Söyleşi: Maral Çankaya
Mehmet Can Engül
Hangardz Tiyatro Topluluğu, 2018 yılında İstanbul’da bir grup Ermeni sanatçının bir araya gelmesiyle kurulan bağımsız bir tiyatro kolektifi. Yıllar sonra İstanbul’da Batı Ermenicesi ile oyunlar çıkartan ilk profesyonel bağımsız tiyatro topluluğu da diyebiliriz kendilerine. İsminin bir hikayesi var şüphesiz. Ermenice’de “hangardz” kelimesi “aniden” anlamına geliyor. Aniden başlayan yolculuklarında yollarını çokdilli ve çokkültürlü bir tiyatro anlayışının temel taşları ile döşüyorlar. İlk oyunları Mer Çunetsadzı İrarmov Kıdnenk [Bizde Olmayanı Birbirimizde Bulalım] dünya prömiyerini 2018’de Sırbistan’da yaptı. Ardından İstanbul’da çeşitli sahnelerde sergilendi. 2023–2024 sezonunda Hangardz, William Saroyan’ın Yüreğim Dağlardadır adlı oyununu önce Türkçe olarak sahneledi, ardından oyunun Batı Ermenicesi versiyonunu hazırlayarak 2024 yazında Ermenistan’ın Vanadzor ve Yerevan şehirlerinde izleyiciyle buluşturdu. Ancak Ermenistan yolculuğu sadece bir turne değildi, yanlarında götürdükleri “köklerimiz neresi” sorusuyla ev, aidiyet, memleket gibi kavramların irdelendiği “Evimiz Neresi?” belgeseli ile geri döndüler.

Fotoğraf: Berge Arabian
Hangardz bir kültürel hafıza ve direnç alanı yaratma çabasını da içerisinde taşıyor. Dilin kaybolmasına karşı sahneyi bir direnç mecrası olarak konumlandırıyor. Batı Ermenicesi’ni görünür kılmak, belleği canlı tutmak ve tiyatroyu herkes için çoğulcu bir anlatım biçimine dönüştürmek temel hedefleri arasında yer alıyor. Aynı zamanda, farklı topluluklar, diller ve kuşaklar arasında anlamlı bir köprü kurmayı amaçlıyor. Tiyatroyu yalnızca estetik bir ifade biçimi değil, bir karşılaşma, iletişim ve ortak üretim alanı olarak tanımlıyor. Hangardz, bu çok katmanlı yaklaşımıyla hem sahnede hem sahne dışında yeni bir kültürel diyalog zemini inşa etmeye devam ediyor. Bütün bunları; Hangdarz’ın dününü, bugününü, yarınını, Türkiye’de bağımsız bir tiyatro olmanın koşullarını, oyunlarını ve seyircilerini, toplumsal barış süreçlerinde sanatçıların sorumluluğunu topluluk üyelerinden Lara Narin, Tara Demircioğlu ve Yeğya Akgün ile konuştuk.
Maral: Hangardz, İstanbul’da bir grup Ermeni sanatçının bir araya gelmesiyle kurulan bağımsız bir tiyatro kolektifi. Hikayesi 2015’de başlıyor ama 2018 yılında resmi bir şekilde kuruluyor. Ermeni topluluklarının daha çok bir dernek çatısı altında faaliyetlerini gerçekleştirmelerine ve zaman zaman da Ermenice oyunlar oynamasına aşinayız. Fakat sizler bunu profesyonel bağlamda ve de bağımsız olarak yapan ilk topluluksunuz. Bildiğimiz kadarıyla bazılarınızın memleketi, kökeni de farklı, farklı coğrafyalardan geliyorsunuz. Ermenice’de “aniden” anlamına gelen Hangardz isminin hikayesini de ayrıca merak ediyoruz. Dolayısıyla hepsini toparlayıp şöyle soralım: Hangardz nasıl ve neden ortaya çıktı?
Lara: Biz aslında her şeyden önce arkadaştık. Bu sürecin “resmi” anlatısını hala kafamda netleştirebilmiş değilim ama Vomank deneyiminden beslendiğim bir tarafı olduğunu söyleyebilirim. Vomank’ta kurduğumuz birlikte düşünme ve üretme hali beni çok beslemişti. Benzer bir şeyi tiyatro alanında da yapmak istiyordum. Aslında çocukluğumdan bu yana hem müzik hem de tiyatroyla ilk temaslarım Pangaltı Lisesi’nden Yetişenler Derneği (PLYD) çatısı altında gerçekleşmişti. Son olarak yine yakın arkadaşlarımla beraber oynadığımız ve benim yönettiğim bir oyun sahnelemiştik. Artık bir şeyleri geliştirebileceğimi hissediyordum. O dönem şimdiki Hangardz kadrosudan en çok tanıdığım kişi Tara’ydı. Oyunculuk mezunu olduğunu biliyordum. Bu alanda vizyon sahibi oluşunu beğeniyordum.
Tara: Vizyondan çok bir arzu, istekti aslında. “Yolumu bulmam lazım” telaşı içindeydim.
Lara: Zaten biz Tara ile 8. sınıfa kadar aynı okuldaydık; Mıhitaryan mezunuyuz; mezunlar derneğimiz PLYD’nin köklü bir tiyatro geleneği var. Bu derneğin çocuk korosunda beraber büyüdüğümüz bir kültürden geliyoruz Tara’yla. Yine aynı şekilde Garine’yi de okuldan tanıyordum. Garine, Yeğya’yı tanıyordu. Jaklin beni Yeğya’yla tanıştırdı. Yani ekip tamamen bu şekilde, akademik düzeyde oyunculuk eğitimi almış Ermeni gençlerinin dostane ilişkileriyle, halka halka genişleyerek oluştu. Yaklaşık iki yıl boyunca sadece birbirimizi görmek, birlikte vakit geçirmek amacıyla buluşuyorduk. Sohbet ediyorduk, oyunlara gidiyorduk.
Tara: Evde küçük doğaçlamalar da yapıyorduk hatta.
Lara: Evet, Taralar’ın evi bizim için kendiliğinden bir toplanma alanına dönüşmüştü. 2018’de bir gün Nışan Hoca [Şiriyan] ve eşi Güliz’den Sırbistan’da bir Azınlık Tiyatroları Festivali düzenlendiğini öğrendik. Ben o dönem İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı yarı zamanlı Müzikal Tiyatro bölümünden yeni mezun olmuştum. Konservatuvar giriş sınavlarına onların yoğun emeğiyle hazırlandığımdan bu yana sıkı iletişimde olduğumuz için bu oyunculuk odaklı buluşmalarımızdan, heyecanımızdan haberdarlardı.
Nışan Hoca’nın Devlet Tiyatrosu’ndan oyuncu arkadaşları, Türkiye’den de katılım olmasını umut ederek konuyu açınca: “Ermenice oyun yapılır, bizim gençler var” deyip bizi önermiş. Biz de bu fırsatı duyunca, “birlikte bir oyun çıkarabiliriz” diyerek aniden çalışmaya karar verdik. O sırada cebim, Vomank’ın albüm hazırlık sürecinde keşfedip, derin bağ kurduğum şair Heranuş Arşagyan’ın şiirleriyle doluydu. Melankolik dizeleri beni çok etkilemişti. Ekiple paylaştım, herkes çok beğendi. Böylece bu şiirler ve mektuplardan yola çıkarak bir oyun yapmaya karar verdik: Mer Çunetsadzı İrarmov Kıdnenk. [Bizde Olmayanı Birbirimizde Bulalım]
Tara: Festivale hazırlanırken topluluğa bir isim bulmamız gerekiyordu. O zaman henüz aramızda o kadar Ermenice konuşma pratiğimiz yoktu maalesef. Ben her kelimeyi bilmiyordum o yüzden sordum: “Her şey bir anda oluyor ya… ‘Aniden’ Ermenice ne demek?” Ya Lara ya da Yeğya’ydı sanırım, biri “Hangardz” dedi. O an “Tamam!” dedik. İsmimiz bu olacak. Herkesin de çok içine sindi. Hani derler ya, herkes isminin anlamını taşır diye, gerçekten de ismimiz gibi, geleni hızlıca kabul ediyoruz. Bu da bazen cesarete dönüşüyor, bazen de zorluklara yol açıyor. Ama yıllar içinde bu durumu daha sağlıklı yönetmeyi öğrendiğimizi düşünüyorum.
Mehmet Can: Şimdi dilerseniz bu zorlukları biraz açalım. Baktığımızda Hangardz kuruluşundan bu yana üretimlerine aktif olarak devam ediyor. Sırbistan’da düzenlenen festivalle başlayan yolculuk, daha sonrasında başka oyunlarla devam ediyor. 2023’te William Saroyan’ın Yüreğim Dağlardadır oyunu çıkıyor. Bu oyunu hem Türkçe hem de Batı Ermenicesi’nde oynuyorsunuz. Farklı üretimler de gerçekleştiriyorsunuz. Üretimleri konuşmadan önce, tüm bu sürecin arka planındaki zorlukları merak ediyoruz. Günümüz Türkiye’sinde tiyatro yapmak başlı başına pek de kolay olmayan bir iş iken bu üretimleri bağımsız bir Ermeni topluluk olarak, çokdilli, çokkültürlü bir anlayışla yapma ısrarının altında ne tür mücadele alanları gizli?
Yeğya: Gerçekten zorlu bir süreçti. Herhangi bir kuruma bağlı olmadan, tamamen bağımsız bir şekilde üretim yapıyoruz ve bu da hem maddi hem manevi anlamda ciddi zorlukları beraberinde getiriyor. Sabit bir mekânımız yok; oyunları prova edecek bir yer bulmak bile zaman zaman sorun olabiliyor. Bazen dernek mekânlarından yararlandık, ama onların da kendi yoğunlukları, kendi programları var, her zaman destek olmaları mümkün olamıyor. Hatta bazı dönemlerde, prova yapabilmek için alternatif sahnelere ücret ödememiz gerekti.
Sırbistan’a giderken yaşadığımız bir örnek çok çarpıcıydı. Festivalin tüm masrafları karşılayacağı söylenmişti, ama bir noktada uçak biletlerimizi karşılayamayacaklarını öğrendik. Tam bir belirsizlik içindeyken, oradaki Novi-Sad halkının araya girip bu sorunu kendi içlerinde çözdüğünü öğrendik. Oynadığımız sahne ‘Újvidéki Színház’ yüz yıl kadar önce inşa edilmeye başlanmış ama maddi imkânsızlıklar nedeniyle yarım kalmış. İnşaat, oradaki Ermeni tüccar ve hayırseverlerin desteğiyle tamamlanmış. O katkı, halkın kolektif belleğinde öyle bir yer edinmiş ki, yüz yıl sonra bile o dayanışma ruhu yeniden canlandı ve bizim biletlerimizi karşıladılar. Bu tür karşılaşmalar, o hafızanın hâlâ canlı olduğunu gösteriyor ve tüm zorluklara rağmen bize başka bir motivasyon sağlıyor.
Hangardz’ın attığı adımlar, uzun bir sessizlik döneminden sonra profesyonel Ermeni tiyatrosu adına atılan cesur adımlar oluyor. Türkiye’de, yüz yıl aradan sonra kurulan Ermenice ve Türkçe üretim yapan bir tiyatro topluluğu, uluslararası bir festivalde sahne alıyor, Ermenistan’a gidiyor, Diyarbakır’da turne yapıyor… En son Fasulyacıyanlar 19. yüzyılın sonlarında Erzurum’a bir turneye gitmişti; ondan sonra karanlık bir dönem başladı: “Vatandaş Türkçe konuş” denildi, siyasi baskılar arttı. Önce sansür, ardından içselleştirilen bir suskunluk… Kuruluşumuzdan itibaren o sessizliği kırmak için adımlar atıyoruz.
Lara: Otosansürden de bahsedebiliriz aslında. Mesela “Ermeni kimliğinle büyük toplumda, hele ki Ermenice bir şey üretemezsin.” Benim de öğrenciliğimde tanık olduğum bir “kendi içimizde üretme” eğilimi var. Ermeni toplulukları için amatörlük kıymetlidir. Maddi kazançla ilişkilenmeksizin, azimle, coşkuyla üretip birlikte var olma bilinci kuşaktan kuşağa aktarılır. Ben de bulunduğum çeşitli topluluklarda bu tutumu gördüm ve değerli buluyorum. Ancak bir yandan da bu güvenli alan hissi nedeniyle, Ermeni tiyatrosu kamuya açık bir şey olmaktan uzaklaşıyor. Türkiye’de oyunculuk herkes için, ekonomik kazanç sağlaması çoğu zaman mümkün olmayan bir meslekken; bir de bir “Ermeni kadın oyuncu” olarak bariyerleri aşma baskısı ekleniyor. İşte bu atmosfer içinde sanatımıza duyduğumuz tutku ve birlikte inşa ettiğimiz bu özenli bağ, iyi şeylerin olabileceğine dair çocuk inancımızı güçlendiriyor.

Fotoğraf: İşhan Erdinç
Tara: Dernek tiyatrolarında izlediğim ve yapmak istediklerim arasında kıyaslama yaptığımda şunu fark ediyorum: Dernek tiyatrolarında sahnelenen oyunların metinleri çoğunlukla “suya sabuna” dokunmayan nitelikte. İzleyici kitlesi de ne yazık ki bundan fazlasını talep etmiyor. Beklenti çoğunlukla vodvil biçiminde oyunlar izleyip kafa dağıtmak oluyor. Bu durumu yargılamıyorum ama biz kendi misyonumuzu farklı tanımlıyoruz. Tiyatronun gerekliliklerini ön planda tutarak; sorgulatan, düşündüren ama didaktik olmayan, dayatmayan bir yerden üretmeye, dilimizi ve hafızamızı var etmeye çalışıyoruz. Bu süreçte elbette kimi zaman yanımızda olanlar olduğu kadar destek vermeyenler de olabiliyor. Seyirci çekememek gibi sıkıntılar yaşıyoruz. Bağımsız bir topluluk olarak duyulur olmakta zorlanıyoruz. Aramızda çok tanınan biri yoktu. Sadece Nışan Abi bilinen bir isimdi. Bu görünürlük eksikliği hem maddi anlamda hem de seyirciye ulaşmak konusunda zorluklar yaratıyor. Kendi aramızda bu kaygıyı zaman zaman paylaşıyoruz.
Lara: “Zaman zaman” değil aslında sık sık yaşıyoruz.
Yeğya: Çünkü Ermenice tiyatro yapıyoruz. “Türkiye’de bunun alıcısı kim?” sorusu günümüz koşullarında karşımıza çıkıyor. Oldukça dar bir gruptan bahsediyoruz. Bir de biz, üst yazı bile kullanmadan oynuyoruz. Ama bu deneyim bize başka şeyler de öğretti.
Lara: Hangardz ne yapmak istiyor sorusunun, küçük toplumla karşılaşmadan önce büyük toplumdaki tiyatrocular için bir karşılığı vardı. Bu beni daima heyecanlandırıyor. Örneğin, “Kantsı” dijital oyununu yaparken, Tiyatro Vakfı’ndan Reha Keskin ile tanıştık. Kendi merakı ve çabasıyla bizi bir okuma tiyatrosuna teşvik etti. Bugün İstanbul’da Ermenice üreten bir tiyatro topluluğu olmanın anlamını bilen biriydi. Sevgili Reha ile hâlâ bağlarımız sürüyor.
Yeğya: Otosansür meselesi aslında bugünden önce, çok daha eski dönemlerin de sorunu. 1930’lu, 40’lı yıllarda Ermenice tiyatro yapmak için ciddi bir irade var. Hagop Ayvaz’ın arşivlerine baktığımızda görüyoruz; hem klasik hem deneysel oyunlar sahnelenmiş. Ama siyasi baskılarla birlikte bir geri çekilme süreci başlıyor. Bu, resmî olarak ilan edilmiş bir yasak değil belki ama fiilen var olan bir durum. Mesela Ayvaz, Ankara’da bir gazeteciler toplantısında dönemin Cumhurbaşkanı İnönü’nün kalem müdürüne gidip “Ermenice tiyatro yasağının kaldırılmasını istiyoruz” diyor. Aldığı yanıt: “Zaten öyle bir yasak yok.” Ancak o olmayan yasak, yıllar içinde kolektif bir korkuya, içselleştirilmiş bir otosansüre dönüşüyor. Travmalarla birleşince de büyük bir sessizlik, bir kabuğa çekilme hali oluşuyor.
Bunun ardından daha bireysel hikâyelerin dönemi başlıyor. Toto Karaca, Nubar Terziyan, Ani İpekkaya gibi önemli isimler görünür oluyor. Bazı sanatçılar ise mevcut sistemde Ermeni kimliğini gizleyerek var olabiliyor.
Biz Hangardz olarak tam da bu yüzden yola çıktık: Osmanlı’da tiyatro taşlarını döşeyen dillerden biri Ermenice. Biz de geçmişle gelecek arasında bir köprü kurmak istiyoruz. Manifestomuz: Ermeni tiyatrosunu görünür kılmak. Yeniden kamusal alana taşımak.
Tara: Aslında bu manifestoyu destekleyen çok kişi olduğunu pandemi dönemindeki kitlesel fonlama çağrımızla gördük. O dönem seyirciyle buluşmak mümkün değildi, biz de Sayat Dağlıyan ve Novva Film’le iş birliği yaparak dijital oyunumuz Kantsı’yı ürettik. Zaven Biberyan’ın eserinden yola çıktık ama elimizde hiçbir kaynak yoktu. Çekim, kurgu her şey için bütçeye ihtiyacımız vardı. Destek çağrımıza 100’den fazla kişi yanıt verdi. Tanımadığımız insanlarla tanıştık. Onlara küçük hediyeler gönderdik, çantalara baskı yaptık, onlara birebir ulaştık. Bu sayede bağlarımız güçlendi. Bence insanlar, bu dilin yaşamasını istedikleri için katkı sundular.
Yeğya: Aslında bu projeyi bu şekilde yapmamız biraz da ironik bir durumdan kaynaklandı. Başlangıçta Yurt dışındaki bir Ermeni kurumuyla iş birliği yaparak yola çıkmıştık. Ancak süreç ilerledikçe, kendi sanatsal fikirlerimize alan açmamaya başladılar. Biz de bu şartlarda ilerleyemeyeceğimizi söyledik. Bunun üzerine onlar da maddi desteklerini geri çekti. Ama iyi ki öyle olmuş! Çünkü bu kırılma sayesinde başka bir dayanışma ağı doğdu. Bazen bir kapı kapanınca, gerçekten başka bir yerden çok daha güçlü bir pencere açılıyor.
Maral: Şimdi sizler için de uygunsa son oyununuz Yüreğim Dağlardadır’ı konuşalım. Oyunun içeriğine dair de konuşmak istiyoruz fakat önce şunu soralım: William Saroyan’ın bu önemli eserini ele almaya nasıl karar verdiniz? Oyuna karar vermek, başlangıçta üzerine çalışmak ayrı bir nokta iken her oyunun içine girip çalışma süreci geçirdikten sonra bambaşka bir öğreticiliği oluyor o oyunun. Bu açıdan oyunu çıkarma süreci hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Yeğya: Aslında bu oyunla ilk tanışmam 2018’e dayanıyor. O dönem Devlet Tiyatrosu’nda çalışıyordum ve bir turneye çıkmıştım. Yanıma birkaç oyun metni almıştım, onlardan biri de Yüreğim Dağlardadır’dı. Saroyan’ın romanlarına zaten aşinaydım ama bu oyun beni gerçekten çarptı. Göç, aidiyet, kimliksizlik gibi meseleleri yalın ama bir o kadar derin bir dille ele alıyordu ki… Oyunu okuduktan sonra kitabın arkasına şu notu düşmüşüm: “Bu metin bir gün İstanbul sahnelerinde oynanmalı.” O zamandan beri içimde kalan bir hayaldi bu. Bu hayal yavaş yavaş demlendi, büyüdü, 2022 yazında da Hangardz ekibiyle paylaştım. “Bu oyunu muhakkak repertuvarımıza almalıyız.” dedim. Çünkü o sırada ekip olarak da büyümüştük. Başlangıçta beş kişiydik, o dönemde 12-13 kişiydik artık. Yani sadece manevi olarak değil, fiilen de yapabilecek güce ulaşmıştık. Elbette, işe girişirken işin maddi tarafını pek düşünmedim… Keşke düşünseymişim. (gülüşmeler) Kadrodan birkaç kişiyi ikna ettikten sonra, bu fikri Tara’ya açtım. Çünkü oyunun anlatısı küçük bir çocuğun, Johnny’nin gözünden kuruluyor. Tara’nın da daha önce çocuklarla yürüttüğü yaratıcı drama deneyimlerini bildiğim için, bu hikâyenin onun rejisiyle daha doğru bir dünyaya kavuşacağını düşündüm. O yüzden “ Hadi dümene geç!” dedim.
Tara: Yönetmenlik aklımın ucundan bile geçmiyordu benim. Ben on yıl boyunca öğretmenlik yaptım. O yüzden yorgun hissediyordum. Bu nedenle başta çok emin olamadım ama oyun üzerine konuşurken metindeki aile hikayesi çocuğun gözünden kurulsa, Johnny bunları hayal etse, nasıl bir dünya oluşur diye düşünmeye başladım. Ben bunları düşünürken Yeğya “Tamam işte bunu beraber yönetmeliyiz!” dedi. Ben de: “yöneteceksem, senin yalnızca sahnede olman gerekiyor dedim.” Çünkü Baba karakterini oynamak istiyordu. Benim bu konuda biraz hassas bir çizgim var maalesef. Oyuncu hem yönetmen koltuğunda olup hem de oyunculuk yaptığı zaman bence yeterli verim sağlanamıyor. Bunu oyuncunun kendi alanında, başka bir şey düşünmeden devinmesini önemsediğim bir yerden söylüyorum. Sonrasında çalışmalar başladı ama tabii ekip çok kalabalık… Yani daha deneyimli oyuncular var, oyuncu olmayanlar var, oyunculuk okuyanlar var… Yaşlar farklı, gelme sebepleri farklı. Dolayısıyla herkesi aynı dinamiğe getirmek kolay değildi. Zıtlıklardan güzel bir denge doğdu ama elbette zor bir süreç oldu. Dengeyi getirirken çeşitli oyunlar oynadık. Hatta çok uzun süre sadece oyun oynadık. Bu kadar oyun oynamaya başta bazı arkadaşlarımız anlam veremedi fakat birlikte devinmek gerçekten çok önemli bir şeyi çıkarttı ortaya: oyun dünyasındaki Fresno kasabasını… Çünkü o kasabadakilerin, bir müziğin peşine düşüp, birbirine ihtiyaç duyduğunda komşusunun evine gidecek kadar samimiyeti olması demek gerçekten birlikte bir şey yaparken keyif alıyorlar demekti. Oyuncuların birlikte oynadığı oyunlar, bu samimiyeti inşa etti.
Lara: Bu en kalabalıklaştığımız prodüksiyonda Fresno halkının iletişimini inşa etmeye çalışırken bizim ekip iletişimimiz de sağlamlaştı. Bu oyun süreci bu açıdan da çok kıymetliydi. Tabii ben mühendislik eğitiminden kalma bir dürtüyle daha temkinli yaklaşıyordum. Tara ve Yeğya gibi cesur ve hatta “başına bela açmaktan korkmayan” iki kreatif insanın yanında zaman zaman “Bi’ durup soluklanalım, bu şekilde ilerlemek verimli olmayacak” gibi müdahalelerde bulundum. (Gülüşmeler)
Tara: Araba gibiydik yani. Bir fren de olması lazım sonuçta! Biri uçar, biri de der ki “Bir saniye yere in.” Tabii bazen de uçtuğun yere bakıp, “Burası da güzelmiş” deyip aynı yere bir daha uçarsın.
Mehmet Can: Zaten zannediyoruz ki tam da bu sebeple, tüm zorlu süreçlere rağmen, o birleştirici etki, sürecin öğrettikleri ön planda kalmış gibi anlatıyorsunuz.
Tara: Elbette çok tartışmalar oldu. Yani hiç tartışmasız geçtiğini söyleyemem. Fakat açık iletişime önem veren bir ekip olarak üstesinden gelinebildiğini düşünüyorum. Bir de tabii oyunun çıkış süreci 6 Şubat depremine denk geldi. Deprem sonrası örneğin ben psikolojik olarak çok dağıldım. O noktada birlikte olmak çok işe yaradı. Birlikte bir şey yapmak, prova almak hepimize iyi geldi ve kaldığımız yerden devam edebildik.
Yeğya: Tabii bir de süreçte gelen destekler çok kıymetliydi. Örneğin Aylin Vartanyan Dilaver, Altuğ Yılmaz ve Duygu Dalyanoğlu ile masa başı çalışmaları yapma fırsatımız oldu. Bu katkılar sadece oyunu sahneye koyma anlamında değil, metinle kurduğumuz ilişki açısından da çok dönüştürücüydü. Kavramlar üzerine birlikte düşündük, metnin alt metinlerine indik, dramaturjik okumalar yaptık. Bu süreç, ekibi sadece sahneye çıkıp oynamaya değil, bir metinle nasıl derinlikli bir ilişki kurulacağı üzerine düşünmeye de itti. Oyunun düşünsel arka planını birlikte kurmak, bize sadece oyuncu değil aynı zamanda düşünen, sorgulayan bir topluluk olarak hareket etme imkânı verdi.
Tara: Süreçte aslında tüm sevdiğimiz ve güvendiğimiz arkadaşlarımızı toplamışız gibi oldu. En başta Çağdaş Ekin Şişman dramaturg olarak, oyunun şekillenme aşamasında büyük katkı sundu, onun yönlendirmeleri sayesinde daha sağlam bir zemine oturdu oyun. Müzikler için orkestra şefi ve besteci Sibil Arsenyan’la çalıştık. Oyunun özgün müziklerini besteledi ve provalarımızın çoğuna da eşlik etti. Burak Kaçi afiş ve kostüm tasarımımızı yaptı. Ama öyle sadece afiş yapayım, kostüm dikeyim gibi değil yani… Yaptığı her şeyin içinde oyunun ruhu vardı. Hatta kostümlere bakınca bile sanki metni okuyormuşsun gibi hissediyorsun. Afiş de öyle; sadece görsel bir şey değil, baya anlam taşıyan bir form oldu. Zaten sanatçı kendisi, fotoğrafla da uğraşıyor. Onunla çalışmak bizi baya rahatlatıp yaratıcı olarak da çok besledi. Ece Nur Ateş, gözüne ve beden hakimiyetine çok güvendiğim bir oyuncu, o yüzden hareket tasarımını o üstlendi postür çalışmalarımız için çok katkı sağladı.
Lara: Ekibimizin kreatif zenginliği ve kolektif emeğimiz bakımından çok şanslıyız. Garine Maral Çizmeciyan uzmanlıkları itibariyle nefes ve beden pratiklerinde çok yetkin bir oyuncu.
Sevada Haçik Demirci çocukluğundan beri amatör tiyatro yapan doğal bir yetenek ve yönetimsel alanlarda da ekibimize fayda sağlıyor. Jbid Toparlak, üniversite kulüp yıllarından tiyatro pratiği olan biri, o ilk oyunumuzu izledikten sonra yaptığımız şeyle kurduğu samimi bağ beni etkilemişti. Bu oyunda hem sahne amiri hem de koordinatör olarak aktif görev aldı. Artun Gebenlioğlu Ermenice metnimizi oluştururken, Rober Haddeciyan’ın çevirisini temel alarak ve oyunumuzun dramaturjik hatlarını koruyarak çeviriye yansıttı.
Tara: Anet Sandra Açıkgöz ve İsabel Gültop çok değerli iki görsel sanatçı olarak projeye kendi yaratıcı dokunuşlarını kattılar. İsabel o hayal ve gerçeklik arasındaki geçişleri parçalı dekorlarla ve ince işçilikle sahneye taşıdı. Sandra ise çizimleriyle Johnny’nin hayal dünyasını dijital ortamda canlandırdı.
Bared Çil ve Tvin Zeytonian’nın sahne arkasındaki teknik süreçlerde her koşulda bize farklı yollar sunması daha hızlı ilerlememizi sağladı. Sıra ışık tasarımına gelince, oyunculuk okulundan arkadaşlarım Cihan Alparslan ve Ali Poyraz özveriyle devreye girdiler. Büyükanne rolü için Lara’nın yaşlandırılmasına ihtiyacımız vardı. Makyaj tasarımını, tiyatronun birçok alanında yetkin olan Ülkü Şahin’e emanet ettik. Olmasalar eksik olurdu oyun. Kısacası herkes kendi işinde nerede iyiyse oradan destek verdi. Bu oyunu birlikte ortaya çıkardık. Yorulsak da, düşsek de “tamam ya, hallederiz” diyebildiğimiz bir güven ortamı oluştu.
Lara: Kesinlikle! Oyun çıkarma sürecinde olduğu kadar; sadece tiyatroya odaklanabildiğimiz turne süreçlerinde de, tüm streslerle birlikte baş edip bir aile olduk.
Mehmet Can: Biraz da oyunun içeriğini, dramaturjisini konuşalım istiyoruz. Oyunda çok önemli tartışma noktaları var. Oyun 1. Dünya Savaşı’nın başladığı 1914 yılı Amerika’sında geçiyor. Dolayısıyla bir savaş düzlemi var. O dönem hız kazanan sanayileşmenin sonucunda sistemin dışında kalan “küçük insanlar” merkeze alınıyor: yazma ısrarına devam eden şair baba ama yanında gelen açlık… Dükkanı kapanma noktasına gelmiş küçük esnaf gibi karakterler de bulunuyor. Diğer yandan “yüreği dağlarda” misafirin kökleri ile kurduğu özlem ilişkisi ve elbette Diasporada var olma mücadelesi veren Ermeni bir aile ve özellikle babaanne üzerinden tartışmaya açılan asimilasyon dinamiği… Bu tartışmalar bugün ne ifade ediyor? Bugünün Türkiyesinde bu oyunu ele almak ne ifade ediyor? 2020’li yılların Türkiye’sinde oynamak, 1930larda Amerika’da oynanmasından nasıl bir fark yaratıyor sizce?
Yeğya: Bugün hâlâ çok benzer çağrışımlar var. Mesela oyundaki küçük esnaf temsiliyetini düşünelim. Ermeni toplumu genel olarak zanaatkârlıkla, küçük esnaflıkla iç içe bir toplumdur. Kuyumcusu, terzisi, kunduracısı, civatacısı… Ancak son 20-30 yılda teknolojinin hızlı gelişimiyle birlikte el sanatları otomasyon ve seri üretim karşısında kaybolmaya ve kıymet görmemeye başladı ve pek çok kişi Avrupa’ya, Amerika’ya göç etti. Bu durum, metindeki o “sistemin dışına itilmiş insanlar” hissiyatıyla birebir örtüşüyor.
Oyundaki büyükannenin torunla yaşadığı çatışma da bizim bugün hâlâ yaşadığımız, çok tanıdık bir mesele. Örneğin ben, anadili Kürtçe olan bir yayanın torunuyum. Türkçeyi çok az biliyor. Bazen bana Kürtçe bir şey soruyor, ben ona Türkçe cevap veriyorum. O da ister istemez “Neden öğrenmedin, neden beni daha iyi anlamıyorsun?” diye sorguluyor. Televizyonda havadisleri aç diyor, açıyorsun, ama anlamıyor. Senden çeviri bekliyor, ama sen gerekli yanıtları verecek dil kapasitesine sahip değilsin!
Ermeni toplumu özelinde de hâlâ süren bir kafa karışıklığı var: Biz buralı mıyız, değil miyiz? Köklerimiz nerede? Birimizin kökü Derik’te, bir başkasının Kayseri’de, Erzurum’da ama bir yandan İstanbul’da yaşıyoruz. Mesela Ermenistan’da da değil kökümüz. Turne için gittiğimizde gördük ki, Ermenistan da bizim için “ev” değil tam olarak. Bir tür araftayız ve bu araftan çıkış arayışında olduğumuzda, sığındığımız yer kültürümüz, dilimiz, hafızamız oluyor. Oyunun geçtiği Fresno da göçmenlerin yoğunlukta olduğu kozmopolit bir yer. Slovak, Sırp, Ermeni karakterler… Hepsi bir dağ özlemiyle yanıyor ama o dağ bazen coğrafi bir yer değil; bazen sadece bir his, bazen bir hatıra. Bizim dağımız belki de eşit yurttaşlık hasreti, hakların adilce paylaşıldığı, kimliğimizden dolayı eksilmediğimiz bir yurt arayışı. Bu yönüyle ben kendimi metne çok yakın hissettim.
Bir örnek vereyim: Saroyan, Bitlis’e yaptığı bir yolculukta bir anda dağ başında, yıkık dökük bir dükkâna girip bir makas alıyor. Herkes şaşkınlıkla “Amerika’da bunun çok daha iyisi var” diyor. O da diyor ki, “Hayır, bu başka. Bu, dedemin üzümleri keserken kullandığı yassı makas.” Yani o, bir makasla geçmişine, köklerine bağlanabiliyor. Biz de benzer karşılaşmaları oyundan sonra yaşadık. Kamusal alandaki söyleşilerde izleyicilerden biri, oyunda duyduğu bir ezgiyi çok tanıdık bulduğunu söyledi. Sonra öğrendik ki, üç kuşak önce Batman’da Müslümanlaştırılmış bir Ermeni ailesinden geliyormuş. Bu karşılaşmalar, oyunun bir bellek alanına dönüştüğünü gösteriyor aslında.
Tara: Oyunda kullanılan ezgiler aslında özgün ezgiler ama Ermeni toplumuyla, Ermeni kültürüyle bir bağ kurmuş olanın bir hafızası var ve onu bir yere götürüyor. Aynı zamanda da Ermeni olmayan bir kişinin de bir ninni üzerinden bağlantı kurmasına vesile oluyor. Neticede aynı topraklarda yaşamış olmanın, kimlikten bağımsız etkisi bu. Toplu yaşanılan bir toprağa götürüyor ister istemez ve etiketsiz. Yani sen ona bir etiket koymuyorsun. Hafızada birleşiyor herkes izlerken, o ninniyle birlikte. Bu durum da benim için çok büyülüydü. Mesela oyunu Ermenice oynadıktan sonra seyircilerin söylediği şeyler üstünde o birleşmeyi görmek, anlamadıkları noktada anlamlandırmayı bırakıp sadece dinledikleri şey üstüne bir şey hissetmelerini sağlamak…
Maral: Tam bu noktada seyirci yorumlarını konuşabiliriz. Bir yandan bu oyunu hem Türkçe hem batı Ermenicesi ile oynuyorsunuz. Oyun sonraları fuayeler de yapılıyor. Türkiye’de oynamak ile Batı Ermenicesi ile Ermenistan’da oynamak, Ermenice olarak Türkiye’de oynamak, bunlar nasıl farklar yarattı? İlgiyi, seyirci yorumlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Gerek Ermeni cemaati içerisinde, gerek Türkiye genelinde?
Lara: Yüreğim Dağlardadır’ı Türkiye’de Türkçe oynarken Hayastan’a turneye gitmek üzere, Vural Özdemir’in global iletişim bağlamındaki önemli katkılarıyla bir fon başvurusu yapmıştık. O sürecin bir çıktısı olarak Batı Ermenicesi ile oyunu Türkiye’de de oynamaya başladık. Zaten bunu başından beri istiyorduk ama daha önce net bir yöntemini oturtamamıştık. Bir yandan da üst yazı kullanıp kullanmamak seyirci açısından bir sorun yaratır mı, bilet satın alınması açısından cazip olur mu diye de düşünüyorduk. Seyircinin dili anlamama kaygısıyla oyuna gelmemesini istemiyorduk. Öte yandan Tara, üst yazının seyirci ile oyun arasında kurulan ilişkiyi böleceğini düşünüyordu. Oldukça haklıydı. Bu bariyeri aşmak hakkında konuşurken aklıma öğrencilikte yaptığımız gibi, fuaye düzenleme fikri geldi. Böylelikle hem üst yazı kullanmamıza gerek kalmayacak hem de buna açık olan seyircimizle biraz daha yakından bağ kurma olanağı bulacaktık. Tahmin ettiğimizden de sevinçli oldu o buluşmalar…
Tara: Son oyunlarda dramaturgumuz Ekin’in hazırladığı sinopsisleri dağıtmaya başladık. Bu, metnin daha da iyi anlaşılmasını sağladı.
Lara: Bu da fuayedeki sohbetlerden çıkan bir ihtiyaç oldu aslında. Aldığımız geri dönüşler, ekip içerisinde kurmaya çabaladığımız açık iletişimi seyircimizle de kurma kazanımına evrildi. Yine de talep edip, okumak isteyen seyircimize oyundan önce ya da sonra Türkçe metni de ulaştırıyoruz. Böylelikle artık herkesin kendine uygun olan ilişkilenme şeklini seçebilmesi için bir alan oluşuyor.
Tara: Oyun metnini ya da sinopsisi tercihen okumak istemeyen seyircilerle de karşılaştık. Sorduğumuzda “oyundan sonra okuyacağız” diyenler oldu. Yani bunu bir deneyim olarak yaşamak isteyen seyirciler de var. İstediği şey aslında dile kendini bırakmak… Zaten benim üst yazı olmaması konusunda diretmem de bu sebepleydi. İstanbul’da bile, Ermenice o kadar duyulmuyor ki… Ya da duyulduğunda: “bu nece?” tepkisi geliyor. Bu açıdan da önemli buluyorum. Yalnız fuayelerden konu açılmışken Diyarbakır ile ilgili küçük bir hayal kırıklığı oldu bende açıkçası. Şahsi fikrimi söylüyorum. Söyleşi biraz Ermeni kültürü güzellemesi gibi geçti kendimce. Oyunun içeriği ile ilgili çok bir şey duymadık. Sadece çok kısa dekor ve projeksiyon kullanımı ile ilgili konuşuldu. Tabii belki de dillerine, kimliklerine dair bir şey görmelerinin önemi işin sanatsal yönünü arka plana atmış olabilir.
Yeğya: Tabii ister istemez biraz kimlik siyasetine sıkışmış oldu. Müslümanlaştırılmış Ermenilerin çoğunlukta olduğu bir seyirci kitlesi vardı, dolayısıyla daha duygusal bir bağ üzerinden sanatsal formundan bağımsız bir ilişki kurdular oyunla. Bu da son derece normal. Batman’dan “akrabalarım geldi” diye izlemeye gelen insanlar vardı örneğin.
Lara: Ermenice duyacağız diye gelen insanların olması ne şans… Estetik açıdan çok temas edememiş olsak da bu teması da oldukça değerli… Bu turneyi gerçekleştirmemiz, prodüksiyon süreçlerimizde daima aktif görev alan ekip arkadaşımız Antranik Bakırcıoğlu’nun dostane iletişimleriyle şekillenmişti. Festival organizasyonundaki sanatçılar, sanat yöneticileri ve koordinatörler bizi özveriyle ağırladı.
Yeğya: Bizim temel meselemiz, Türkiye’deki tiyatroya nasıl bir katkı sunabileceğimiz. Elbette Ermeni tiyatrosunu kamusal alanda görünür kılmak istiyoruz ama asıl derdimiz, sanat üzerinden bir söz söylemek. Yani temsil ettiğimiz kültür elbette bizimle geliyor ama biz bu tiyatroyu sadece “Ermeni tiyatrosu” başlığı altında daraltmak istemiyoruz.
Bunu şöyle ifade ediyorum genelde: Biz menüdeki “topik mezesi” olmak istemiyoruz. Yani yalnızca folklorik bir tat, etnik bir renk olarak konumlanmak gibi bir derdimiz yok. Aksine, bu renklerle, bu dillerle, bu hafızalarla harmanlanıp tiyatroya nasıl bir soluk getirebiliriz, buna kafa yoruyoruz.
Hangardz, çok kültürlü bir yelpazeyi taşıyor bünyesinde. O yüzden sadece tek bir kimliğe sıkışmak istemiyoruz. Bizim için mesele; o çoğulluğu, o çok sesliliği sahneye taşıyabilmek. Sanatla, düşünceyle, dilin ve sesin çeşitliliğiyle…
Maral: Diyarbakır bir yandan da kimlik siyasetinin çok yoğun tartışıldığı bir bölge… Bu sebeple böyle bir karşılaşma olmasını da anlaşılır görüyorum ben. Orada oyunu izleyenlerden biri olarak şahsi bir yorum yapayım: Benim çok hoşuma gittiğini söyleyebilirim. Ermenice’yi duymak, oyunu bu şekilde anlamak… Diyarbakır’da bu oyunu izlemenin bambaşka bir etkisi olduğunu düşünüyorum.
Mehmet Can: Bir de Ermenistan turneniz var tabii… O turnede önemli bir şey daha yapıyorsunuz ve süreci bir belgesele dönüştürüyorsunuz: “Evimiz Neresi?” Belgeseli ne yazık ki izleme fırsatı bulamadık fakat yayımlanan bilgilendirme metninde kök ve aidiyet temaları üzerinden “evimiz neresi” sorusunun cevabının arandığını anlıyoruz. Bize biraz belgeseli ve bu süreçten edindiğiniz çıkarımları aktarabilir misiniz? Hakikaten evimiz neresi?
Yeğya: Çok güzel bir soru. Bizim Ermenistan’a gidişimiz EuroAsia fonu sayesinde mümkün oldu. Kabul almamızla birlikte oyunun hem Türkiye’de hem de Ermenistan’da Batı Ermenicesi ile oynanması gündeme geldi. Bu turne, son on beş yılda Türkiye ile Ermenistan arasında, özellikle sanatçılar aracılığıyla kurulmuş olan bağların, Karabağ Savaşı sonrası yaşanan kopuşun ardından, yeniden diyalog kanalları açılması açısından da çok önemli bir fırsat oldu. İstanbul’da Batı Ermenicesinde dört oyun oynadıktan sonra Vanadzor ve Yerevan’da sahneye çıkmak üzere yola çıktık. Aslında bir belgesel yapma şartı yoktu fon açısından. Fakat başımıza bela açmayı sevdiğimizden, orada çekeceğimiz görüntülerden bir belgesel doğabilir fikri ortaya çıktı. Orada fuayeler, söyleşiler de yapmak istedik. Doğu Ermenicesi ile yüzlerce kez sahnelenmiş bu oyun, bu kez Batı Ermenicesi’yle oynandığında Ermenistan halkına nasıl bir yerden çarpacak bunu merak ediyorduk. Vanadzor’dakilerin yüzde doksanı Doğu Ermenicesi konuşuyor mesela. Fakat o kadar güzel dönüşler aldık ki! Hatta orada bazı şairler, “Çok özlemişiz Batı Ermenicesi’nin o şiirsel tınısını, tekrar bu dili duymak iyi hissettirdi” dediler. Bir yandan da Türkiye’de kamusal alanda bağımsız bir ekibin kendi diliyle oynamasına da çok şaşırıyorlardı. Nasıl korkmadan oynayabildiğimizi, güvenliğimizin nasıl sağlandığını sordular. Nitekim Tara bütün bu süreci – hem kendi çektiği, hem de ekip arkadaşlarımızın çektiği görüntüleri kullanarak- belgelemeye girişti.
Tara: Tabii ben daha ilk gün çekim yapılsın derken ayak bileğimi burktum. Yani önce burkulmaydı belki, orada ben tüm turne süreci boyunca acı da olsa buzlarla idare ettim, ama dönünce öğrendim ki kırılmış. O yüzden başta hayal edilen görüntülerin hepsini çekmek mümkün olmadı. Daha önce de dedik, orada birbirini destekleyerek, düşeni kaldırarak ilerledi süreç. Bu yolculukta çok önemli bir şey daha oldu, onu da anlatmak isterim. Biz Ermenistan’a büyük dekorlarımızı götüremedik. Oradaki her oyunda, o sahnelerin koşullarıyla dekorumuzu kurduk. Oyunda da bir taşınma, bir “gittikleri yere entegre olma” meselesi var ya. Oyunun hissini yaşıyorsun resmen.
Lara: Sanki yuva kurmak gibiydi ve her seferinde başka bir yuva buldu kendine oyun.
Yeğya: Belgesel sürecine de yansıyan bir diğer tema da göç oldu. Oyun sonlarında söyleşi yaparken katılımcılar arasında savaştan sonra Karabağ’dan göç etmek zorunda kalmış insanlar da vardı ve çok duygusal anlar yaşandı. Toprağını, evini, ağacını bir günde terk edip Yerevan’a göç etmek durumunda kalan insanlar için bu oyun 1915 hafızasını da tetikledi.
Lara: Bu yolculuk hepimiz için yoğun anlamlar barındırıyordu: Öncelikle, bir dönem İstanbul’da yaşayıp Ermeni toplumuna sanatsal katkılar sunmuş olan değerli oyuncu Aram Kostanyan hem şu an görev aldığı Sundukyan Tiyatrosu’ndaki temsilimiz için kolaylaştırıcılık yaptı; hem de turnemiz boyunca her neye ihtiyacımız olduysa, bize içtenlikle destek oldu. Başrol oyuncumuz Diana Chilingaryan için, Vanadzor, Abelyan Tiyatrosu’ndaki temsilimizde, doğduğu şehirde oynamanın bambaşka bir anlamı vardı. Biz de Diana’nın İstanbul’daki ailesi olarak, onun evine misafirliğe gitmiştik adeta. Armenian Center for Contemporary Experimental Art’daki oyunumuzda ise Tvin’in Halep’teki ailesi Atamyan Tiyatro Topluluğu misafirimiz oldu. Böylelikle onlar da Tvin’in İstanbul’daki ailesini tanımış oldular. Hepimiz için tarifi zor, şanslı hissettiğimiz bir kucaklaşmaydı.
Tara: Böylece belgeselin bölümleri zihnimde kendiliğinden şekilleniverdi: “Yol, Taşınmak, Ev.” Yollar çok güzeldi. Gerçekten hep dağlara çıkıyor gibi yollar. Uçaktan bakarken dağları çekmiştim. O görüntüler temamızı çok iyi yansıttı. Kuş bakışı çok birleştirici bir görüntü. O yüzden “İnsanın evi neresidir?” sorusunun cevabını fazlasıyla karşılıyor gibi geldi bana… Bu yüzden o görüntüyle başlıyor belgesel. Sonra da bizim hazırlık sürecimizle ilerliyor. Ardından gelen: “gerçekten kendini Ermenistan’da evinde hissettim mi sorusu…” Herkese bu soru soruldu ve herkesten çok farklı cevaplar geldi.
Maral: Şimdi biraz bugün Türkiye’deki gelişmeler, toplumdaki kutuplaşma ve buna karşı sanatın işlevi üzerinden de konuşalım istiyoruz. Şu an üst siyasette ilerleyen bir silah bırakma ve barış süreci diyebileceğimiz bir süreçten geçiyoruz. Fakat tüm gelişmelere baktığımızda, toplumda ciddi bir kutuplaşmanın olduğunu söylemek de zor değil. Bu bağlamda bizim kendimize de sorduğumuz sanatın, sanatçının böyle süreçlerde sorumluluğu ne olmalı sorusunu sormak istiyoruz size de. Bu konjonktürde sanatçının işlevi nedir? Ne yapabilir? Bir sınırı var mıdır? Bu soruları kendi aranızda tartışma imkanı bulabiliyor musunuz?
Lara: Tiyatro zaten kolektif bir üretim alanı. Tiyatro yaparken beraber düşünmeyi, birbirini kollamayı, dayanışmayı, kültürel çeşitliliği çokça pratik ediyoruz. Bu pratikte bir kucaklaşma var zaten. Müzikte de öyle keza. Dolayısıyla bu sanatlarla bağımsız olarak uğraşan kişiler; yani bağımsız olmayı başarmış, bir şeyi böyle inşa etmeyi öğrenmiş, o dağınık engellerin arasında yuvasını kurmayı başarmış insanlar, birbirinin halinden anlayabiliyor diye düşünüyorum. Tabii ki anlaşılamayan, hemfikir olunmayan noktalar illa ki oluyordur. Biz daha fazla nasıl kültürel çoğulcu olabiliriz? Biz daha fazla nasıl dayanışmacı olabiliriz diye düşünmüyoruz da, niyetimiz bizi kendiliğinden oraya götürüyor.
Tara: Lara’nın da dediği gibi olağan akışında gerçekleşiyor zaten ve oraya çıkmış oluyoruz. Ama bu yaşadığımız olaylar ve gördüklerimiz nedeniyle hepimiz ayrı ayrı, çeşitli zamanlarda duraksamalar yaşıyoruz. Ben çok kez mesela “tüm bunlar olurken şu anda bunu yapmamızın ne önemi var ki?” gibi şeyleri sorguluyorum. O zamanlar birimizin orada olmuyor olması, yani düşmemesi, durumu göğüslemesi devam etmemizi sağlıyor.
Yeğya: Bir de tartışmanın temelinde tabii ki şunlar var: eşit yurttaşlık, yani ana dilde eğitim hakkı, kültürünü rahatça yaşamak. Biz böyle büyük devrimlerin, ütopik hayallerin peşinde koşmuyoruz. Havasız, betonarme bir odada sanatla birlikte küçük hava çatlakları bulmaya çalışıyoruz. O çatlaklardan kime ne kadar ulaşabiliriz? Bu sorunun yanıtını arıyoruz. Kadıköy’de ya da Cihangir’deki bağımsız bir sahnede bir oyun oynadığında oranın seyirci kitlesinin belli bir bilinç düzeyi vardır. Ama mesela Maltepe’de oynadığımızda acaba ne olacak? Diyarbakır’da da değil, Kayseri’de, Sivas’ta, Erzurum’da bir Ermeni hikayesini rahatça aktarabildiğimiz zaman bence toplumsal barışın geldiğini hissedebiliriz. Tabii ki şu dönemde yaşanan şeyler çok kıymetlidir. En kötü barış, en iyi savaştan iyidir tabii ki. Ama bunun arka planında hangi demokratik adımlar atılacak? Biz de tartışıyoruz. Selahattin Demirtaş içerideyken nasıl olacak bu barış süreci? Osman Kavala içerideyken nasıl olacak? Çiğdem Mater, Ekrem İmamoğlu… Somut adımlar neler olabilir?
Bunlara ek olarak biz de hayatta durduğumuz pozisyon itibariyle bu toplumdan ötelenen, dışlanan kimliklerle bir dayanışma sergilemeye çalışıyoruz. Herhangi bir oyunun çatısını kurarken toplumsal cinsiyeti de tartışıyoruz aramızda. Queer teori bağlamında neler yapabiliriz, bunu irdeliyoruz. Azınlıklar konusunda da… Kör göze parmak sokarak propagandist bir yerden bunu yapmak değil amacımız. Ama kamusal alanda Ermenice bir tiyatro oynayıp, bir kişiyle Ermenilik üzerinden bir hafıza tartışması başlatmanın kazanım olduğunu düşünüyoruz. Örneğin Tiyatro Eleştirmenleri Birliği’nin ödül töreninde teşekkür konuşmasına Ermenice başladık. Bir Ermenice metin sergiledik ve belki de orada birkaç kişi bu metni düşünecek. Bir alan açtığımız zaman o alana başka insanların da cesaret bulup gelmesini önemsiyoruz.
Belki kendi küçük devrimimizi sağlamaktır amaç. Tara bir okulda, ben bir okuldayım, o okulda bizim öğrencilerimiz var. Aslında Türkiye toplumunun küçük bir yansımasıdır bu toplum. Ataerkil, muhafazakar bir yerden kurulur ilişkiler. Belki de bizim kendi aramızda bu politik tartışmaları yapıp derinleşebilmemizin toplumda da bir yansıması olur. Örneğin, bu yıl Lisedeki öğrencilerimle bir tiyatro oyunu sahneledim. Zabel Yesayan’dan Tanyel Varujan’a, Krikor Zohrab’dan en son Hrant Dink’e, susturulan seslerin duyulur olduğu bir serüven oluştu orada. Bir lise tiyatrosu için deneysel bir şey bu… Ancak öğrencilerle metnin tarihsel arka planını tartışırken, onlar için sorgulayıcı bir düşünsel alanın açılabilmesini umuyorum.
Tara: Bir sanatçının sorumluluğu galiba burada devreye giriyor. Hiçbir kimliği, aidiyeti, tarihi ve varlığı yok saymamak bir sorumluluk. Bu sorumluluk düşünmeyi, çözüm üretmeyi de beraberinde getiriyor.
Yeğya: Biz kendi toplumumuzda da azınlığın azınlığının azınlığı olma durumundayız. Haliyle Türkiye’yi de baz aldığımızda sanatçılar olarak hala çok sakıncalı insanlarız. Şu örneği vermek isterim: Hrant Dink de yuhalanarak girdiği konferans salonlarından alkışlanarak çıkabiliyordu. Demek ki o küçük kazanımlar ne olabilir diye düşünmek kıymetli. Bugün toplumsal bir barışa ihtiyacımız var. Sadece belli bir zümrenin hakları için değil, hepimizin hakkı için. Bence burada sanatçıya düşen görev: ufak hava boşlukları yaratıp, belki görüş olarak ayrıştığımız insanlarla adalet ve eşitlik noktasında bir yerde durmaktır.
Tara: Sanatçının sorumluluğu birleştirmek olduğu vakit, her yapılan iş iyi bir kazanım sağlıyor. Hem seyirciye hem de üreten kişiye…
Lara: Ermeni toplumu ya da tüm Hangardz ekibi adına bir şey söylemeye çalışmaktansa bazı ortak ilkelerden bahsedebiliriz. O ilkelere bireyler olarak hayatlarımızda ne kadar bağlı kalıyoruz, bunu düşünmemiz gerekir. Sosyal hayatımızda da kapsayıcı olmak ve yüzleşmek önemli kavramlar bizim için. Biz birbirimizle arkadaşlıklarımızda da bunu teşvik ediyoruz. Kapsayıcı olmayan yapılarda, ilişkilerde mevcut olamıyoruz. İlkelerimizle var olmayı seçtiğimizde doğal olarak beraber de ilerleyebiliyoruz zaten.
Mehmet Can: Kesinlikle. Zaten temel tartışma hep böyle durumlardan nasıl çıkacağız ya da ne yapacağız, oluyor. O anlamda o küçük hava çatlakları metaforu çok önemli bir yerde duruyor bizce de. Hiçbir şey yapamıyorsan önce kendi küçük çevrende başlayabilirsin örneğin… Son olarak Hangardz’ın gelecek çalışmaları neler olacak, nasıl planlarınız var, bunları konuşabiliriz.
Yeğya: Şimdi şöyle ki ne yapacağımız tam kesin olmamakla birlikte ne yapmayacağımızı çok iyi biliyoruz. Daha küçük ekiplerle daha fazla iş üretme konusunda hayallerimiz var. Örneğin, Arman Vartanyan gibi karanlıkta kalmış, sesi duyulamamış kişilere yönelmek hedeflerimizden biri. Arman Vartanyan yirmi altı tane Batı Ermenicisi’nde oyun yazmış ve Türkiye’de hiçbir oyunu sergilenmemiş hiçbir şekilde… Ne derneklerde ne okullarda ne özel ne de kamuda… Ki bunun ilk adımı Vartanyan’ın Oyun adlı oyununun okuma tiyatrosunu sahnelemek oldu. Bu sezon da devam edecektir. Arman Vartanyan’ın hayatı çok enteresan bir hayat. Yıllarca Türkiye’de hapishanede kalıyor. İdamla yargılanıyor. Cezası daha sonra müebbete çevriliyor. Yurt dışı çıkış yasağı alıyor. Onun hayatına dair de bir oyunlaştırma süreci düşünüyoruz.
Tara: Ekip arkadaşlarımız kendi kökleriyle alakalı, aidiyet ve kimliksizlik üzerine bir şeyler yapmak istiyorlar. Ayrıca Ermeni tiyatrosu, oyunculuk dinamikleri ve oyunculuk teknikleri gibi başlıklarla paneller düzenlemek istiyoruz. Bu süreçte Yüreğim Dağlardadır da son oyunlarını oynayacak.
Lara: Ben de bu yıl oyunculuk yüksek lisans araştırmamı tamamlamama vesile olacak bir sürece girme niyetindeyim. Hangardz ile deneyimlediğim yerden beslenerek, anadilin performansı bağlamında, antik tragedyalardan birini temel alarak yola çıkacağım. Eminim sahne üzerine taşıyacağımız çıktıları da olacaktır.
Yeğya: Antakya, Adana, Diyarbakır, Mardin’i kapsayacak yirmi günlük bir turne hedefimiz var. Şu an görüşmelerimiz devam ediyor. Bir de Fransa’daki ve Amerika’daki Ermeni diasporası ile bazı bağlantılar bulmaya çalışıyoruz oyunu oraya götürebilmek için. İstanbul Ermeni toplumu ile diaspora arasında çok ciddi bir kopukluk var. Buradaki sanatsal üretimlere, hatta toplum yaşantısına çok yabancılar. Bu yüzden biraz Türkiye sınırlarından dışarıya çıkıp, buradaki dinamiği anlatmak istiyoruz. Biz burada, o hayalini kurduğumuz çok kültürlü yapıyı aslında küçük komünlerimiz içinde yaşıyoruz. Hangardz çatısı altında kültürel çoğulcu bir üretim ortamı var. Umalım ki sadece kendi kimliğimize çekilmeden, farklı aidiyetlerle birlikte var olabileceğimiz, ortak bir üretim zemini bütün coğrafyaya yayılabilsin ve birlikte iyileşmenin yollarını bulalım…
Bu keyifli söyleşi için çok teşekkür ederiz.