutlaka kullanmak gerekir mi tartışılabilir. Ancak Türkiye’nin mevcut durumu göz önüne alındığında ‘kültürel çoğulcu’ bir tiyatro kavrayışının zaten alternatif olduğu söylenebilir. Türkiye’de özellikle 2000’li yıllarda belirgin hale gelen bir geçiş sürecinin yaşandığını, sistemin de bu durumu içselleştirme sorunu yaşadığını söyleyebiliriz” (Mimesis: 2007, 173)

Bu toplantıda Türkçe, Kürtçe, Ermenice, Lazca ve Çerkesçe tiyatro faaliyetleri yürüten toplulukların temsilcileri kendi varoluş koşulları üzerine izleyicilere kapsamlı bilgiler vermişler ve temel sorunlarını ifade etmişlerdir. Konuşmaların tamamlanmasının ardından bir konuşma yapan Ömer Faruk Kurhan şunları söylemiştir:

Kültürel Çoğulculuk bağlamında kamusal alanda görünürlük diyebileceğimiz noktaya vurgu yapmak istiyorum. Eğer gerçekten kültürel çoğulcu bir sistem inşa edilecekse kamusal alanda görünürlük eksen alınmalıdır. Örneğin Ermeni tiyatrosunun aslında modern Türk tiyatrosunun da kuruculuğunu üstlenmiş bir kadro yapısına sahip olduğunu biliyoruz. Ama Ermeni tiyatrosunu temsilen burada olan arkadaşımızın verdiği veriler çok ilginç, bu tiyatro bir yok oluş yaşıyor ve yeniden canlandırılmaya çalışılıyor. Üstelik modern Türk tiyatrosuna hizmet etmiş olmasına rağmen. Burada sorun şu: Biz Ermeni tiyatrosunu kamusal alanda göremiyoruz. Devlet Tiyatroları ya da Şehir Tiyatroları’nın repertuvarında Ermenice oyun yok. Ermeni tiyatrosunun örneklerini nerede görebiliriz? Ancak cemaat içi, kapalı ve görünmemesi gereken bir etkinlik olarak. (Mimesis: 2007, 187)

Aynı toplantıda kültürel çoğulcu tiyatro etkinliklerinin devam ettirilmesi ve sonraki etkinliklerde mutlaka sahne üstü performansa yer verilmesi konusunda kararlar alınmıştır. Bu kararlar bir sonraki yıl hayata geçirilecektir. 2007 yılında BGST içerisinde kurulan “Tiyatroda Kültürel Çoğulculuk Çalışma Grubu” aynı yıl İATG kapsamında düzenlenen ilk Kültürel Çoğulcu Tiyatro Günleri (KÇTG) etkinliğini gerçekleştirdi. Bu kapsamda Berberyan Kumpanyası’nın Grand Majestik adlı gösterisi Karagözyan Derneği’nde sergilendi. Ardından Boğaziçi Üniversitesi’nde Ermenice, Rumca ve Ladino dilinde tiyatro faaliyetleri gösteren toplulukların temsilcilerinin katılımıyla ‘Cemaat Tiyatroları ve Modern Tiyatronun İnşasına Katkıları’ başlıklı bir panel düzenlendi.

Tüm gelişmelerde yazıları, konuşmaları ve pratikleriyle öncü bir rol oynayan Ömer Faruk Kurhan’ın Türkiye’de kültürel çoğulcu bir sanat pratiğinden beklentileri nasıl özetlenebilir?

  1. Öncelikle kamusal alandaki görünürlük ciddi bir mesele olarak ön plana çıkmaktadır. Kültürel çoğulcu bir pratik içerisinde farklı kültürlerin birbirleriyle etkileşim kurarak bir arada var olması ancak, sistem tarafından görünmez kılınmış ve alt kültür alanlarına dönüştürülmüş kesimlere pozitif ayrımcılık yapılmasıyla mümkün olabilir. Kültürel Çoğulcu Tiyatro Günleri’nin birincil amaçlarından birisi budur.
  2. Türkiye bağlamında ‘çokkültürlü bir imparatorluk’ geçmişi söz konusudur. Ancak ardından ‘tek kültürlü bir ulus devlet’ deneyimi yaşanmıştır. Her ikisinin de ortak özelliği ‘otoriter’ nitelikli olmalarıdır ve özellikle son 150 yılda Türkiye’nin otantik (bu ifadeyi kontrol edelim) kültürleri ciddi bir tahribat görmüştür. Bunun en belirgin olduğu alan dildir. Bu nedenle kültürel çoğulcu perspektif çokdilliliğin savunusunu yapar. Dillerin ölümünün kültürlerin ölümü anlamına geleceğinin farkında olmalıdır.
  3. Kültürel çoğulcu perspektife sahip tiyatro topluluklarının büyük bölümü amatörlerden oluşmaktadır. Bu toplulukların görünür kılınmasının en önemli kriteri ‘amatörizm’e saplanmadan kaliteli çalışmalar yapmalarında yatar. Diğer yandan alternatif yönelimleri olan profesyonellerle ilişkilere de açık olmaları gerekir. Amatörlerin, çalışmalarında sağladıkları kaliteyle profesyonellere, profesyonellerin de ana akımı temsil eden piyasalaştırıcı sanat etkinliklerine tümüyle teslim olmamak için amatörlere yaklaşması alternatif sanatsal çıkışlara zemin sağlayacaktır. Farklı kültürlerin kamusal görünürlük kazanmasının önemli bir yolu da bu birlikteliklerden geçecektir.

Son olarak, Ömer Faruk Kurhan’ın 30 Mayıs 2008’de Kültürel Çoğulcu Gündem sitesinde yayınlanan ‘Ardeşenliler, Lotus, Hêvî’ başlıklı yazısından yapılan bir alıntıya ve bu alıntıyla yakından bağlantılı olduğunu düşündüğüm Kültürel Çoğulcu Tiyatro Günleri’nin 25 yıllık bilançosuna yer vermek istiyorum:

İATG birkaç yıldır Türkiye tiyatrosuna dönük kültürel çoğulculuk vurgusunun hem korunduğu hem geliştiği bir içerik ediniyor. Bu yıl (2008) 18 ve 19 Mayıs etkinlikleri, 2006’da Alternatif Tiyatrolar Buluşması’nda (ATB) gözden geçirilen ve yeniden formüle edilen şenlik anlayışının hayati olduğu söylenebilecek kültürel çoğulcu boyutunun başarılı sonuçlar üretebileceğini bir kez daha gösterdi. Seneye ne olur? Hrant Dink cinayetiyle simgelenen resmi bastırmacı yaklaşımın ve darbe beklentilerinin rutin bir hal aldığı bir toplumsal ortamda, İATP-G’nin izini sürdüğü Kürt, Laz, Ermeni, Rum, Çerkes vs… tiyatroları bir araya getirmesinin ve bu tiyatroların kamusal açılımına katkı sunma olanaklarının kararlı bir şekilde devam edebileceğinin garantisini hiç kimse veremez. Bu nedenle toplulukların bir araya gelme ve kendilerini ifade etmenin ötesinde, kültürel çoğulcu bir tiyatro ortamını örgütlü ve yıkıcı spekülasyonları boşa çıkaracak biçimde tesis etme arayış ve çabalarını artırmaları gerekiyor.

EK: Kültürel Çoğulcu Tiyatro Günleri (KÇTG) Programı (2007-2022)

2007

  • 26 Mayıs Cumartesi / 21.30

Oyun: Grand Majestik Gazinosu – Berberyan Kumpanyası

  • 27 Mayıs Pazar /14.00-20.00

Oyun: Her Şeye Rağmen – Yıldırımspor Kulübü Alkışlar Tiyatrosu

Panel: Cemaat Tiyatroları ve Modern Tiyatronun İnşasına Katkıları

  • 28 Mayıs Pazartesi / 20.00-22.00

Oyun: Onu Beklerken – Mardin Belediye Tiyatrosu

2008

  • 18 Mayıs 2008 Pazar / 13.00-19.30

Performans: Kelimeler – Çıplak Ayaklar Kumpanyası

Seminer: Osmanlı Tiyatrosu Tarihçiliğine Eleştirel Bir Bakış –Boğos Çalgıcıoğlu, Fırat Güllü

Okuma Tiyatrosu: Günbatımında Todori – Boğos Çalgıcıoğlu

  • 19 Mayıs 2008 Pazartesi / 13.00-19.00

Oyun: Ne Kaldı Yaşatacak? – Ardeşenliler Derneği

Gösteri ve Söyleşi: Bağcılar Lotus ve Hêvî Kültür Merkezleri ortak etkinliği

Oyun: Düş, Resim ve Unutulmuş Zamanlar – Mardin Kızıltepe Belediye Tiyatrosu

2009

  • 21 Şubat Cumartesi / 13.00-20.00

Video Gösterimi: Bir Ömür Tiyatro: Hagop Ayvaz filmi (Türkçe-Ermenice)

Gösterim Üzerine Söyleşi: Sevan Ataoğlu ve Talin Büyükkürkçüyan

Oyun: Em Hene (Biz Varız) / Dario Fo; Franca Rame (Kürtçe/Kurmancî)

Teatra Bakur (MKM)

Panel: Kürt Tiyatrosu ve Alternatif Kurumsallaşma – Ayşan Sönmez (BGST), Ömer Şahin (MKM-Teatra Bakur), Aydın Orak (Teatra Avesta), Lokman Ertan (Lotus Kültür Merkezi)

  • 22 Şubat Pazar / 14.00-18.00

Oyun: Hadi Öldürsene Canikom – Aziz Nesin (Rumca) – Zoğrafyon Rum Lisesi

Söyleşi: Bir Azınlık Okulunda Tiyatro Yapmak – Yani Demircioğlu (Okul Müdürü)

Panel: Tanzimat Dönemi Dramatik Edebiyatına Kültürel Çoğulcu Bir Bakış – Doç. Dr. Beliz Güçbilmez, Yrd. Doç. Dr. Bülent Bilmez, yazar Orhan Türker, Sevan Değirmenciyan, Beki L. Bahar.

2010

  • 23 Mayıs Pazar / 16.00-21.00

Panel: Beki L. Bahar ve Tiyatrosu

Oyun: Alabora / İki Yüz Bininci Gece (Dostluk Yurdu Derneği)

  • 5 Haziran 2010 / 13.00-20.30

Hagop Baronyan: Döneminin Seçkin Bir Hiciv, Roman ve Oyun Yazarı / Kevork Bardakjian

Kısa Oyun: Medzabadiv Muratsganner (Dilenen Muhteremler) / Getronagan Lisesi ve Tarkmançats İlköğretim Okulu öğrencileri (Ermenice)

Söyleşi: Trabzon’da Bağdasar Ağpar Deneyimi / Necati Zengin (Trabzon Sanat Tiyatrosu Genel Sanat Yönetmeni)

Söyleşi: Bir Yayıncı Olarak Hagop Baronyan / Zakarya Mildanoğlu (Ermeni periyodikleri konusunda araştırmacı / Agos yazarı)

Kısa Oyun: Şark Dişçisi / Berberyan Kumpanyası & Tiyatro Boğaziçi

2011

  • 29 Mayıs 2011 Pazar / 14.00-19.30

Oyun: On Küçük Zenci / Agatha Christie – Getronagan Lisesi öğrencileri

Oyun: Tağaganin Gnigı (Mütevellinin Karısı) / Yervant Odyan – Getronagan Lisesi öğrencileri

Oyun: Çehov’un Silahı / Boğos Çalgıcıoğlu (Chekhov’s Gun adlı filmden esinlenerek) – Getronagan Lisesi mezunları

Panel: Getronagan Lisesi ve Mezunlar Derneği’nde Kültür-Sanat Faaliyetleri ve Tiyatronun Yeri – Silva Kuyumcuyan ve Boğos Çalgıcıoğlu

  • 30 Mayıs Pazartesi / 20.30-22.00

Panel: Saroyan, Sanatı ve Tiyatrosu – Maral Aktokmakyan, Uluç Esen

Okuma Tiyatrosu: Bitlis ve Haraç – Tiyatro Boğaziçi ve Berberyan Kumpanyası

2012

  • 29 Nisan Pazar / 13.00-21.30

Panel: Türkiye ve Yunanistan’da Gölge Oyununa Kültürel Çoğulcu Bir Bakış – Ahmet Akşit, Peri Efe, Çetin Sarıkartal Gölge (bu Gölge yanlışlıkla yazılmış galiba)

Oyun: Alem Buysa Kral Übü – Alfred Jarry’nin Ubu Roi adlı oyunundan hareketle / Tiyatro TEM

Karagiozis Gösterisi: Ioannis Chatzis ve Anastasia Gkenidou

  • 13 Mayıs Pazar / 17.00-21.30

Oyun: Akhed Kadek [Gadanı Alayım] – Kolektif / Masrah El 3asi

Oyun: Fıkıristan [Fakiristan] – Kolektif / Mesreh el Emel

Söyleşi: Türkiye’de Arapça Tiyatro

2013

  • 27 Mart Çarşamba /19.00-22.00

Kitap Tanıtımı: Venedik’ten İstanbul’a Modern Ermeni Tiyatrosu’nun İlk Adımları – Boğos Levon Zekiyan – Çetin Sarıkartal

Oyun: Muhsin ve Vahram – BGST Tiyatro Boğaziçi / Berberyan Kumpanyası

  • 7 Nisan Pazar / Saat?

Gösteri: Sürmeliyan’ın Yaşamı – Getronagan Lisesi öğrencileri (Türkçe-Ermenice)

Gösteri Üzerine Söyleşi: Silva Kuyumcuyan, Altuğ Yılmaz, Banu Açıkdeniz

2014

  • 3 Mayıs Cumartesi / 15.00-17.00

Panel: Bir Edebiyatçı ve Oyun Yazarı Olarak Yervant Odyan – Mehmet Fatih Uslu, Murat Cankara

Okuma Tiyatrosu: Çarşılı Artin Ağa –Berberyan Kumpanyası, Tiyatro Boğaziçi

  • 4 Mayıs Pazar / 15.00-20.00

Oyun: Nexweşê Nexweşiyê – Moliêre – Deneysel Sahne

Söyleşi: Şalîko Bêkes ile Sohbet

Oyun: Kurd û Tûtû / Şalîko Bêkes – Teatra Sî

2015

  • 24 Mayıs Pazar / 15.00

Oyun: Nexweşê Nexweşiyê / Hastalık Hastası (Oyun) – Deneysel Sahne

  • 30 Mayıs Cumartesi / 13.00-19.30

Oyun: Taniel Varujan’ı Anma – Getronogan Lisesi

Oyun: Zabel – Boğaziçi Üniversitesi Kadın Araştırmaları Kulübü

Seminer: İki Yazar, İki Yaşam: Taniel Varujan ve Zabel Yesayan – Kevork B. Bardakjian

  • 31 Mayıs Pazar / 15.00-19.30

Oyun: Pera’da Bir Akşam Vakti – Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları

Seminer: 19. Yüzyıl Batı Ermeni Edebiyatı’nda Hiciv Geleneği: Baronyan ve Odyan – Kevork B. Bardakjian

2017

  • 20 Mayıs Cumartesi / 15.00-19.00

Oyun: Kim Var Orada? – Tiyatro Boğaziçi

Panel: Türkiye’de Tiyatronun Modernleşme Serüveni

  • 21 Mayıs Pazar / 15.00-19.00

Oyun: Zabel – Tiyatro Boğaziçi

Panel: Osmanlı’da Kadın Hareketleri ve Zabel Yesayan

2018

  • 19 Mayıs Cumartesi / 17.00-19.00

Seminer: Türkiye Tiyatrosunda Çift Dilli Bir Yazar: Arman Vartanyan ve ‘Oyun’ları

  • 20 Mayıs Pazar /17.00-19.00

Kitap Tanıtımı: Osmanlı ve Türkiye Tiyatrosunda Şahinyanlar – Nesim Ovadya İzrail

2019

  • 26 Mayıs Pazar /14.00-18.00

Oyun: Tenê Ez – Tiyatra Jiyana Nû

Oyun: Dawîya Dawî – Şanoya Bajara Amedê

2020

  • 24 Aralık Perşembe /19.00-21.00 / Online

Kitap Tanıtımı: İster Ağla İster Gül: Sahne Tozlu Anılarım – Bercuhi Berberyan

  • 26 Aralık Cumartesi /18.00-20.00 / Online

Söyleşi: Kürt Tiyatrosu’nda Dario Fo ve Franca Rame – Berfin Emektar, Ömer Şahin, Rugeş Kırıcı, Yavuz Akkuzu

2022

  • 20 Şubat Pazar / 13.00-17.00 / Online

Etkinlik Konsepti: Gösteri Sanatları Tarihine Yaşam Anlatıları Üzerinden Bakmak

Açılış Konuşmaları:

Ömer Faruk Kurhan ve Gösteri Sanatları Bağlamında Kültürel Çoğulculuk – Fırat Güllü

Olgusaldan Kurmacaya Yaşam Anlatıları: Hakikat, Anlatı Etiği ve Anlam – Erol Köroğlu

  1. Bölüm: Otobiyografi ve Anılarda Tiyatro Tarihinin Yeniden Kuruluşu –

(Moderatör: Duygu Dalyanoğlu)

Hayali Sotiris Spartharis’in Anıları, Otobiyografi ve Karagiozis Sanatı – Peri Efe

Hagop Ayvaz ve Tiyatro Tarihimizden Simalar – Yetvart Tomasyan

  1. Bölüm: Dans Tarihini Biyografiler Üzerinden Ele Almak – (Moderatör: İlker Ergün)

Dansın Kürt Prensesi Leïla Bederkhan – Leyla Safiye

Balenin Çınarı Madam Lili Barokas’ın Hayatı – Meri İstiroti

KAYNAKÇA

Kardeş Türküler: 15 Yılın Öyküsü, Bgst Yayınları, İstanbul 2008.

Kurhan, Ömer Faruk, Tiyatroda 20 Yıl, Bgst Yayınları, İstanbul 2007.

……………………., “Kolektif Oyunlaştırmaya Giriş”, Mimesis Dergisi, Sayı: 13, İstanbul 2007.

……………………, “Türkiye ve Çokkültürlülük”, Özgür Gündem, 23.06.2000.

……………………, “Çokkültürlülük ve Tiyatro”, Özgür Gündem, 30.06.2000.

Podor, Justin, “Irk, Kültür ve Sol”, Artiza Kültür- Sanat, 2006. https://www.art-izan.org/artizan-arsivi/irk-kultur-ve-sol/

 

3. Sunum:

2000’li YILLARIN BAŞINDA DEMOKRATİK AYDINLANMA ÇALIŞMALARI ve SONUÇLARI

Alişan AKPINAR

‘Demokratik Aydınlanma’ çalışmaları nasıl bir dönemde ortaya çıktı? Tarihsel koşullar neydi?

2000’li yılların başı Türkiye açısından önemli vaatler içeriyordu. Bir taraftan uluslararası bir komployla, Abdullah Öcalan yakalanarak Türkiye’ye teslim edilmiş ve ‘Kürt sorunu artık demokratik yollarla çözülsün’ pratiğinin önü açılmaya çalışılmış, diğer taraftan Türkiye’nin AB süreci başlatılmıştı. 1980 darbesinin yarattığı travmanın üstüne 90’lara damgasını vuran iç savaş ortamı ve içine girilen sürdürülemez savaş nihayet 90’ların sonunda bitmek durumunda kalmıştı. Türkiye’nin bu savaşı ekonomik olarak sürdürmesi artık imkânsız görünüyordu. Aynı zamanda ABD’nin Irak ve Suriye’de başlatacağı operasyonlar için de bir Türk- Kürt barışı zorunlu görünüyordu. AB sürecine bir nevi zorla giren devlet aslında kültürel çoğulcu ve demokratik bir perspektife sahip değildi. Türkiye Devleti’nin bu sürece istemeyerek ve hatta zorunda kalarak girdiğini söylemek abartı olmaz. İşin aslı Türkiye, azınlık haklarının dayatılmasına karşı ‘bunları sıfıra nasıl çekerim’ derdindeydi. Dolayısıyla ortada demokratikleşme hedefi olan bir devlet zaten yoktu.

“2000’li yıllarda Türkiye’nin içine girdiği AB patentli demokratikleşme süreci şekilci, çarpık ve her an rafa kaldırılabilir bir demokrasi anlayışıyla biçimlenmiştir” (Kurhan, 2007: 111). Ömer bu tespiti daha 2007’de yapıyordu. Maalesef bu öngörüsü haklı çıktı. Kürtlerin varlığını tanımak dışında herhangi bir adım atma niyetinde olmayan devlet, ilk fırsatta bu süreci askıya aldı. Burada elbette Türkiye’yi AB’ye alma konusunda ayak direyen Avrupa’nın sağ siyasetinin sorumluluğunu da hatırlatmak gerekmektedir. Avrupa’nın sağ siyasetçilerinin, Türkiye’nin AB üyesi olma ihtimalinin kapılarını kapatmasının ardından, Kürt meselesinin demokratik yollarla çözülme ihtimali de bir başka bahara kalmış oluyordu.

Kürt siyasi hareketinin durumu

Kürt hareketi ‘90’lı yılların ağır savaş ortamından çıkmıştı. Bununla birlikte ABD’nin ve pek çok Avrupa ülkesinin içinde bulunduğu bir komployla Abdullah Öcalan yakalanmış ve Türkiye’ye teslim edilmişti. Bu, Kürtler açısından büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştı. Ancak bunun ardından, Öcalan’ın açıklamaları ve girilen AB süreci belirli umutları yeşertmişti.

Kürt siyasi hareketi 2000’lere kadar devletçi bir paradigmayla hareket etmiştir: Bir gün devlet kurulacak ve aydınlanma asıl o zaman başlayacaktır. Dolayısıyla şimdi yapılması gereken ve önemli olan Kürt devletinin kurulması için mücadele etmektir. 90’lı yıllarda Kürt Enstitüsü’nün ve Mezopotamya Kültür Merkezi’nin (MKM) açılması gibi, Kürt aydınlanması açısından önemli kabul edilebilecek gelişmeler yaşanmışsa da ağır savaş koşulları altında bu kurumların çalışma yürütmesi zaten çok güç olmuştu. Bununla birlikte asıl aydınlanmanın Kürt devleti kurulduktan sonra gerçekleşeceği görüşü de kültürel alanda yapılan çalışmaların çok cılız kalmasına neden olmuştu.

Ancak 2000’li yılların başında yaşanan tüm gelişmeler bu paradigmanın gerçekleşme ihtimalinin, en azından şimdilik mümkün olmadığını ortaya koydu. Bu nedenle devletçi paradigmayla inşa edilmiş Kürt aydınlanma kurumları tamamen yeni bir perspektife, yani demokratik aydınlanma perspektifine geçiş yapma zorunluluğu yaşadılar. Ancak bu geçiş öyle kolay değildi, köklü bir paradigma değişimi yapılması gerekiyordu. Yani artık Kürt aydınlanmasını geliştirmek için devletin kurulması beklenmeyecek ve devletsiz ve devlet kurumları olmadan bir aydınlanma inşa edilecekti. Bunun gerçekleşmesi için demokratik aydınlanma yapılarının inşa edilmesi gerekiyordu ki bu tamamen farklı bir çalışma biçimi ve bakış açısı gerektiriyordu. Kürt kurumlarının bu paradigmaya uyum sağlayacak kadrolarının bulunmayışı sürecin çok da kolay olmayacağını en başından gösteriyordu.

“Uluslararası güç dengeleri nasıl ki, Güney Kürdistan Kürtlerini geleceği belirsiz bir şekilde ulus-devlet kurma beklentisine soktuysa, Türkiye Kürtlerini de alt-kimlikli bir toplum olmaya mahkûm etti” (Kurhan, 2007: 111) diyen Ömer, bir başka yazısında bu dönemi şöyle özetliyordu: “Halihazırda asimilasyon düzeneğinin kuşatamadığı Kürtlere belirli haklar verilecek ve bu şekilde çok-kültürcü taleplerin çok alt-kültürcü taleplere dönüştürülmesi sağlanacaktı” (Kurhan: 2003, 24)

Devletin bu planına karşı Kürt hareketinin de kapsamlı bir aydınlanma ve demokratik toplum alt yapısının olduğundan söz etmek çok zordur. Yani ne devletin kültürel çoğulcu demokratik bir planı vardı ne de Kürt siyasetinin bunu zorlayacak kadroları ve kurumları. İşte Ömer bu noktada sorumluluk almak ve kültürel çalışmalardaki tecrübesini, kültürel çoğulcu ve demokratik toplum kurumlarını inşa etmek için kullanmak istedi. Ömer İstanbul’a yerleşmiş Kürt bir aileden geliyordu. Kamusal ve evrensel bir entelektüel olarak Kürt kimliğini her zaman hayatının merkezinde tutmuş bir aydındı. Uzun yıllara dayanan bir kültür sanat örgütlenmesi deneyimine ve birikimine sahipti. Bu anlamda ülkenin içinde olduğu süreci Türkiye halkları açısından bir şans olarak görüyordu. Bu nedenle sahip olduğu birikimle sürece dahil olmayı seçti. Tiyatroda 20 Yıl kitabında da anlattığı gibi aslında sahip olduğu birikimi en çok Tiyatro alanında kullanabileceğini düşündüğünden öncelikle MKM ile ilişki kurarak burada çalışma yapmayı denedi. Ancak grup merkezli yaklaşımları benimsemediği için buradaki çalışmaları kısa sürdü.

Bunun ardından o dönemde demokratik aydınlanma çalışmalarına katkı sunabilecek yayınlar yapmayı amaçlayan Aram Yayınları’yla ilişkiye geçer ve çalışmalarına burada devam eder. Ancak Ömer’in aklındaki, asla bir ‘ofis aydınlanması’ değildir. Aram Yayınları aydınlanma çalışmalarına katkıda bulunmak için temel eserleri basmalıdır ancak bununla yetinmemelidir. Bu eserlerin toplum tarafından okunması ve bir aydınlanma pratiğinin işlemesi için toplum tabanından hareketle demokratik aydınlanma komisyonları kurulmalıdır. Aksi takdirde bu eserlerin topluma ulaşması çok zor olacaktır. Örneğin o dönemde Ömer’in en büyük projelerinden biri Molière’in tiyatro oyunlarının Kürtçeye çevrilmesidir. Ancak bu eserlerin çevrilmesi yeterli değildir. Bu eserleri okuyacak insanların ve oynayacak tiyatro gruplarının ortaya çıkması gerekmektedir. Bu anlamda örneğin, demokratik aydınlanma çalışmalarının ilk elden muhatabı olan öğretmenler, sendikalarında bu tür faaliyetler yürütebilirler diye düşünür. Ömer’in kafasındaki aydınlanma pratiği yukarıdan aşağıya topluma bilinç taşıyan kişi ve kurumlar değil, bizzat toplum tabanında ve toplumla birlikte yapılan çalışmalar olarak şekillenmektedir. Burada Ömer yeni bir öneride bulunur. Yukarıdan aşağıya olmadığı gibi aşağıdan yukarıya şeklinde tarif edilecek bir aydınlanmadan yana da değildir. Bunu Vesta dergisinde yazdığı bir yazıda çok açık şekilde ifade eder.

Aşağıdan yukarıya örgütlenme vurgusu işe yaramayabilir; çünkü, aşağıdan yukarıya da olsa, sonuçta dikey ve şematik bir tasarım yapılmaktadır. Belki de esnek ve dinamik bir koordinasyon ağının dokunması daha açıklayıcı bir benzetmedir. Toplum tabanında bir ağ dokuma faaliyeti, atomize mikro ölçekli yapıların ve bu atomize mikro yapıları kapsama iddiasındaki makro ölçekli merkezi yapıların inşasına alternatif bir hareket stratejisi olarak tasarlanabilir. Okullaşma anahtardır. Ancak okullaşma ağının dokunması sayesinde sistemin kendini yenilemesine müdahale edilebilir ve gelecek bugünden inşa edilebilir. Dokunacak ağın çeşitli yerlerinden yırtılmama ve çözülmeme garantisi tabii ki yoktur. Bağlar kimi yerde gevşek ve kimi yerde sıkı olabilir. Doku malzemesi her yerde ve her zaman dayanıklı olmayabilir. Dayanışma esastır. Dayanışma içinde olmak basitçe toplaşmak değil, hep birlikte dokuma faaliyeti içinde olmak ve bağlantıyı yitirmemek demektir. Atomlaşmayı kabul etmemek, kendini taşıtmamaya özen göstermek ve güç taşırma kapasitesine sahip olmak için çalışmak dayanışmanın temel ilkeleri olmak durumundadır. (Kurhan:2004, 25)

Ömer’in kafasındaki aydınlanma paradigmasının temel ilkelerini şöyle özetlemek mümkündür.

  • Alt-kültürcülüğü reddeden kültürel çoğulcu bir paradigmayla hareket eden bir aydınlanma. Yani eşit yurttaşlığa dayalı, tüm toplumun etkileşim halinde olduğu bir aydınlanma. Ömer burada çokkültürlülük kavramına karşı çıkar. Bu kavramın aslında toplumda hâkim kültür ve alt kültürler şeklinde bir sınıflama doğurduğunu, bunun sonucunda da kompartımanlara bölünmüş bir toplum ortaya çıktığını iddia eder. Dolayısıyla yapılması gereken, kültürel çoğulcu bir perspektif inşa ederek eşit vatandaşların etkileşim içinde olduğu bir toplum kurmaktır.
  • Halka kim bilinç taşıyacak tartışmasını reddeden ve toplum tabanından hareket eden bir aydınlanma çalışması.
  • Alternatif okullaşmayı hedef alan bir aydınlanma çalışması.

Ne tür çalışmalar yapıldı?

Aynı dönemde ‘ofis aydınlanmacılığı’ diyebileceğimiz çerçeveden çıkmak için “Demokratik Aydınlanma Komisyonları” adı verilen ve taban inisiyatifleri aracılığıyla toplumsal açılımı gerçekleştirecek aydınlanma faaliyetlerine başlandı. “Artan bir şekilde yasalcı bir içerik edinen Kürt yüksek siyasetinin evrimine bağlı olarak, kültürel çoğulcu perspektif içeren aydınlanma girişimlerinin alt kültürcü bir dağınıklığı yaşadığı açıkça görülüyordu. Amacımız bu dağınıklığı bir ölçüde olsun ortadan kaldırmak ve en azından düzenli bir iletişimi zorlamaktı” (Kurhan: 2007, 99)

Bu bağlamda çalışmalar üç ayak üzerinden yürütülmeye çalışıldı.

  • Sendika Ayağı: Eğitim-Sen binlerce öğretmeni kapsayan bir yapıydı. Öğretmenler aydınlanma sürecine en çok katkıyı yapacak grup olarak görülebilir. Çünkü öğretmenler hem aydınlanma çalışmaları için yayımlanan temel eserleri okuyacak hem de öğrencilerine taşıyabilecek kapasiteye sahipti. Bu bağlamda sendikalarda, kitap tanıtım ve aktarım çalışmaları, Tiyatro çalışmaları, kültür-sanat komisyonları inşası gibi faaliyetler organize edilmeye çalışıldı.

Ancak karşılaşılan şu oldu: Sendika bürokrasisi, sendikaları aydınlanma faaliyetlerinin yapılacağı bir alan olarak görmüyordu. ‘Aydınlanma çalışması yapacaksanız Kürt Enstitüsüne ya da MKM’ye gidin’ deniyordu. Sendika faaliyetleri açıkça bir meslek grubunun bir araya geldiği ve özlük hakları noktasında çalıştığı işçi sendikaları gibi kodlanıyordu. Bu nedenle sendikada yapılan çalışmalar büyük oranda engellemelerle karşılaştı. Bu engellemelerin yanında, öğretmenlerin birer entelektüel olarak işlev görebilecekleri düşüncesine kapalı olmaları da etkili bir faktör oldu denebilir. Demokratik aydınlanmanın, birkaç kuruma havale edilerek likide edilmesinin bedelleri ağır olacaktı.

  • Vesta dergisi: Dergi promosyon zihniyetinin dışında, entelektüel eleştirel tartışmalara alan açan iki dilli bir dergi girişimi olarak ortaya çıktı. Deneme sayısıyla birlikte yedi sayı çıkarılabildi. Dergide çokdilli bir anlayış hâkim kılınmaya çalışıldı. Ayrıca eleştirel yaklaşıma sahip yazılara yer verildi. Derginin Demokratik Aydınlanma Komisyonları ile beslenmesi ve geliştirilmesi hedeflendi. Örneğin “Osmanlı Kaynaklarında Kürtler Çalışma Grubu”, derginin tüm sayıları için Kürt tarihiyle ilgili çalışmalar hazırladı. Ömer bu dergide demokratik aydınlanma perspektifiyle ilgili çok önemli yazılar kaleme aldı.
  • Aram Yayınları: Aydınlanmanın kaynaklarını yayımlayan ve aydınlanma çalışmalarına alan açan bir yayıncılık hedeflendi. Sadece kitap yayımlayan değil, aydınlanma komisyonları aracılığıyla bu kitapları toplumla buluşturan bir anlayışla hareket edildi.

Peki sonuç ne oldu?

“Kültürel çoğulcu perspektifi içerecek şekilde demokratik bir aydınlanma hareketi inşa etmeye çalışırken meydana gelen inisiyatif ve katılım eksikliği, bu eksikliğe gerekçe kazandırma işlevi gören manipülatif, daraltıcı ve dogmatik tutumların devamı, birbiri ardına açılan ve 2005 itibariyle toplu bir içerik de kazanan resmi soruşturmalar ve davalar derken, alternatif kurumsallaşma bir yana, mütevazi ama derli toplu bir yayıncılık pratiğini sürdürmek dahi olağanüstü zorlu bir çabanın konusu haline gelmişti” (Kurhan: 2007, 99- 100)

Yeni paradigma, aslında sürekli birbirini üreten kutupları içinde barındıran ‘reformizm/ klasik sol radikalizm’ ikilemine çarpıp ufalanmaktadır. Özellikle Kürt aydınlanma hareketi, âdeta yeni paradigmayla dalga geçen içi boş girişimlerle dolup taşmaktadır” (Aydın: 2004, 12)

“Fakat, halkı katma değil de halkı kimin temsil edeceği yönünde seyreden tasfiyeci iktidar çekişmeleri bu umudu tümüyle ortadan kaldırmasa da ciddi bir şekilde aşındırmıştır” (Aydın: 2004, 15)

Yukarıda yaptığım alıntılar, Ömer’in bu süreçte kaleme aldığı ve Vesta dergisinde yayımladığı yazılardan derlenmiştir. Ömer bir taraftan demokratik aydınlanma kurumları inşâsı için çaba sarf ederken, diğer taraftan sürece dair eleştirel yaklaşımını da bırakmamıştı. Ömer’in yukarıda net bir şekilde belirttiği gibi süreç hiç de istenen sonuçları doğurmamıştı. Hem devletin, çokkültürlü, demokratik bir toplum inşası konusundaki isteksizliği hem de Kürt hareketinin bu konudaki eksiklikleri sürecin tıkanmasına neden oldu. Yukarıda yazılanlar ışığında, bir sonuç alınamamasının nedenlerini şöyle sıralamak mümkündür.

  • Devletin kültürel çoğulcu bir toplum konusundaki isteksizliği ve bunun sonucunda yaşanan gelişmelerin önünü tıkayacak girişimlerde bulunması: Bu dönemde Aram Yayınları’na pek çok dava açılmış ve bunun dışındaki aydınlanma çalışmaları da bizzat devletin engellemeleriyle karşılaşmıştır.
  • Bu çalışmaları yürütmek ciddi bir katılım ve inisiyatif gerektirmektedir. Ancak bu konuda büyük eksiklikler yaşanmış, kurucu inisiyatif alma eğiliminde olan çok az insan ortaya çıkmıştır. Kurucu öznelerin eksikliği, çalışmaların bir süre sonra sönümlenmesine neden olmuştur.
  • Devletçi paradigmanın terk edilememesi ve şekilci bir aydınlanma anlayışıyla hareket edilmesi yaygın olarak görülmüştür. Toplum tabanında toplumla birlikte aydınlanma hedefi gerçekleştirilmemiş, toplumu kimin temsil edeceği anlayışından bir türlü uzaklaşılamamıştır. Demokratik aydınlanma çalışmaları birkaç kuruma havale edilmiştir.
  • Alternatif okullaşma çabası yerine alt kültürcü bir anlayış hâkim olmuştur. (Bu konuda Ömer’in şu yazısına bakılabilir: Ömer Faruk Kurhan, “Alt-Kültür Kürtçülüğü”, Vesta dergisi, sayı: 1, s. 23-40.)
  • Kürt hareketi içinde yaşanan hizipleşme ve kutuplaşma, çalışmaların yürütülmesini ve sonuç alınmasını zorlaştırmıştır.

Aslında Ömer 2005 yılında sürecin nereye doğru ilerlediğini açıkça ortaya koymuştu: “Devletleşemeyen bir halk (Türkiye Kürtleri), devlete mesafeli özgürlükçü-demokratik yapıların imkânlarını araştırmak ve inşa etmek gibi reel-politik bir zorunlulukla karşı karşıya kalmıştır. Fakat devletçi şartlanmaların ağırlığı altında, özgürlükçü demokrasi çarpık liberal kurgulara ya da hayalci alt-liberal arayışlara kurban edilmiştir” ( Kurhan: 2005, 31)

Ömer, hayatının yaklaşık on yılını bu çalışmalar içerisinde geçirdi. Tüm bu zorluklara rağmen Aram Yayınları kapsamında onlarca kitabın yayımlanması konusunda inisiyatif aldı. Kürt aydınlanmasına katkı sunacak pek çok kitabı yayıma hazırladı ve çeviriler yaptı. Eğitim- Sen şubelerinde öğretmenlerle birlikte tiyatro çalışmaları yaparak, tiyatro konusundaki birikimlerini öğretmenlere aktarmaya çalıştı. Burada yetişen pek çok öğretmen, kendi okullarında tiyatro kollarında sorumluluk alarak onlarca çocuğa ulaştı. Aram Yayınları’ndan çıkan pek çok kitabın sunumunu gerçekleştirdi. Vesta dergisine yayın hayatı boyunca katkılarını sundu ve pek çok yazı kaleme aldı.

KAYNAKÇA

Aydın, Renas, “Kürt Siyasetinde Kırılmalar ve Kürt Aydınlanmasında Yol Ayrımı”, Vesta Dergisi, sayı: 5, İstanbul 2004, s. 9- 17.

…………….., “Çador ya da İçeriden Oryantalizm” Vesta Dergisi, sayı 3-4, İstanbul 2004, s. 253- 257.

Kardeş Türküler: 15 Yılın Öyküsü, Bgst Yayınları, İstanbul 2008.

Kurhan, Ömer Faruk, Tiyatroda 20 Yıl, Bgst Yayınları, İstanbul 2007.

……………………, “Kürt Aydınlanması ve Alt-Liberalizmin Tükenişi”, Vesta Dergisi, sayı: 6, İstanbul 2005, s. 26- 32.

……………………., “Kürt Aydınlanması- Moliere- Tartuffe”, Vesta Dergisi, kitap dizisi, İstanbul 2003, s. 137- 152.

……………………, “Kürt Aydınlanması, Kürt Edebiyatına Bazı Yaklaşımlar ve Bir Katkı Denemesi”, Vesta Dergisi, sayı: 2, İstanbul 2004, s. 37- 54.

……………………, “Alt-Kültür Kürtçülüğü”, Vesta Dergisi, sayı: 1, İstanbul 2003, s. 23- 40.

……………………, “Alternatif Okullaşma İhtiyacı”, Vesta Dergisi, sayı: 3-4, İstanbul 2004, s. 15- 25.

……………………, “Türkiye ve Çokkültürlülük”, Özgür Gündem, 23.06.2000.

……………………, “Çokkültürlülük ve Tiyatro”, Özgür Gündem, 30.06.2000.

Said, Edward, “Şarkiyatçılığa Önsöz”, Vesta Dergisi, sayı: 6, İstanbul 2005, s. 67- 73.

Wallerstein, Immanuel, 21. Yüzyılda Siyaset, Aram Yayınları, İstanbul 2004.

Paylaş.

Yanıtla