Berlin’de İzler/ İzlenimler…

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Aslı Öngören

 “Das rote Haus”/ “Kızıl Ev” oyunu ve ona eşlik eden “Eine Inventur 2025 – Stresemannstrasse 30” adlı sergi, 2 Ekim’de Berlin’de, Gorki Tiyatrosu’nda seyircinin karşısına çıktı.

Berlin… Stresemannstrasse 30… Yani “Wonaym”/ kadın işçi yurdu…

Uzun yıllar önce Berlin’de, annem Nuran Oktar (Öngören) ve babam Vasıf Öngören’in izlerini, Mehmet Esatoğlu ile birlikte sürdüğümüz günleri hatırlıyorum. 60’lı yıllarda öğrenci olarak gittikleri Berlin’de tiyatro eğitimleri sürerken, geçirdikleri süreçleri, üniversitenin gösterdiği yarı zamanlı işlerde, fabrikalarda çalışarak harçlıklarını çıkarmaya çalıştıkları ilk yılların zorluklarını, oradaki dostlarına, tanıdıklarına sormuş, bir dizi röportaj/ söyleşi/ sohbet gerçekleştirmiştik. Kayıtları özenle saklıyorum. Vasıf Öngören’in tiyatro yolculuğunu anlatan bir kitap oluşturmak niyetiyle, yıllarca pek çok kişiyle yaptığımız bu röportajlardan çok şey öğrendim.

Berlin’e gitmek hep bir keyif olmuştur benim için.

1964 yılında Telefunken’de çalışmak için sözleşmeli işçi olarak Berlin’e gitmiş ve Stresemann Caddesi 30 numaradaki “Wonaym”/ kadın işçi yurdunda yaşamış yirmili yaşlardaki kadınların hikayelerinden yola çıkılan sergiyi ve Ersan Mondtag ve Till Briegleb’in yönettiği “Das rote Haus”/ “Kızıl Ev” oyununu Berlin’deki prömiyerinde izlemek çok heyecan vericiydi.

Shermin Langhoff’un küratörlüğünde, Hülya Karcı, Erden Kosova, Tunçay Kulaoğlu, Mürtüz Yolcu ve Maral Müdok’un ekip çalışmasıyla  hazırlanan sergi özenli, uzunca bir çalışmanın sonunda oluşturulmuş. Büyük bir sorumluluğu başarıyla, titizlikle yerine getiren bu sergiye emeği geçen herkesi kutluyorum. Benim de elimdeki kimi belge ve fotoğraflarla ve bir video söyleşiyle dahil olduğum bu anlamlı sergi 1960’lı yıllardaki, Alman sanayisini kalkındırma sürecindeki iş göçüne, kadın işçiler perspektifiyle bir bakış için önemli bir kılavuzluk görevi üstlenmiş.  Üstelik sürekli gelişmeye de açık.

Sergiyi büyük bir duygu yoğunluğu içinde gezdim. İşte! Telefunken’de tercümanlık yapan annem Nuran Oktar (Öngören) ve Stresemannstrasse 30 adresindeki yurdun müdürlüğünü yapan babam Vasıf Öngören oradalar. Berlin’e iki tiyatro öğrencisi ve arkadaş olarak gelmiş, orada evlenmiş ve karı- koca olmanın bir avantajı olarak, sonunda bu güvenceli işleri bulmuşlardı.. Bütün Telefunken sürecinde, oradaki genç işçi kadınların doktor randevularından, dil eğitimlerine kadar yardım ettiler, sendika seçimlerinde faal olarak çalışıp, çoğunu sendikaya üye yaptılar, örgütlediler ve  hakları konusunda bilinçlendirdiler. Bir yandan da yıllarca sürecek köklü dostluklar kurdular.

Bu serginin tanıklık ettiği sürecin sonunda Türkiye’ye geri dönecek ve sonuçta Vasıf Öngören’in Türk Tiyatro tarihinde bir kilometre taşı olacağı, o büyük akıl, emek ve üretim yolculuğunu sürdüreceklerdi. Epik tiyatroyu ve diyalektik tiyatro estetiğini Türkiye orjinalitesine uyarladıkları özgün yapıtlarla iz bırakacaklardı.

Filiz Taşkın (Yüreklik)  ve İdil Laçin (Temuçin) de oradalar. Onlar, annemle babamın ömür boyu hiç kopmadıkları, can dostları.. İki özel ve üretken kadın. Berlin’de kalan, oradaki hayatı kendileri ve çevreleri için biçimleyerek yol alan, benim için de hep çok özel olan iki muhteşem insan… Yıllar önce ikisiyle röportaj yaparken kurdukları bu uzun soluklu dostluğun onlar için taşıdığı büyük önemi de anlamıştım. Bir ortak yolculuktu bu. Şimdi onlar da, annem ve babam da hayatta değiller ama ne kadar da gerçekler!

Tanıdığım tanımadığım, birbirinden çok farklı genç kadınlar, yüzler, giysiler, masa başları, yorgunluklar, danslar, hüzünler, kahkahalar, sessizlikler var fotoğraflarda, mektuplarda, inatla saklanmış her dokümanda… Üzerine çok daha kapsamlı yazılar yazılması gereken çok zengin bir kaynak yatıyor orada, tarihi anlamak ve her tür düşünsel üretimi, sanatsal yaratıcılığı da tetiklemek için.

Sergiden sonra oyunu izlemekte sıra.

Yan binadaki tiyatro salonunda, “Das rote Haus”/ “Kızıl Ev” adlı oyun, alkışlanan ekip ve selamlanan seyirci için bittiğinde salonda bir süre oturdum. Hem bir tiyatro oyuncusu, yazar ve yönetmen olarak, hem de sahnede anlatılan insanlarla aramdaki güçlü bağa dayanarak, aktardığım anılardan da yararlanılan bu metni, bu dramaturjiyi, yönetmenin yaklaşımını anlamak isteğiyle… Ve şu soruyu sormadan edemedim;

Hülya Karcı’nın yazdığı gibi; “…Yıllar içinde cinsiyetçi ve ağır iş koşullarından adalet ve toplumsal barış için mücadele eden feminist, sosyalist, edebiyatçı, sanatçı bir kadın kuşağı ortaya çıkıyor. Kadın iş göçüne farklı bir perspektiften bakan, birinci kuşağın onurlandırılması ve görünür kılınmasını hedefleyen bir sergi ve bir tiyatro oyunu…”   hedeflenmemiş miydi?

Ne büyük ve önemli bir sorumluluk! Bu hedefin çok güçlü bir ayağı olan sergi, zengin bir kaynaktan beslenerek, misyonunu başarıyla yerine getirirken, diğer ayak olan tiyatro oyunu ise daha farklı bir amaca hizmet etmiş gibi duruyor.

Elbette yönetmenin yaklaşımı düşündürüyor bunu bana. Multidisipliner genç bir sanatçı olarak yükselen Ersan Mondtag, Venedik bienalindeki enstalasyonu, tiyatro, opera, müzik, performans alanlarındaki çeşitli üretimleri ile öne çıkan, son derece popüler bir isim.

Ben bu yazıda profesyonel bir tiyatro eleştirisi yapma gayretinde değilim. Bu nedenle oyuna yerleştirilen pek çok gösterge ve imgeden, teknik ve estetik seçimlerden detaylı söz etmeyeceğim. Daha çok oyunun sahnelenme nedeni çerçevesinde, reji konsepti ve dramaturji anlayışının etkisiyle oluşan bazı sorularımı ve tespitlerimi paylaşmak niyetindeyim.

 

Oyunda eklektik bir anlatı benimsenmiş.

Kendisi de 20’li yaşlarında o yurtta kalıp, Telefunken’de işçi olarak çalışan E.Sevgi Özdamar’ın öznel gözlem ve anılarından seçip, yıllar sonra sanatsal anlamda yeniden yarattığı/yorumladığı,  “Haliçli Köprü”  ve “Garip Yıldızlar Dünya’ya Bakıyor”  romanlarından cımbızlanan anlatılar, reji ekibince bir kez daha yorumlanıyor.

Almanya’daki 1.Kuşak ve 2. Kuşak Türklerin, tanıkların aktardıkları (Sergide ağırlıkla kullanılan) anılar ve somut bilgiler ise kesilip, biçilerek bu anlatıya eklemleniyor. Sonuç olarak herşeyin flulaştığı bir “yorumlanmış yorumlar” silsilesi izliyoruz.

Gençliklerinde aynı yurtta kalmış ve Telefunken’de işçi olarak çalışmış dört ihtiyar kadının hastane ya da bakım evine de dönüşen soyut, izbe bir  mekanda, hafızasızlık paydasında yan yana gelip, eşitlendikleri bir anlatı bu. Her birinin gençliklerini ve/ veya  aradıkları torunlarını simgeleyen dört genç oyuncu da, bu demanslı ihtiyarlar evinin, mutsuz hastabakıcıları olarak algılanmaktan öteye pek geçemiyorlar.

Rol kişilerine dair gerçek/ doğru olduğunu düşündüren bilgiler, pop art videolarla desteklenerek anlatılıyor ve perdeye yansıyor. Böylece bu bilgiler, videoların önünde (kendisinin kim olduğunu bilemeden) duran ve kendi özgeçmişini  dinleyen rol kişilerine ve seyircilere aktarılıyor. Fakat bu anlatıların bazıları, farklı özgeçmişlerin birleştirilmesiyle oluşmuş. Hepsi de yer adları, tarihler, gerçek/ kurgu isimler ve (nedense bir çok başka sosyolojik, psikolojik, sınıfsal vb. katmana değinilmezken) altı çizilerek öne çıkarılmış etnik köken bilgilerinden ibaret.

Dramaturji ve reji, bireylere yakından bakmak isterken, kişilikleri, toplumsal ve  sosyal etkileri es geçen bir mesafede kalıyor. Genç ve ihtiyar roller iki farklı oyuncu tarafından oynanınca ortaya çıkan olanak da kullanılmıyor, kendi tarihsel değişimleri, çatışmaları ya da özgünlükleri gösterilmiyor. Geçmiş ve bugün çelişkisi okunmuyor.

Oyunculuklar yer yer etkileyici olsa da genel olarak o kadar gölgede kalmış, loş ışıklar altında bedenler, sözler ve yüzler öyle ifadesizleşmiş ki üzerine fazla bir şey söyleyemiyorum.

Bu öylesine karanlık ve flu bir aktarım ki, Türkiye’den şarkılar seslendiren Sema Moritz yönetimindeki Seyyare Anadolu Kadın Korosu’nun, zamansız ve aidiyetsiz kostümleriyle, güzel sesler ve renklerle, derecesi arttırılan ışıklandırmayla bir kaç kez sahneye girmesi bile, sisi dağıtmaya yetmiyor.

Seyirciyi yakalayan gerçek bir an, bir duygu ya da bir değişim görünemiyor sahnede.

Dört kadın karakter, farklı isimlerle kurgulanmış da olsalar  ne tipik (biricik, özelde) ne de genellenmiş bir çerçevede gerçekçi, inandırıcı karakterler olamıyorlar. Bu nedenle onlar;  hem birçok kadından kolajlanmış bir ‘hepsi’ hem de ‘hiçbiri’ olmuşlar sanki. Sahnede gezen hayaletler gibiler. Bu tuhaf şekilde ilginç geldi bana.

Öte yandan oyunda gerçek adı ve soyadıyla yer alan, Türk ve Alman tiyatro tarihinde iz bırakan Helene Weigel ve Vasıf Öngören’in kalın çizgilerle çizilmiş, tek boyutlu, neredeyse karikatürleştirilmiş versiyonları kimilerini gülümsetmiş olabilir.

Türkiye’den gelen genç tiyatrocuları karşılayışını anlatan sahnede, Brecht’in karısı, büyük yorumcu Helene Weigel’i bir erkek oyuncu, grotesk bir tavırla canlandırıyor. (Bu tercih ile; çirkin bir kadın olduğu mu, erkek enerjisi taşıdığı mı, yoksa erk sahibi, katı bir yönetici oluşu mu vurgulanmak istenmiş, bilemedim. Belki sadece komiktir.) Sahneye bir uyarı anonsuyla girip, başka bir anonsla da çıkıyor. Önemli bir yöneticinin ya da pop starın antresine benzetilmiş, alaycı bir tercih.

Oysa ben Helene Weigel’in, Türkiye’den gelen genç tiyatrocuları Berliner Ensemble’daki mütevazı odasında sıcacık, doğal ve son derece insancıl bir enerjiyle karşıladığını ve onlara elinden gelen her kolaylığı sağladığını birinci ağızdan, annemden dinledim, biliyorum.

Vasıf Öngören ise sahnede kaba bir tipleme, hevesli bir komünist, bu kadınlar yurdunda neredeyse kümesin horozu edasıyla dolaşan, toy ama baskın bir figürden ibaret kalmış. Kara tahta başında,  elinde sopa, zorla almanca öğreten bilmiş bir erkek (!) öğretmen olarak yorumlanmış.

Kültürel özelliklerimizden kaynaklanan ilişki biçimleri pek bilinmediğinden midir nedir;  bu kadınlarla yurt müdürü Vasıf arasında kurulan, “abi”, “baba”, “danışılan bir akıl hocası” olmak şeklinde, çeşitli biçimlerde kurulan güven ilişkisi boyutu yok olmuş. Vasıf Öngören’i tanıyanların iyi bildiği o  ideolojisiyle yoğrulmuş sanatçı, aydın ve eğitmen tavrı da belli ki umursanmamış. Eh, ne olmuş? Biraz cahilce, biraz hoyratça olmuş. Hatta ayıp olmuş!

Dönemin önemli tanıklarından İdil Laçin ile sağlığında şahsen yaptığım röportajda Vasıf Öngören ve onun Berlin’deki varlığının önemi üzerine şunları anlatmıştı;

“(…) Vasıf çok dolu bir insandı ve girdiği her ortam birdenbire dolardı. (…) Politik konular, sanat, tiyatro, edebiyat, müzik… Bir sazı vardı onu tıngırdatırdı. Düşünülebilecek her tür konuyu sabahlara kadar birlikte konuşurduk. O sohbetler bugünün Berlin’inde tekrarlanmıyor. Berlin’de o zaman Türkler çok azdı ve daha ziyade talebeler, entelektüeller, sanatçılar vb. insanlar vardı. O zamanın havası bugün için yok. Yozlaştı. O zaman birbirimizi eğiten, doyuran ve tamamlayan kişilerdik. Üç-dört gün işe uyumadan gittiğimiz olurdu. Arada bir de Berliner Ensemble’a gidip orada eğitim görüp, provaları izleyip tekrardan işe giderdik. Bugün düşünüyorum da yaşamımın en dolu dolu zamanıdır Vasıf ile Nuran’ın (*) birlikte olduğu Berlin evresi.”

 

(…) “O zaman biz Almanya Defteri’nin (**) ilk provalarına başladık. Ben anneyi oynuyordum. Sevgi Özdamar da gelindi. Sevgi’yi de hem kitap yazmaya hem tiyatroya eğilmeye yönlendiren bence Vasıf’tı. Bilmiyorum kendisi bu konuda ne diyor. (…) Ben şunu açıkça söylemeliyim Sevgi Özdamar’ın bu günkü gelişmesinin ana temellerini Vasıf vermişti. İnsanlarda bunu ifade etme zorunluluğu vardır. Bu gurur verici bir şeydir. (…)

Güner’i (***) yine belirli yönleri ile kanalize eden Vasıf’tı. Vasıf’ın Berlin’de çok önemli etkisi olmuştur. İnsanlar ister bunu kabul etsinler ister etmesinler Berlin de her şeyin ilkini Vasıf ile yaptığımız kanısındayım. Dernek kurma, tiyatro vb.

En güzel şey de Vasıf yurtta kadınlara sazıyla Almanca öğretiyordu. Türkçe türküleri Almancaya çevirip öğretiyordu. Böylece işciler birkaç cümle öğrenmiş oluyorlardı. Böyle bir yöntem kurmuştu kendine ve bu sistem bugün eğitim alanında sıkça kullanılıyor. İnsanların kendi yaşamlarından çıkarak dil öğretme yöntemini Vasıf 64 senesinde uyguluyordu.”

 

*Nuran Öngören (Oktar)

**(Vasıf Öngören’in yazdığı, Türkiye’den Almanya’ya iş göçünü hazırlayan koşulları irdelediği ilk tiyatro oyunu) 

*** Güner Yüreklik

Acaba oyunda  neden bu tür tercihler yapılmış, Derlenen onca dökümana, anlatıya, tanıklığa, neden böyle bir mesafeden ve göz ucuyla bakılmış?

Sanatın, hemen her değeri avcuna alıp mıncıklama özgürlüğü gibi algılandığı bir çağdayız artık. Ama sanat, bilimler yoluyla ulaşılan gerçeklerden koptukça, geriye sadece bir ruh hali kalıyor. İzleyiciye de sanatçının psikolojik dehlizlerinde yolunu bulmak düşüyor.

Aslında genel olarak anlatmamayı- göstermemeyi- düşünmemeyi- seçmemeyi seçen işleri, anlamak- görmek- düşünmek- seçmek için didinip duruyor sanat alıcısı günümüzde.

Ama sormadan duramıyorum;

Peki ya emek, alınteri, hasret ve mücadele ile yoğrulmuş o capcanlı kadınlar, neden bu denli bunamış, karanlık, kayıp, yenik ve izole gösterilmiş bu oyunda? Tam aksine görünür olmaya ihtiyaç duyan, sonraki kuşakları deneyimleriyle büyüten, adalet ve toplumsal barış için mücadele eden feminist, sosyalist, edebiyatçı, sanatçı kadın kuşağının izleri, ısısı neden yok bu oyunda?

Sanırım nedenleri aramak isterken yine sahnelemenin merkezine alınan ana meseleye bakmalıyız; DEMANS!

Yine soralım madem; Acaba gerçekten de demans, bireylerden daha fazla, toplumların ve alkışlanan günümüz sanatının sorunu olmaya mı başladı?

Görüldüğü gibi tiyatro oyunundan yana hayal kırıklığı yaşasam da, yanlış anlaşılmasın; Berlin’de Gorki Tiyatrosu, Shermin Langhoff’un sanat yönetmenliğindeki yeni ve son sezonunu açarken,  harika bir ekiple hayata geçirilen etkinlikler bütünü, genel olarak çok ama çok etkileyici ve bence mutlaka görülmeli, konuşulmalı.

Kasım ayı sonuna dek sürecek olan sergi ve etkinlikler geniş çapta, ciddi çalışmalar sonucu hayata geçirilmiş. 16 Kasım’da, bu kapsamdaki bir söyleşiye konuşmacı olarak davetliyim ve heyecanlıyım. Tüm programa tiyatronun linkinden ulaşılabilir. https://www.gorki.de/en

Shermin Langhoff’u ve tüm ekibi, genel olarak bugünün Berlin’ini (Hatta Almanya’sını) belirleyen ve özel anlamda süregelen Türk-Alman tiyatro yaşantısının da temellerinin atıldığı bu tarihsel keside tekrar bakmamızı sağladıkları için kutluyorum.

O zorlu süreç, o “kurban” ve “kahramanlar”, o ağır yaşantıların emekçileri, o hasret, o dayanışma, o göç hafızası ve bize bırakılan o miras, anlaşılmayı ve bir saygı duruşunu hakediyor elbette.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Aslı Öngören

Yanıtla