Burak Kurucu
Türkiye’de Shakespeare’i müzikle yeniden yorumlayan pek çok özgün yapım sahnelendi. Haluk Bilginer’in başrolünde yer aldığı, hayranlık uyandıran 7 Şekspir Müzikali (2009) bu anlamda öncü bir rol oynarken, özellikle son yıllarda yükselen bir Shakespeare ve müzik diyaloğuna tanıklık ediyoruz. Verona Çıkmazı (2024), Romeo ve Juliet’i 90’ların Türkçe pop müziğiyle yeniden kurgularken, Bir Mor ve Ötesi Müzikali: ARAF ise Mor ve Ötesi’nin sevilen şarkılarını Hamlet ile harmanlayarak Türkiye’de ilk kez bir jukebox müzikalini seyirciyle buluşturdu. Kral Lear’in trajik yazgısını canlı orkestra eşliğinde tekno ve reggae eşliğinde komedi olarak yeniden yazan Amca Kral Lear (2025) ise inovasyon sınırlarını zorlayan alternatif yapımlar arasında yerini aldı. Buna ek olarak, Zamanın İnsanları (2025), dört yüz genç öğrencinin dans ve koro performansı ile Hakan Aysev’in etkileyici yorumunu Shakespeare ile buluşturdu. Bazı orijinal prodüksiyonlar ve bunların yerel uyarlamaları yine Shakespeare’in müzik evreninde yeniden doğuşunu Türk izleyicisine sundular: Öp Beni, Kate (1963/2002–2004), West Side Story (2017), Romeo & Giulietta (2014) ve Aşık Shakespeare (2023) bunlar arasında gösterilebilir. Ancak, söz konusu yapımlar ya yalnızca tek bir Shakespeare eserine odaklanmakta ya da oyuncuların tamamı yetişkinlerden oluşmaktaydı.
Spiritua (2025) ise sahip olduğu özellikleri ile yalnızca Türkiye’de değil, dünya çapında da öne çıkan sıra dışı bir yapım. Arda Aydın’ın yazıp yönettiği bu gösteri, Biraderler Yapım ve Çocuk Genç Sanat Tiyatro’nun ortak prodüksiyonu olarak sahneye taşınıyor. Oyuncu kadrosunda yer alan kırk beş çocuk ve genç, sahneden izleyiciye taşan coşkularıyla Shakespeare’in kadim mirasını, çok katmanlı, tarihsel bir düzlemde yeniden yorumluyor. Rock müzik, trajedi ve gençlik ruhu, duygu ve cesareti ritme dönüştüren danslar ve düşündürücü koreografilerle birleşerek bizi kültürler ve sınırlar ötesine taşıyan bir zaman yolculuğuna çıkarıyor. Bu kolektif bilinç yolculuğunda, Shakespeare’in trajedilerinden seçilen monologlar, antik tragedya korosu çağrışımları eşliğinde Blur, Pink Floyd, The Chemical Brothers ve nihayetinde Barış Manço ile iç içe geçiyor.
İlk sahne, alışılmışın dışında bir başlangıçla perdeyi açıyor: Solo oyuncu sahneye yavaşça süzülüyor ve donuk bir yüz ifadesiyle evrene fısıldıyor: “Menelaus…”. Bu an, adeta bir büyü gibi trajedinin ruhunu çağırıyor; Helen’i kaybeden ve bu kayıpla Truva Savaşı’nın yıkımını tetikleyen Menelaus’un mitolojik imgesiyle sahneye derin, vakur ve sarsıcı bir ağırlık katılıyor. Aynı anda, ihanet, onur, kayıp, intikam gibi temaların tarih boyunca farklı biçimlerde yeniden ortaya çıktığı mitolojik geçmişe bir köprü kuruluyor.
Geçmişin bu hayaletimsi kalıntısı bugünü ve geleceği sararken, Spiritua bu çizgisel geleneğe başkaldırıyor. Zaman, anlatının, estetiğin ve kültürün sınırlarını parçalayıp dönüştürerek, iç içe geçmiş ifadelerin tek bir nabız gibi atan boyutunda yeniden hayat buluyor.
Antik Yunan’daki şiddetin döngüsel doğasını milat kabul eden bu prologda, oyuncu korosunun “Menelaus Helen’i Paris’e kaptırdığı gün değişti dünyanın düzeni…” sözleriyle çizdiği trajik çerçeveden İngiliz rock grubu Blur’un “Woo-Hoo!” nakaratıyla bilinen “Song 2” (1997) parçasına ve Macbeth’in Kral Duncan’ı öldürmeden önce vicdanıyla boğuştuğu ünlü monoloğuna geçiş öylesine pürüzsüz ve beklenmedik kurgulanıyor ki müzik, dans ve Shakespeare anlatısı arasında kusursuz uyum izleyiciyi zamanlar üstü bir deneyime davet ediyor.
Duygusal yoğunluk yavaşça azalırken, şimşek gürültüleri eşliğinde sahnede birden onlarca kral ve soytarı beliriyor; seyirci kendini Kral Lear’(lar)la baş başa buluyor. Lear’ın trajik sonuna doğru ilerlediği, kızının cansız bedenini kollarında tuttuğu o unutulmaz monologdan, Fatboy Slim’in “Praise You” (1998) parçasına yapılan geçiş; şarkının sözleriyle yakalanan ironik göndermeyle, otoritenin yerle bir oluşuna çarpıcı bir atıf yapıyor.
Bir başka sahnede, Hamlet’ten taşan yas, Asya pop nostaljisine dönüşüyor. Elinde yelpazelerle dans eden çok sayıda Ophelia, geyşa tarzı koreografiyle sahneye çıkıyor. Bu sahne, ataerkil düzene kurban edilen Ophelia ile geyşa ruhu arasında görsel ve duygusal bir bağ kuruyor.
Sıra Othello’ya geldiğinde, oyuncular beyaz tüllerle dans ederken ruhlar bu kez doğu ezgileri ile ritm buluyor. İzleyici, adeta Mağrip’in mistik havasına taşınıyor. Blur’un “Crazy Beat” (2003) parçası eşliğinde Menelaus’un ağıtları, Othello’nun öfke dolu tiratları ve Hamlet’in içsel çatışmaları elektronik gitar fonunda hipnotik, hızlı ve akıcı ritimlerle iç içe örülüyor.
Gösterinin doruk noktasına yaklaşırken, Shakespeare’in kambur ve aksak yürüyüşüyle betimlediği III.Richard olduğu anlaşılan oyuncu sahnenin merkezine ilerliyor. Bu arada, kralın kültleşmiş savaş savaş meydanı repliği, The Chemical Brothers’ın enerji dolu “Hey Boy Hey Girl” (1999) parçasıyla birleşiyor. Richard’ın fiziksel deformasyonu ile şarkının gençlik enerjisi arasındaki zıtlık, mekanik bir dönüşümle disko dansına evrilen koreografiyle daha belirgin hale geliyor.
Final sahnesi, bizlere gösterinin en güçlü duygusal anlarını sunuyor. Bu sahnede Barış Manço’nun zamansız klasiği “Dönence” (1981) ile Pink Floyd’un “Another Brick in the Wall, Part 2” (1979) parçası tek bir ritmik bedende birleşiyor. Bu yalnızca bir müzikal birleşim değil; iki farklı kültürün, iki ayrı isyanın ortak bir yankısı olarak ortaya çıkıyor. Finalin sürpriz gücü, Barış Manço’nun ikonik mirasıyla daha da derinleşiyor. Manço elbette yalnızca bir müzisyen değil, uzun saçları, gösterişli yüzükleri ve ikonik at nalı bıyığıyla kalıplara meydan okuyan bir figürdü. 70’ler ve 80’lerde daha katı olan toplumsal normlara karşı duruşu, modadan çok bir tavrı simgeliyordu. Doğu ile Batı, gelenek ile çağdaş olan arasında köprü kuran kültürlerarası bir figür olarak Manço’nun Pink Floyd ile yan yana kurgulanması, gösterinin adaptasyon kanonunu yeniden tanımlama çabasının bir parçası olarak anlam kazanıyor.
Spiritua, pedagoji, estetik, politika, yaratıcılık ve kolektif ifade alanlarındaki bilgeliği tanıyan inovatif bir yapım. Shakespeare’in insan ruhuna dair derin çözümlemeleri, rock müziğin sarsıcı ritmi ve Manço’nun özgünlüğü ile sanatsal direniş mirası, sahnedeki genç ruhların olağanüstü performanslarında yeniden hayat buluyor. Spiritua’da bu gençler artık anlatıların sessiz izleyicileri değil; geleceği yazan hikâye anlatıcıları, sanatçıları ve eleştirmenleri olarak sahneye çıkıyorlar.