Motasem Abu Hasan: “İşgale karşı, hafızamızı korumak ve kimliğimizi kaybetmemek için sanat yapıyoruz”

Pinterest LinkedIn Tumblr +

DOF Tiyatro (DT) ekibinin Filistinli tiyatro oyuncularıyla gerçekleştirdiği bu röportaj işgal ve şiddet koşullarında tiyatronun anlamını, zorluklarını ve direnişle kurduğu bağı görünür kılmayı amaçlamaktadır. Röportajın ilk bölümünde Filistinli tiyatrocu Motasem Abu Hasan yaşam hikâyesini, gündelik deneyimlerini ve zorlu koşullarda tiyatro yoluyla verdiği mücadeleyi aktarıyor.

(Röportaj, DT ekibinden Yasin Yürekli’nin moderatörlüğünde Mısra Athena Özkan, Cantuğ Yavuz, Nazlı Erman ve Türkü Kırantepe’nin soruları ile ilerlemektedir.)

Seni daha yakından tanımak, hikâyeni ve hislerini senin ağzından duymak isteriz. Bize kim olduğunu ve bugünlerde nasıl hissettiğini anlatır mısın?

Motasem: Bu soru bir Filistinli olarak belki de cevaplaması en zor soru şu an. Nasıl hissettiğimi gerçekten bilmiyorum. Sanki günden güne duygularımızı yitiriyor, belki de her günümüzü tek bir duyguyla geçiriyor ve sırada ne olduğunu asla bilemiyoruz. Her gün yeni işgal edilen bölgelere, İsrail’in Gazze’ye yaptığı son saldırılara, hükümete, Filistin Kurtuluş Örgütü’ne ilişkin binlerce haber geliyor. Yaşamlarımızı büyük bir kaygı içinde sürdürüyoruz ama hala hayattayız. Hayatta kalabilmek için elimizden geleni yapıyoruz. Ben sanatın elimden gelenin en iyisi olduğuna kalpten inanıyorum, çünkü hikayeler dünyanın yer yerine ulaşabilir. Soykırım başladıktan sonra Filistin tüm dünyanın asıl meselesi olmakla kalmadı aynı zamanda hikayelerimizin ne kadar güçlü olduğunu da gösterdi. Sanırım hislerim böyle, bir şey yapmam gerektiğini düşünüyorum, bir şey yapmayı gerçekten çok istiyorum. Bu hislerimi çok fazla insan paylaşıyor.

Kişisel hikâyeme gelirsem: Aslen Cenin’in (Jenin) El Yamun köyündenim. Büyükbabam büyükannemi Nablus’ta tanımış, aşık olmuş ve oraya yerleşmiş. Ben de Nablus’ta, kamplara yakın bir mahallede doğup büyüdüm. Çocukluğum hem çok neşeli ve eğlenceli hem de çok korkutucuydu, çünkü işgallerin ortasında geçti. İlk aklıma gelen anım, Amerika’da yaşayan teyzemin bizi ziyarete gelişiydi. O sırada altı yaşlarındaydım, işgalin yeni başladığı dönemlerdi. Teyzem İsrail’in askerî jiplerini görmeye çalışıyordu; bu, hafızamdaki en eski görüntülerden biridir. Sonrasında kamplarda yaşamaya başladık. İşgalin ardından Fetih ve Hamas arasında çatışmalar yaşandı. 2019’da, pandemiden hemen önce, Batı Şeria’nın tamamı savaş halindeydi. Bugünlere bir şekilde gelmeyi başardık.

Tiyatro yapmaya nasıl ve ne zaman karar verdin, ne kadar zamandır yapıyorsun?

Üniversitede muhasebe okudum ama bu alanda hiç çalışmadım. Tiyatroya üniversitedeki tiyatro topluluğuyla başladım. Mezun olunca oradaki arkadaşlarımla kendi ekibimizi kurduk. Sahne sanatlarında yüksek eğitim aldım. 2020’den beri profesyonel olarak oyunculuk, yönetmenlik, yazarlık ve eğitmenlik yapıyorum. Şu anda Nablus’taki Rasail Tiyatrosu ve Cenin’deki Özgürlük Tiyatrosu’nda aktif olarak çalışıyorum.

Yaşadığınız zorlayıcı koşullarda sıradan bir gününüz nasıl geçiyor?

Hayat bir şekilde devam ediyor. Okullar, devlet kurumları, pazarlar, şirketler hepsi çalışıyor. Ama bana komik gelen şey, Filistin hükümetinin ve polisin sanki hiçbir şey yokmuş gibi davranmaya devam etmesi. Sanki işgal altında değiliz. Oysa günlerimiz yoğun ve gergin, çünkü ne zaman, nerede, nasıl bir baskın olacağını bilmiyoruz. Şartlarımızın böyle olduğunu da biliyoruz ve bu farkındalıkla yaşamaya devam ediyoruz.

Ben Nablus’ta yaşıyorum. Basit bir yere gitmek istesem -bir restorana ya da kafeye- her an şehir işgal edilir mi, yollar kapanır mı, eve geri dönebilir miyim diye düşünmek zorundayım. Çoğu zaman olduğumuz yerde sıkışıp kalıyoruz. Bu yüzden sürekli haberleri takip ediyoruz.

Bugünden örnek vereyim: Kalkilya’dan gelen bir meslektaşımla Nablus’ta bir hastane clown’unu (palyaço) ziyaret ettik. Görüşmeden sonra benim Cenin’e gitmem gerekiyordu. Önceden iki çanta hazırladım, çünkü yollardaki kontrol noktalarının ne kadar süreceğini bilmiyordum. Gidip gidemeyeceğim belirsizdi; o yüzden Cenin’deki ekip arkadaşlarımı ve üniversitedeki mesai arkadaşlarımı sürekli bilgilendirmek zorunda kaldım.

Bu yol çok tehlikeli. Eskiden, 2019’da ya da 7 Ekim’den önce, Nablus’tan Tulkarem’e yirmi dakikada gidebilirdim. Şimdi ise yollar yerleşimciler tarafından işgal edilmiş durumda. Kameralar, duvarlar, askerler, arabalar, silahlar… Hepsini gördüm. Hatta Nablus’la Cenin arasındaki Şemron köyünde yeni bir kontrol noktası açtılar. Artık Cenin’e varabilmek için üç farklı kontrol noktasından geçmem gerekiyor.

Cenin zaten ikiye bölünmüş durumda: biri İsrail ordusunun kontrolündeki işgal edilmiş Cenin, diğeri bizim olan Cenin. Özgürlük Tiyatrosu’nun bulunduğu kampı da işgal ettiler. Orada üç-dört yıl yaşadım, eğitim aldım, şimdi ders veriyorum. Ama işgalden sonra yaklaşık 23.000 insan kampın dışına sürüldü, evleri bombalandı. Cenin’de tehlike ve gerilim çok yüksek. Askerler yanımızdan geçerken bile bizi korkutmaya, tedirgin etmeye çalışıyorlar. Bazen askerler kamptan çıkıp bizim bölgemize geliyor, sırf bir marketten sakız almak için. Bu küçük bahaneyi bile bizi korkutmak, terörize etmek için kullanıyorlar. Sonra kamplarına geri dönüyorlar; neredeyse onların “izin günü rutini” gibi.

Buna rağmen günlerimizi sürdürmeye çalışıyoruz. Sabah üniversitede prova yaptım, Filistin’deki tiyatro festivali için oyun hazırlıyoruz. Cenin’deki Arap Amerikan Üniversitesi’nde bir oyunum var. Şimdi sizinle röportaj yapıyorum sonra şehre dönüp çocuklarla ilgili bir toplantıya katılacağım. Çocuklar için Nablus’ta projeler hazırlıyoruz, ardından tekrar Cenin’e dönüp provalara devam edeceğim. Sürekli çalışma halindeyim ama bunu içimden gelerek, en güzel hislerimle yapıyorum.

Türkiye’den bakınca Filistin dışına seyahat etmenin çok zor olduğu görülüyor. Gerçekten öyle mi? Sınırlar kapalı mı, havaalanlarınız açık mı? Bizim algımız şöyle: Filistin’e para ya da yiyecek göndermek sınırlar yüzünden çok zor. Bildiklerimizi güncellememiz için bu konuda ayrıntılı bilgi verir misin?

Kontrol Noktalarında Bekleyiş ve Radyodan Yükselen Sesler

Her şehirde İsrail ordusu yeni bir Batı Şeria yaratmaya çalışıyor. Mesela Nablus tamamen elektronik kapılarla ve kontrol noktalarıyla çevrilmiş durumda. Şehirlerin birbirleriyle bağlantısını kesip bizi bölmek istiyorlar. Cenin’de değil de Ramallah’ta çalıştığımı düşünün; işime varmam için en az dört kontrol noktasından geçmem gerekiyor. Bazen bu yolculuk altı, yedi, sekiz saat sürebiliyor. O gün şanslıysanız eve dönersiniz, değilseniz arabada uyumak zorunda kalırsınız ve sadece beklersiniz.

Mesela Nablus’tan Pethorik köyüne giden kontrol noktası korkunçtur. Orada dört beş saatten az beklemek mümkün değil. İnsanlar yanlarına yemek, kahve alıyor çünkü ne kadar süreceğini kimse bilmiyor.

Kontrol noktaları öyle normalleşti ki, artık radyo kanallarında bile “hangi kontrol noktası açık, hangisi kapalı” anons ediliyor. İşe gitmek ya da çocuğunu okuldan almak isteyen herkes önce radyoyu açıp yol durumunu dinliyor. 40 kilometrelik mesafe bile dört-altı saatte geçilebiliyor. Bu sırada arabadan inmek yasak; tuvalete gitmek bile hayatınızı riske atıyor. Diyelim ki annesin, yanında çocuğun var. Çocuk sıcaktan bunalıyor, tuvalete gitmek istiyor, arabadan çıkmak istiyor. Ama sen çıkamazsın; çünkü arabadan inersen hem kendini hem çocuğunu tehlikeye atarsın. Bu yüzden tuvalet ihtiyacı olmaması için yola çıkarken yemek yememeye, su içmemeye çalışıyoruz.

Bir de radyoda başka kanallar var. Örneğin çocukların hapisteki ailelerine seslendiği programlar… “Merhaba anne, ben Murtaza. Seni çok özledim. Bugün ikinci sınıftan mezun oldum, iyi not aldım” gibi mesajlar duyuyorsunuz.

Soykırım başlamadan önce de hapistekilerin durumu zaten korkunçtu. Hiçbir hakları yoktu. Benim amcam da oradaydı; iki ay önce çıktı. İçerideyken 20 kilo verdi, çöktü, birden yaşlandı. Yaklaşık iki yıl yattı. Üstelik hiçbir gerekçe yoktu; “idari tutuklama” dediler. Hapishanede verilen yemek bir kaşık patates, yarım yumurta, yarım ekmek. Sadece yedi dakika havalandırmaya çıkarıyorlar. Geri kalanında dayak, işkence, aşağılamalarla her türlü sadist uygulama var. Ve yapanlara hiçbir ceza yok. Tüm güç onlarda, sorumluluk ise sıfır.

Yurttan Çıkış ve Onur Köprüsü

Şehirleri kapılara böldüler; istediğiniz gibi dışarı çıkamıyorsunuz. Uçakla yurtdışına gitmek isteseniz bile kendi havaalanımız yok. Mutlaka Ürdün’e geçmek zorundayız. Bunun için de “Onur Köprüsü” denen küçücük bir köprüden geçiyoruz. Altında su bile olmayan, sekiz-on metrelik bir köprü. Niye “Onur” dediklerini kimse bilmiyor. Bu köprü hakkında yazılmış bir oyunda da yer almıştım.

Köprüye ulaşmak için önce birkaç kontrol noktasından geçiyorsunuz. Şanslıysanız yalnızca bir-iki saat beklersiniz. Ama çoğunlukla köprünün girişinde uzun kuyruklar oluyor. Filistinli polis size bir numara veriyor, üç-dört saat sırada bekliyorsunuz. Ardından Filistin tarafında sebepsiz vergiler ödüyorsunuz. Sonra otobüse biniyorsunuz ve İsrail tarafı izin verene kadar bekliyorsunuz. İsrail’de didik didik arama yapıyorlar; metal eşya varsa ötüyor, yine vergi ödüyorsunuz.

Sonunda Ürdün tarafına geçiyorsunuz. Orada da dev bir form dolduruyorsunuz: adınız, annenizin adı, annenizin kimlik numarası vs. Ürdünlü görevlilerin tavrı da kötü; sürekli sorguya çeker gibi davranıyorlar. Bazen köprüde polis mesleğinizi soruyor. “Oyuncuyum” derseniz, “hadi göster bakalım, şarkı söyle” diyor. Siz de sadece geçebilmek için oynuyorsunuz. Nihayet Ürdün’e ulaşıp havaalanına vardığımda hep aynı duyguyu yaşıyorum: özgürlük. Kraliçe Aliya Havalimanı’na girdiğimde farklı milletlerden insanları görüyorum, istediğim kapıya yürüyebiliyorum, kimseye hesap vermiyorum. Bir anlığına işgal yokmuş gibi hissediyorum.

Gerçeklik ve Umut

Bizim gerçekliğimiz bu: kontrol noktaları, köprüler, vergiler, işgaller. Daha dün Nablus’a girdiler. “On iki saat sonra çıkacağız” dediler. Tanklar, askerler, silahlar… Biz ise siviliz. Elimizde taş olsa bile karşımızda koca bir ordu var. 13 yaşındaki bir çocuk taş attığı için gözlerini bağlayıp, ellerini kelepçeleyip kameraya çekiyorlar ve sosyal medyada paylaşıyorlar. Bunu görünce çocukluğumu, ikinci intifadayı hatırlıyorum. Biz de küçücük çocuklardık; tanklara karşı taş atıyorduk.

Ama yine de bizi yaşatan bir şey var: umut. Benim en büyük korkum, özgür Filistin’i göremeden ölmek. Çünkü ülkemiz gerçekten çok güzel. Haifa’yı gören anlar; deniziyle, portakalıyla, köyleriyle büyülü bir yer. Özgürlük umudu bizi ayakta tutuyor, çalışmamızı ve direnmemizi sağlıyor.

Evet, hayatımız böyle işte. Saatlerce kontrol noktalarında beklemek, sinirlenmek, öfkelenmek ama sonunda yine umutla yola devam etmek. Bu baskı bizi gerginleştiriyor, öfkemizi birbirimize de yansıtıyoruz. Sonra kendi kendimize, “tamam, bu işgal, bu bir kontrol noktası” deyip yola devam ediyoruz.

Yine de işimize gitmek istiyoruz. Mesela Ramallah’a giderken en az iki saat bekleyeceğimi biliyorum. O yüzden yanıma su ve atıştırmalık alıyorum. Bu artık hayatımızın gerçeği oldu. Ve yine bizi yaşatan tek şey özgürlük umudu.

Bu dönem çalışmalarınızı nerede yürütüyorsunuz, neler yapıyorsunuz? Röportajın bu ilk bölümünde bizimle paylaşmak istediğin, ekleyeceğin başka bir şey var mı?

Bana hikâyemi paylaşma fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim. Çünkü ben hikâyelere inanıyorum; sahneye, seyirciye inanıyorum.

2020’den önce tüm sanat etkinlikleri genellikle Ramallah’ta toplanırdı. Nablus, Cenin, Kalkilya gibi şehirlerde çok az seyirci ve birkaç mekân vardı. Bizim kampımızda, Özgürlük Tiyatrosu’nun büyük ve profesyonel bir sahnesi bulunuyordu; ama işgalden sonra onu kaybettik. Şimdi elimizde yalnızca çok küçük oyun alanları kaldı. Ramallah, Beytüllahim ve El Halil’de profesyonel sahneler hâlâ var, ama Nablus ve Cenin’de işler çok zor.

Seyirciye gelince… Ah, seyircimiz! Filistinliler sanatı çok seviyor, derin bir bağ kuruyor. Mayıs ayında Nablus’ta küçük bir festival düzenledik; yüz kişi geldi. Burası için çok büyük bir sayı. Normalde 20, 30, 50 seyirci olur. Ama gelenler her yaştan: yaşlılar, gençler, çocuklar. Çoğunluk gençlerde, %70’i 30 yaşın altında. Oyunlardan sonra bizimle konuşuyorlar, sorular soruyorlar, bir sonraki oyunu merak ediyorlar.

Anlatmak istediğim şey aslında çok basit: Biz insanız. Kahkaha atmak istiyoruz, çiçekleri seviyoruz, komşularımızla vakit geçirmek, tatile çıkmak istiyoruz. Deniz kenarında oturup muz yemek istiyoruz. Terörist ya da canavar değiliz, sadece insanız.

Tabii ki işin politik tarafı da var. İşgale karşı, hafızamızı korumak ve kimliğimizi kaybetmemek için sanat yapıyoruz. Çünkü biliyorum ki işgal yalnızca topraklarımızı değil, zihnimizi de kontrol etmek istiyor. Bizi köksüz, kimliksiz bir nesil haline getirmeye çalışıyor. Benim silahım ise sahne. Öğrencilerim, gençler… Onların gerçeği öğrenmesini, hafızamızı taşımalarını istiyorum.

Sanat benim için işte bu: büyük fikirleri küçük, insani hikâyelerle anlatmak. Bir köylünün, bir çocuğun, bir kamp sakininin hikâyesinde direnişi ve varoluşu göstermek. İnsan kalmak.

Paylaş.

Yanıtla