Çiço: Eve Dönmek, Kendine Varmak mı?

Pinterest LinkedIn Tumblr +

 Metin Göksel

Kollektif.rar’ın bu sezon sahnelediği Çiço adlı oyun, alışılmış bir “eve dönüş” kalıbıyla başlıyor: Yıllar önce baba evinden ayrılmış olan büyük oğul Can, geri döner; hatırlamaya başlar ve giderek anlatıcı/oyuncuya dönüşür. Biz de bu andan itibaren hikâyeyi onun gözünden izlemeye başlarız.

Can, eve dönüşünde hayalinde ona eşlik eden iki McDonald’s karakteriyle birlikte, Diyarbakırlı Kürt olan babasıyla yaşadığı çatışmaları, Maraşlı Türk olan annesinin sessiz sabrını, babasının ondan gizlediği ve kendisinin tesadüfen öğrendiği Kürt kimliğini hatırlar. Babasının gençliğindeki “solcu” duruşundan zamanla dindarlığa yönelişini, evde yasaklı olan Kürtçeyi ve o dille söylenen şarkıları, babaannesini görmeye gidemediği Diyarbakır yolculuklarını, bu yolculuklardaki hem devletin hem örgütün yarattığı engelleri gözünün önünden geçirir. Oyun boyunca bu geçmişin izleriyle yüzleşir; babasıyla ve kendisiyle hesaplaşır.

Bu baba-oğul çatışması, bir yandan “öteki” olarak gördüğü babayı anlamaya, diğer yandan kendini tanımaya çalışan bir bireyin içsel yolculuğuna dönüşür. Özcan Ateş’in kişisel yaşamından izler taşıyan Çiço, genç tiyatrocuların teorik açıklamalara başvurmaksızın, sade ve iddiasız bir yaklaşımla kendilerine miras bırakılmış bu yükü sorgulamaya çalıştıkları bir oyun. Baba-oğul hesaplaşması ise yalnızca sahnede değil, oyunun kaleme alınmasıyla birlikte tamamlanmış oluyor.

1990’lı yıllarda, Kürt sorununun en çatışmalı döneminde büyüyen bir çocuğun evinde, sessizlik içinde yaşanan kimlik meselesi; bireysel olduğu kadar toplumsal bir travmaya da dönüşerek, tüm ülkede iz bıraktı. Oyunda bu travmanın izlerini, bir büyüme hikâyesine eşlik eden sade ve naif bir anlatı olarak görüyoruz.

Bugün, bu meselenin siyasal olarak gündeme gelişinin üzerinden kırk yıl geçmişken, yeni kuşaklar yaşamı nasıl deneyimleyeceklerini yeniden keşfetme sürecindeler. Bir kimlik politikasının ötesinde, birlikte yaşamak için “öteki”ni—kendi yanı başındaki kişiyi, hatta kendisinin bir parçası olanı—yeniden anlamaya çalışmak, toplumun önündeki en zorlu sınavlardan biri haline gelmiş durumda.

Kutuplaştırıcı dilin nasıl aşılacağı, “barış travması”nın farklı toplumsal kesimlerde nasıl atlatılacağı, komplo teorilerine sığınmadan yeniden nasıl bir toplum olunabileceği gibi sorular bugün her zamankinden daha yakıcı. Üstelik, oyunda olduğu gibi aynı aile içinde birden fazla kimlik yan yana bulunuyorsa ve bunların bazıları bastırılmış, yok sayılmışsa, bu sorulara verilecek kolay cevaplar da yok. Ancak doğru sorularla yolumuzu bir nebze olsun aydınlatmak mümkün olabilir.

Kollektif.rar’ın giriştiği bu arayışın çeşitlenerek artması, yıllar içinde inşa edilen hâkim kutuplaştırıcı söylemin kırılmasına ve “her şey bize söylendiği gibi olmayabilir” türünden bir sorgulamanın yaygınlaşmasına katkı sunabilir.

Bu güçlü anlatının sahne üzerinde daha da etkili hale gelebilmesi için, oyun esnasında gözlenen bazı uzun sessizliklerin performansın tansiyonuyla ilişkili olarak yeniden değerlendirilmesi yararlı olabilir. Bu anların gereğinden fazla uzadığı yerlerde, sahne enerjisinin yükseltilmesi oyuna önemli bir katkı sağlayacaktır.

Ayrıca, son yıllarda oyunculuk eğitimleriyle birlikte yaygınlaşan “doğal oyunculuk” anlayışının zamanla “oynamamaya” dönüşme riski taşıdığı da gözlemleniyor. Bu eğilimin birçok yeni oyunda ortak bir üsluba dönüştüğü söylenebilir. Belki de bu durumdan kaçınmanın yolu, eğitimlerde öğrenilenleri unutmak değil, onları sahne üzerinde yeniden yorumlayarak canlandırmaktan geçiyor.

Kişisel bir arayıştan yola çıkan Çiço, herkesin temas edebileceği ortak bir hikâyeye dönüşme denemesi olarak, gelecek sezonda da yolculuğuna devam edecek.

Oyun hakkında Kollektif.rar’dan yazar/oyuncu Özcan Ateş, yönetmen Hilal Attar, oyuncular Sena Mollaahmetoğlu ve Bedirhan Avcı ile konuştuk:

Oyun fikri nasıl oluştu?

Özcan Ateş: Kadroyu oluşturan ekip olarak hepimiz Kadir Has Üniversitesi Tiyatro Bölümü’ndeki öğrenciliğimiz sırasında bir araya geldik. Mezuniyet oyunu olarak Kral Lear’ı seçmiştik ve baba-oğul çatışması üzerinden ilerliyorduk. Baba-oğul çatışması benim hayatımda da her zaman gündemde olan bir durumdu, eğitim hayatımda yaptığım değişikliklerle farklı mesleki  tercihlerde bulunduğum için evde sürekli bir çatışma halindeydim. Kral Lear ile kızı arasındakine benzer şekilde, klişe gibi algılansa da benim de kralı devirmeye çalışan bir çocuk olarak ciddi derdim vardı. Buradan yola çıkarak babamla ilişkimi yeniden değerlendirdim ve ilk metni yazdım. Bu metindeki sorularla babamla kuramadığım iletişimi kurmaya çalıştım. Babamı nerede seviyordum? Çocuğun Kürtçe konuşması ile babasının dikkatini çekme isteği, böyle ortaya çıktı çünkü baba kendisini sadece orada çok çıplak ifade ediyordu. Bir de bize çok düşkün olduğu için şiddet eğilimi metne girdi, bu kendime uyguladığım şiddetti. Boks yapıyorum ve bokstaki şiddet baba ile kurulan bir tür ilişki. Yani Kürtçe ile ilgili sorular ve boks baba ile kurulan bir ilişki olarak netleşti ve metni bunun etrafında oluşturmaya başladım. Metinde babayla iletişime geçmeye başlayınca, beklemediğim bir şey oldu: karakterle empati kurmamla birlikte, babamı anlamaya başladım, artık onun bazı tepkilerini anlamlandırabiliyordum. Hatta bu beni bazen öyle yumuşattı ki süreçte arkadaşlarımdan eleştiri aldım, babanla problemin yoksa neyi tartışıyoruz noktası bile ortaya çıktı zaman zaman. Onun 1979 yılında eğitimini yarıda bırakma mecburiyeti, benimle eğitim üzerinden yaşadığı çatışmayı anlaşılır hale getirdi. O noktada artık onun da sesi olmaya karar verdim. Babamın yaşadıklarından yola çıkarak toplumsal olarak yaşanan bu mağduriyete yönelik de bir eleştiri yapmak istedim. Doğup, büyüdüğü ve başına gelen olaylara kadar haberdar olmadığı kimliği nedeniyle eğitim hakkı elinden alınıyor, konuşma ve ifade hakları elinden alınıyor. Bence bambaşka biri olarak yaşamak durumunda kalıyor hayatını. Ben onu evde gizlice dinlediği Kürtçe şarkılarla keşfedince, aynı evde yaşadığın en yakınındaki insanı tanımadığını fark ediyorsun. Bu beni gerçekten şoka uğratmıştı. Metinde Kürtçe şarkılarla oluşan bölümler bu duruma göndermeler içeriyor.

Sena Mollaahmetoğlu: Aslında bu bir aile hikayesi, evin kapıları kapandığında birebir aynı olmasa da birçok kişinin yaşadığı benzer problemler vardır ve o çatı altında kiminin baba ile değil anne ile problemi vardır, kültürel bir çatışma değildir ama başka bir çatışmadır, baba-oğul çatışmasında annenin sessiz kaldığı veya farklı üçgenlerin oluştuğu evler, aileler çokça karşımıza çıkıyor. Baba-oğul ilişkisinin ötesinde aile öyküsüne dönüştüğünde hepimizin de hikayesi oluyor oyun.

Hilal Attar: Ele aldığımız hikaye buraya ait ve politik boyutu olan konular. Çok uzun süredir yaşadığımız sorunlar…öyle olunca insanları yakalayabileceğini düşünüyorduk. Umarım amacımıza ulaşmışızdır.

Özcan Ateş: Birbirine karşıt politik ve kültürel tutumlara sahip bir aile içinde, bir yandan milliyetçi, diğer yandan sol değerlere sahip, öte yandan çok muhafazakar bir ailede büyümek ve bunu yansıtabilmek beni heyecanlandırıyordu. Bana yönelen Türk müsün, Kürt müsün soruları…Türkiye sosyolojik olarak o kadar girift bir yer ki…ben bunu sahnede çok çıplak şekilde gösteriyorum. Dayım MHP’den belediye başkan adayıydı, babamsa Diyarbakırlı bir Kürt ve ben sahnede Şivan Perwer okuyorum. Ben kimim o zaman, ben bu oyunu Türkçe yazıyorum, ama sahnede Kürtçe şarkı söyleyeceğim. Beni bu durumda nereye koyacaksınız. Veya bir yere koyman gerekiyor mu ? Biz bence topluma belirli ezberlerle bakıyoruz, toplumu tam olarak anlamadığımızı düşünüyorum.

Farklı aidiyetlere sahip bu ailede hem anneye hak veriyorum, hem babaya hak veriyorum ve arada kalan çocuk olarak yazıyorum, tabi bu durumun oluşturduğu baskı da var.

Toplumda doğal haliyle yaşanan kimlik meseleleri, medyada yüksek siyaset düzeyinde bambaşka şekillere giriyor, en basitinden bir ailede yaşananlar…denge kurmak, apolitik olmak değil ama insanları anlamaya çalışmak bizim yapabileceğimiz budur diye düşünüyorum. Ama son kertede babaya karşı sağduyulu bir tutumumuz oldu oyunda, öyle bir yanlılığım oldu açıkça. Bunu da kimliği nedeniyle değil, bu konuda artık sağduyulu bir tutuma sahip olmamız gerektiğini düşündüğüm için yaptım.

Aslında bu oyunda babanın Kürt kimliği ile karşılaşarak ve bunu sahneye taşıyarak kendime ait bir parçayı da kamusallaştırıyorum. Bizi sıkıştırdıkları kabul görmüş kimlikleri sorguluyorum. Kürtlerin durumuna dair farkındalığım var ve bu konuda tarafsız değilim. Bu sorunu bir gün ele almak, anlamaya çalışmak hedefini çok önceden koymuştum. Kürt tiyatrosu yapanlar Mirza Metin, Şermola Perfomans gibi Kürt tiyatrosu yapan gruplarla aynı yerde değiliz ama onlar meseleye yaklaşım anlamında ilham verici oldu. Bu oyunları izlediğimde anlamıyordum ama babamın yansımalarını orada görüyordum.

Sahnede çocuğa eşlik eden Mc Donalds karakterleri nedir?

Hilal Attar: Babasıyla iletişim kuramayan bir çocuk var sahnede. Hatırladığı şeylerden biri çocukken babasının onu çok sık Mc Donalds’a götürdüğü…bu nedenle orası çocuk için özel bir yer…ve çocuk doğduğu eve döndüğünde başlayan oyunda yaşadıklarını hatırlarken Mc Donalds karakterleri canlanarak koro işlevi kazanıyor ve çocuğa eşlik ediyorlar. Yer ve zaman soru-cevaplarıyla çocuğu anılarına taşıyorlar.

Oyundaki ailede annenin suskunluğu kadın figürün geri planda kalması gibi yorumlanabilir. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Sena Mollaahmetoğlu: Baba oğul arasında yaşananlar sonucu anne aktif olamıyor aslında. Oyunun belirli kısımları yazılı metin ötesinde sahne üzerinde yaptığımız doğaçlamaların daha sonra tekrar metne eklenmesiyle oluştu. Anneyi sahne üzerinde geliştirirken ilk başta çok fazla şehirli, seküler hatta feminist bir kadın olarak şekillendirdiğimi fark ettim. Ancak daha sonra sahne üzerinde aile oluştukça, anneyi geliştirmek mümkün oldu. Aile içinde daha aktif, müdahaleci bir anne figüründen kavgalara doğrudan dahil olmayan, suskun bir kadına dönüştü. Aslında sessizlikleri oynayarak annenin ailedeki yerini deneyimledim. Anneyi doğru yere oturtmak önemliydi.

Özcan Ateş: Anne aslında düzenin temsili diyebiliriz. Düzen suskunluğuyla ve sabrıyla  birlikte hep salonda olur, baba anne üzerinden kendini var ediyor.

Oyunun yazım ve sahneleme süreci nasıl ilerledi?

Hilal Attar: Özcan’ın yazdığı metin üzerinden masabaşı çalışması yürüttük. Sahneye geçtiğimizde metinde yapacağımız değişiklikler ve eklemeler de şekillendikçe sahne üzerinde çıkan yeni malzemeyi Özcan yeniden yazdı, metni yenileyerek getirdi. Yazım süreci sahne ile birlikte ilerledi.

Bedirhan Avcı: Bir tür “devised theater” süreci uyguladık diyebiliriz. Yani yazarın, yönetmenin, oyuncuların sadece kendi alanlarından sorumlu olmaları yerine oyunun birlikte oluşturulduğu bir süreç…yaptığımız tam olarak “devised theater” değil ama bu anlayıştan esinlendik.

Tiyatroda politik konuların ele alınmasına nasıl bakıyorsunuz?

Hilal Attar: Ülkede yaşadığımız her şey politik, dolayısıyla tiyatronun her türlüsü politik hale geliyor. Bir şeyleri değiştirebilme işlevine sahip olması gerekiyor sanatın…

Özcan Ateş: Yaşanan meselelerin sürekli gündemde tutulması ile farkındalık oluşturabiliriz. Sanatın bunu yapabileceğini düşünüyorum.

Sansür ve otosansür, yaşadığımız koşullarda gündemde olan bir durum. Bundan siz nasıl etkilendiniz?

Özcan Ateş: Oto sansür yapmak zorunda hissediyoruz kendimizi zamana zaman. Hatta oyun çıktıktan sonra 19 Mart sonrası eylemlilik ortamını görünce keşke daha az oto sansür yapsaydık diye düşündük. Oyunu yazarken araştırdığımda Kürt meselesinin anlatılanlardan farklı olduğunu da kavradım. Ama merkeze bu konuyu koymak ana temayı kaçırmamıza neden olacaktı.

Sena Mollaahmetoğlu: Tabi toplumsal konulara girince anlatmak istediklerimizde yaşadığımız ortam arasında gidip geldiğimiz anlar olmadı değil. Oto sansürden kaçınmaya çalıştık ama çok bilmediğimiz bir alanda da arayış içindeydik. Tiyatro her hâlükârda politik, sahnede anlatmak, paylaşmak, derdimizi anlatmak istiyoruz.

Hilal Attar: Yaratıcı bir süreçte farklı toplum kesimlerini aynı anda gözeterek anlamaya çalıştık diyebiliriz.

Seyircinin oyuna tepkileri nasıldı ?

Bedirhan Avcı: Çok bizden bir hikayeyi çağdaş bir üslupta anlatıyoruz. Hikaye günümüz seyircisi ile bağ kurabiliyor. Baktığında yakın geçmişte Özcan’la babasının yaşadığı hikayeyi, kültürel bir yerden değil daha çağdaş tekniklerle sahneledik, seyircinin tepkisi olumlu oldu. Duygusal bağ kurarak ağlayan seyirci de gördüm, “Ben de Kürt’üm, babamla bağ kurdum” veya etnik aidiyet üzerinden değil de babası ile problem yaşayan ve bağ kuran  insanlar da oldu…hikaye aslında baba-oğul arasında yaşanan iletişimsizliği içermekle birlikte ülkenin politik, toplumsal sorunlarına dokunuyor.

Özcan Ateş: Aslında ülkede benim ailem gibi birbirinden farklı kimlik aidiyetlerine sahip çok aile var, ama bu duruma buradan yaklaşan, ifade eden çok sayıda çalışma olmadığını fark ettim. Bu hikayeyi izleyen ve farklı dünya görüşlerine sahip seyircilerin de net ve kendilerini doğrulayan fikirlerle çıkmadığını fark ettim, bu hedeflediğim birşeydi. Çünkü biz bir tartışma alanı açılmasını istedik.

Benim oyunu izlediğim gün ailen de, baban da salondaydı. Tepkileri ne oldu?

Özcan Ateş: Babam ağladı o gün, neye ağladığını söylemedi. Bence o annesine ağladı, olaylar nedeniyle uzun süre Diyarbakır’a gidip onu görememişti. Eğitim onun için önemliydi ve o yoklukta dedem onu Adana’da İnşaat Mühendisliği okumaya göndermiş, orada arkadaşları vardı, belki entelektüel bir çevresi olacaktı, bazı arkadaşlarını faili meçhul cinayetlerde kaybetti. Adana’dan ayrılıp Kara Harp Okuluna geldi ama oradan da ayrılmak zorunda kaldı. Hayatının o döneminde istediği herşey elinden alınmış. Sanırım oyunu izlerken tüm bunları hatırladı, kendi çocukluğuna, gençliğine yandı. Bu oyunla ilk defa 63 yaşında bir insana neyin var diye soruldu, o da bu oyun üzerinden bir derdim var dedi. Ve bu herkesin hikayesi oldu…

Grubun bundan sonraki hedefi nedir, yola birlikte devam edecek misiniz?

Sena Mollaahmetoğlu: Yola çıkışımız devam etmek üzerine kurulu…

Özcan Ateş: İlhamdan önce, üretimi sağlayan koşul disiplin…bu anlayışla devam etmek istiyoruz.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Metin Göksel

Yanıtla