Ülkenin ekonomik ve politik koşulları sanatçıların sorunlarını daha da derinleştiriyor. Tiyatrocu Muhammet Uzuner, “Bağımsız tiyatroların sürdürülebilmesi için tiyatro yasasına ihtiyaç var. Sanatçılar çözüm bekliyor” dedi.
(Ümit Güçlü’nün Muhammet Uzuner’le yaptığı ve Birgün’de yayımlanan söyleşiyi okurlarımızla paylaşıyoruz.)
Cihangir Atölye Sahnesi (CAS), oyunculuk eğitimiyle tiyatro üretimini bir arada sürdüren bağımsız bir yapı. Oyuncu ve tiyatro yönetmeni olan Muhammet Uzuner ve Arzu Gamze Kılınç’ın kurduğu bu kolektif, oyunculuğu sadece mesleki bir alan değil, aynı zamanda etik ve toplumsal bir sorumluluk olarak da görüyor. Tiyatro dünyasındaki dönüşümleri ve Yaşar Kemal’in eserinden uyarlanan Kılınç’ın rejisiyle sahneye koydukları “Filler ve Karıncalar”ı Uzuner’le konuştuk.
CAS’ı kurarken sizi en çok motive eden neydi? Bugün geriye dönüp baktığınızda nasıl bir tablo görüyorsunuz?
Samimi, dürüst, toplumla bağı olan ve kolektif anlayışla hareket eden oyunculara duyduğumuz özlemdi aslında bizi harekete geçiren. Oyunculuğu bir meslekten öte, daha nitelikli bir insan ve daha nitelikli bir hayat için bir araştırma zemini olarak görmek istedik. Bugün geldiğimiz noktada ürettiğimiz oyunlar, kurduğumuz yaşantı ve oyun yapma biçimimiz üzerinden aldığımız geri bildirimlerle bu amacı gerçekleştirebildiğimizi görüyoruz. CAS artık kendi eğitmenini ve teknik insanlarını yetiştiriyor; sistem kendi ayakları üzerinde durabiliyor.
Ücretsiz bir konservatuvar eğitimi sunuyorsunuz, yetenek ve fırsat eşitliği arasında nasıl bir denge kuruluyor?
Evet, konservatuvarımız tamamen ücretsiz. Daha önce çok yetenekli ama ekonomik imkânı olmayan gençlerle karşılaştık. Bu durumdan yola çıkarak hiçbir aşamada başvuru dahil ücret alınmayan bir sistem kurduk. Eğitim sonunda da herhangi bir zorunluluk veya yaptırım yok. Tek beklentimiz, sahici bir oyuncu olmaları. Bu da CAS’ın temel felsefesiyle örtüşüyor zaten.
Oyunculuk eğitiminizde bireyin toplumsal sorumluluğuna da vurgu yapıyorsunuz. Bu yaklaşım sahneye nasıl yansıyor?
Sağlıksız bir toplumda sağlıklı birey olamaz” düşüncesindeyiz. Oyunculuk da hem bireyle hem çevresiyle ilişki kurmayı gerektiren bir meslek. Önce kendisiyle, sonra çevresiyle dürüst ve samimi ilişki kurabilen biri sahnede de yalnız olmadığını fark ediyor. Biz duygusal hezeyanlardan çok düşünsel bir temele dayanan oyunculuk anlayışını benimsiyoruz. Çünkü oyuncu sadece sahnede değil, toplumun her alanında sorumluluk taşımalı.
Tiyatroyu “kolektif bir yaşam” olarak tarif ediyorsunuz. Bu kolektif yapı bireyci dünyada nasıl varlığını sürdürüyor?
CAS’a gelenler başka bir yaşam biçimiyle karşılaşıyor. Bireyci bakış açısıyla büyümüş gençler için bu büyük bir dönüşüm. Özellikle özgürlük anlayışı burada yeniden tartışılıyor. Sonsuz ifade özgürlüğü ne demek? Topluluk bilinciyle yaşamak neyi gerektirir? Bunlar gündelik yaşantımızın parçası olan sorular. Oyunculuk da bu tartışmalarla besleniyor. Evinde sofra toplamamış biri önce zorlanıyor, ama sonra kolektif yapıya uyum sağlıyor. Bu da sahne üzerindeki ilişkilere doğrudan yansıyor.
Bağımsız tiyatroların sürdürülebilirliği nasıl sağlanmalı?
Türkiye’de ilginç bir durum var. Biz ticari olmayan bağımsız tiyatrolar olarak devlete ve sermayeye rağmen tiyatro yapıyoruz. Desteklemek şöyle dursun köstekliyorlar. Sermayeye bağlı ticari tiyatro oluşumları devlet ve özellikle yerel yönetimlerden ciddi destek alıyor. Nasıl alıyor? Mesela belediyeler, salonlarını zaten halihazırda büyük ve ticari salonlarda sahnelenen oyunlara veriyor. Yani sermaye gücü olanları destekliyor. Böyle yapmasının nedeni de salonların doluluk oranını temel kriter olarak alması. Yani belediye de şirket gibi davranıyor. Oysa bölgenin seyircisini değişik tiyatro oyunlarıyla ve gruplarıyla tanıştıran bir vizyonu olmalı.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi oyun satın alarak bir adım atıyor ama bu da seyircide “bedava tiyatro” alışkanlığı yaratıyor. Devlete gelince herhangi bir desteği yok. Kültür Bakanlığı’ndan destek yok. Acil olarak bir tiyatro yasasına ihtiyaç var. Bugün bağımsız tiyatrolar kira, vergi, KDV, sigorta gibi yüklerle boğuşuyor.
Devlet, sanatın toplumsal bir zorunluluk olduğunu hâlâ kavrayabilmiş değil. Ödediğimiz vergiler engel olarak geri dönüyor. Oysa kamu, sanat üreticileriyle doğrudan temas kurmalı, sorunları dinleyip çözüm üretmeli. Ne yazık ki Türkiye’de kültür ve sanat politikası ya yok ya da bilinçli biçimde oluşturulmuyor. Kamu yöneticileri sanatı hep bir tehdit gibi gördü; sanata hiçbir zaman inanmadılar, inanmak istemediler. Özellikle son dönemde bunun en ağır hâlini yaşıyoruz. Devletin kendini vatandaştan üstün görmemesi gerekiyor.
Bugün ne belediyelerde ne hükümette tiyatrocuların muhatap olabileceği bir merci var. Kamu sadece destek değil, aynı zamanda vizyon da sunmalı; ulusal ve uluslararası kapılar açmalı.
Yeni sezonu Yaşar Kemal’in ‘Filler ve Karıncalar’ uyarlamasıyla açıyorsunuz. Seyirciyi nasıl bir yolculuk bekliyor?
Oyunumuz, Yaşar Kemal’in “Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Topal Karınca” romanından sahneye uyarlandı. Arzu Gamze Kılınç yönetti. Yazarın içinde bulunduğumuz dünyayı hayvanlar alemini politize ederek anlattığı bir oyun. Bir toplum panoraması da diyebiliriz, köle ruhlu bireyler, sınıf atlama çabaları, arabulucu gibi görünen çıkar odakları, güç zehirlenmesi, iktidar körlüğü, muhalefet ezikliği… Her şey var oyunda. Günümüzde ayakta tutmak için zorlandığımız umudu yeniden harlayarak bize güç veren bir oyun. Oyunun en önemli yanlarından biri de sadece iktidarı değil iktidarla ilişkisini çıkarsal gören halkı da eleştirmesi.
Sizi uzun süre sinemada görmüştük. Son yıllarda daha çok sahnedesiniz. Sinemadan uzaklaştınız mı?
Sinemayı seviyorum ve bir kenara bırakmadım elbette. Tiyatro ve sinema mesleğimizi icra ettiğimiz alanlar. Ama ülkenin içine düştüğü çukurdan iyi işler çıkması ender oluyor. Çok az senaryo üretiliyor artık ya da gün yüzüne çıkamıyor. Film çekmek özellikle ekonomik anlamda büyük bir cesaret işiyken şimdi mucize konusu oldu. Aslında bağımsız tiyatrolarla bağımsız sinemanın sıkıntıları çok benzer. Ama şunu da söylemeliyim ki sorunlardan biri de -film yapmak açısından- düşünce üretilememesi ve üretilen düşüncelerin de toplumsal hayatımıza değmemesi. Sinemacılar biraz mikro evrenlerinde takılıyorlar.