Alternatifler ve İhtimaller

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Zinnure Türe

Çağdaş/Güncel Tiyatro ne yapsa beğenirsiniz?

Modernizmini muğlak, kırılgan ve tartışmalı yaşayan bir ülkenin çağdaş anlatım dilinin de benzer handikaplara sahip olması doğaldır derler. Kırılganlığın her alana sirayet ettiği, eline geçen her fırsatta muhafazakâr kökenlerine geri dönen, diyalektik ve kendine özgü ifade biçimleri üretmekte zorlanan bu coğrafyada çağdaş/güncel tiyatro ne yapsa beğenirsiniz?

Pandemi ile birlikte istikrarlı bir şekilde ritim bozukluğu yaşayan Türkiye Tiyatrosu’nun son yıllarda hem mekan hem içerik hem de üretim biçimi açısından verdiği kayıplara rağmen prodüksiyon tiyatrosunun hatırı sayılır bir biçimde tahta oturuşunu görmemek mümkün değil.

Mutenalaşma

Kentleşme özelinde karşımıza çıkan bir kavram olan mutenalaşma/soylulaştırma  (gentrification);  girilemez olarak kabul edilen “metruk” ya da “tehlikeli” bir alanın, genelde sanatçılar tarafından ucuz kiraları nedeni ile tercih edilmesi sayesinde ilgi odağı olarak “girilebilir” hale getirilmesi ve nihayetinde kira artışları nedeniyle sanatçıların da barınamayacağı bir alan haline dönüşerek üst gelir grubunun kullanım alanı olması olarak açıklanabilir. Bu dönüşüme Türkiye’de Galata, Balat, Tarlabaşı, Yeldeğirmeni, Karaköy, yurtdışında Kreuzberg, Neuköln, Harlem, Soho… gibi mahalleler örnek gösterilebilir. Kapitalizmin uzağında duranı içine katmak için kullandığı öğütme mekanizmalarından birisi en çok da sanatçılar yolu ile gerçekleşiyor ve kurbanlardan biri de bu tampon zamanda yaşayan ve üreten sanatçılar oluyor. Sinemada bağımsız film yönetmenlerinin ödüllendikten sonra Hollywood’a transferi, sokak sanatçılarının büyük galerilerde sergilenen işleri… Tüm dünyadan örneklerini gördüğümüz bu devşirme usulü halin karşılığını Türkiye Tiyatrosu’nun son dönemlerinde de izleyebilmek mümkün. Bağımsız/Güncel Tiyatro üreticileri görünür hale geldikleri bu alandan, hayattan beklentilerin değişmesi ya da Bağımsız/Güncel Tiyatro’nun hâlihazırdaki yorucu dinamikleri nedeni ile ana akım/prodüksiyon tiyatrosuna doğru geçiş yapıyor. Yazarlar, yönetmenler, oyuncular ana akım işlerde yer almaya başlayarak Bağımsız/Güncel Tiyatro alanından çekilmeye başlıyor. Ana akım tiyatro ise farklı perspektiflerle olgunlaşmış, araştırma süreçleri sayesinde kendini geliştirmiş, küresel olarak bir ağa eklemlenme fırsatı bulmuş bu kaynağı kendi bünyesine katıyor.  Sorun bu değil, böyle olabilir, hayattan beklentilerin değişmesi ve başka üretim alanlarına kaymak anlaşılır bir durum. Ana Akım tiyatro varlığı itibari ile eğlence sektörüne hizmet ederek bir boşluğu dolduruyor, bu da süregelen bir anlayış ve karşılığı var. Ancak; Bağımsız/Güncel tiyatronun boşalan kaynağının yerini kim/nasıl dolduracak? Ana akımın alternatif alanlarda serpilen, tam da bu yüzden tercih ettiği yazar, yönetmen ve oyuncuları kendi bünyesine katması ancak yerine geri hiçbir şey koymaması, yeraltı suları çekilince oluşan çöküntü alanı olan obruk değildir de nedir? Kültür endüstrisinin de bir ekosistem oluşturması gerektiği düşünüldüğünde, birbiriyle harmoni halinde çalışması gereken bu organizmadaki denge bozulunca ortaya nasıl koşullar çıkar? Bu koşullar bu şekli ile devam ettiğinde prodüksiyon tiyatrosunun alternatif tiyatroyu sömürmesinden bahsetmemek mümkün mü? Prodüksiyon tiyatrosu bu taze ve besleyici kaynağı kullanırken yerine geri ne koyacağını tartışmaya ve düşünmeye başlamak gerekmez mi? Tüm bu yapıların sadece eğlence sektörüne değil de bu ekosistemin kaynağı olan araştırmaya ve denemeye alan açan işlere yer vermelerini talep etmek gerekmez mi?

 Muhafazakarlaşma

Sahne sanatları, Gezi sonrasının kırılma noktası olarak kabul edilebileceği siyasal girdabın tümünden en çok etkilenen sektörlerden biri oldu. Mekân ve topluluklar tüm becerilerini kullanarak hayatta kalmak ve üretime devam etmek için canla başla çalışmaya, birçok üreticisini yurtdışına yollamasına rağmen kendi alanını tutmaya ve tuttuğu yerden de yolunu kürekleyerek açmaya devam etti. Kapanan sahneler bir yana hayatta kalanlar da ağır ekonomik koşullar altında üretime devam etmeye çalıştı. Tam o sırada özellikle son 2 yıldır “göz dolduran” projeler ayağa kalktı. Bir zamanların tek kişilik oyun furyasının yerini “dev” bütçeli “dev” kadrolu “dev” seyirci sayılı projeler aldı.

Tek destek mekanizması kültür bakanlığından alınan bütçe (neye göre nasıl verildiği muğlak) olan tiyatrolar 2013 itibari ile kara listelere alınmaya başlandı. Zaten oldukça tartışmalı bu kaynak da kesilince geriye sadece sponsorlar ve seyircilerden alınan bilet gelirleri kaldı. Hal böyle olunca oyunların içeriklerini, biçimlerini ve kadrosunu sponsorun/yapımcının tercihleri yani dolaylı olarak seyircinin talepleri belirlemeye başladı. Bu nedenle pandemi sonrası “hayatta kalmaya “ çalışan birçok yapı “tutan” işleri örnek alarak özgünlüğü tartışılır biçimde birbirini tekrar eden bir modelde üretim yapmaya başladı. Seyircinin de uzun süredir yaşadığı sosyal travmalardan dolayı olduğunu tahmin ettiğim ve hepimize sirayet etmiş olan konfor alanı arayışı bizi daha kolay tüketilebilir hikâyeleri aramaya, tanıdık olanın verdiği güvenlik duygusuna yönlendirdi. Nostaljik ve duygusal manipülasyon odaklı hikayeleri, klişe karakterlerin birbiri ardına icra edilmesine ihtiyaç duymamızı, zihnimizi yormadan salt “arınma” yaşayacağımız işleri tercih etmemizi buna bağlıyorum. Metal yorgunluğu yaşayan tiyatrocular ve üst üste gelen sosyal travmalarını idrak etmeye bile fırsat bulamamış seyirciler buluşunca ortaya muhafazakârlaşan bir tiyatro ortamı çıkmış durumda. Özellikle son 10 yıldır güçlü bir şekilde hissettiğimiz baskı rejimi hayatın her alanını muhafazakarlaştırdığı gibi Türkiye Tiyatrosu’nu da zamanın ruhundan uzaklaşan, günü kurtarmaya çalışan, birbiriyle ilişkilen(e)meyen bir topluluk mekanizması haline dönüştürdü.  Bugün ana akım Türkiye Tiyatrosu vadettiği eğlenceyi bile zar zor sunarken kendine özgü bir anlatı dili kurduğunu söylemek de mümkün değil.

Bugünü Kayıt Altına Almak…

Çağdaş/Güncel Tiyatro bizi aynı zamanda ve mekanda bir araya getiren, kamusallığımızı hissettiren, başımıza gelenleri anlamlandırabileceğimiz ve bugünü anladıkça ileriye dair söz söyleyebileceğimiz hayat dolu alanlardan biridir. Bu hali ile güncel politika üretmenin de, dayanışmanın da, kapsayıcı hale gelmenin de en etkili yollarındandır. Tam da bu nedenle şu anda içinde bulunduğumuz koşulların en çok ihtiyaç duyduğu üretim biçimlerinden yani  “olmazsa olmaz”larındandır. Kendine özgü güncel bir dil üretmeyen, bugüne dair söz söylemeyen, sorular sormayan, araştırma yapmayan bir anlatı alanı kuraklaşır. Sansür ve oto sansürle bahşetmeye çalıştığımız ve içine sıkıştığımız bu gündemde birbirimizi kapsayarak bir araya getirecek anlatıları keşfetmek, tiyatronun bir kamusal alan olduğunu unutmadan seyirci ile üretenleri bir araya getirecek yolları araştırmak varken bu seçeneklerden gün geçtikçe uzaklaşan mekanizmalara ihtiyacımız var mı?

1990-2015 yılları arasının çağdaş/güncel tiyatronun coşkulu bir dönemi olduğu söylenebilir. Bu dönemin canlı olmasının nedenleri arasında BİLSAK, Garajistanbul, ÇGSG, DOT, Alternatif Tiyatrolar Platformu, İstanbul Tiyatro Festivali’nde yer alan “yeni dalga” bölümü gibi yapıların bileşenlerinin etkisi büyük. 2015 sonrası yaşanan siyasi atmosfer nedeni ile çağdaş sahne sanatlarının (tiyatro, dans, performans) erimesine tanıklık etmek durumunda kaldık. Bu alanda üretenler zaman içinde kendilerine gösterim yapabilecekleri mekan ve uygun üretim koşulları bulmakta zorlanmaya başladı. Önceki yılların birikiminin alanda yeni meslektaşlara aktarılmasında ise sürdürülebilir bir yol bulunamadığından nostaljik bir hikaye anlatımından öteye geçilemeyerek kuşaklararası kopuş yaşandı. Bu alanda yeni üretim görülemeyişinin önemli nedenlerinden birisi de bu sanırım.

Tüm bu koşullar altında; çağdaş sahne sanatlarının ülkedeki tarihinin konuşulması, bugün yaşadığı sorunlara odaklanılması ve geleceğe yönelik yeni hayallerin kurulması hepimizi güçlendirecek seçenekler. Mevcut mekanların ve kurumların çağdaş bakış açısı konusunda vizyoner seçimler yapması, hem alanda yeni meslektaşlara alan açacak eğitim ve projeleri desteklemesi hem de önceliğini sürdürülebilir bir üretim biçimine vermesi önemli olacaktır. Çağdaş gösteri sanatları alanında üretmeye devam eden bir avuç insanın da bir araya gelerek yeni örgütlenme modellerini tartışmaya açarak bu alanın temsiliyet gücü ile ilgili farkındalığı arttırması kıymetli olacaktır. Yurtdışı ile kurulmuş ancak politik ve ekonomik nedenlerle kopma noktasına gelmiş olan bağların yeniden canlandırılmasına ise ayrıca önem vermek gerekli. Kendi kuyruğunu kovalayarak içine kapanmış Türkiye Tiyatrosu’nun dünyada olan biteni takip edebileceği ve kendi gündemine katabileceği koşulları yaratmak da büyük ihtiyaçlarımızdan biri olarak öne çıkıyor.

Küresel ve yerel ölçekte özellikle pandemi sonrası yaşanan bu dönüşüm sürecine olan tanıklığımızı geleceğe aktarabilmenin yollarını hep beraber araştıracağımız bir yol bulmanın ve tüm bu ekonomik koşullardan sıyrılıp bugüne dair söz söyleyebileceğimiz günlerin gelmesi dileği ile…

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Zinnure Türe

Yanıtla