Aramızdaki Mesafe

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Günsu Özkarar

Geçtiğimiz ay Söğütlüçeşme’nin yeni kazanımı ParibuArt’ta geçen sezondan beri merak edip, izleyemediğim “Aramızdaki Mesafe” oyununa davet edildim. Gülhan Kadim imzasını seven biri olarak aynı gece “Elma Labrador Çimen” galası ile aynı saatte yan yana salonlara düşen bu tek kişilik oyunu ilgi ile izledim. Ardından merak ettiklerimi oyunun dev kadrosunu yalnız başına üstlenen Bülent Gültekin’le konuştum. İyi okumalar…

Kaleme aldığınız oyuna “Aramızdaki Mesafe” ismini koyma sürecinizi merak ediyorum. Kiminle aramızdaki mesafe bu diyerek başlayabilir miyiz röportaja?

Bana kalırsa birçok ikililiği ve onların ilişkisini irdelemek adına koydum bu ismi. İlk elden insanın aklına iki ideolojik mahalle arasındaki mesafe geliyor. Bu oyunun kurduğu en bariz karşıtlık tabii. Ama bence oyun ben ve amca, ben ve geçmiş Bülent, mürit ve şeyh, oyuncu ve yönetmen, oyuncu ve seyirci vb. ikililikleri ve bunların arasındaki açılıp kapanan, sürekli şekil değiştiren mesafeleri mercek altına alıyor. Bazı mesafelerin zannettiğimizden daha kısa, bazılarının ise zannettiğimizden daha uzak olduğunu, bazılarıyla aramızdaki mesafeyi kapatmaya değil korumaya çalışmamız gerektiğini düşündüğüm için bu ismi koydum sanırım.

Oyun tanıtımlarda “ses tasarımlı, kendisini tek kişilik çok sesli oyun” olarak tanımlıyor. Çoksesli oyun tanımı bana çok sesliliği çağrıştırdı. Toplumsal ya da kendi içinde bir çoksesliliğin dışavurumu olabilir mi bu?

E tabii doğru bir noktaya parmak basıyorsunuz bence. Bu alt başlık sadece oyunun yoğun ses tasarımını değil her anlamda çok sesli dünyasını betimleyebilmek adına koyuldu. Birçok tasarımsal etmenin, yani, 8 hoparlörlü ses tasarımının, loop aletinin, çizgi roman sekansının, şarkıların, tirad çalışma sahnelerinin yan yana gelişi de çok seslilik hali oluşturuyor. Öte yandan otorite altında yaşama hali de, bana kalırsa, çok sesli bir hayattır. Omzunuzun üzerinde sürekli yapıp ettiğinizi kontrol eden ve ne yapmanız gerektiğini size fısıldayan bir sesle dolaşırsınız. Bu Allah ile kurulan ilişkide de ortaya çıkar yeryüzündeki bir otoriteyle de. Bu sesler bazen öylesine yükselir ki kendi sesinizi duyamayacak, kendi yolunuzu çizemeyecek hale gelebilirsiniz. Oyunun çok sesli yapısı biraz da insanın bu halini ortaya koyabilmek adına tasarlandı. Bir diğer yandan geçiş yaptığımız veya içinde bulunduğumuz bu postmodern dönem aslında parçalanmışlıkların, çoksesliliklerin dönemi. Artık modernist bir öz inancıyla ve lineer bir hayat yolu algısıyla hareket etmiyoruz. İmajların, seslerin bin bir parçaya bölündüğü bu dünyada benliklerimiz de aynı şekilde bir özden gelmiyor da karşılaşmalar aracılığıyla vuku buluyor. Her bağlamda yeniden şekilleniyoruz, her karşılaşma bizden farklı bir benlik sunumu açığa çıkarıyor. Dolayısıyla aslında hepimiz bünyemizde çok sesli bir yapı taşıyoruz gibi hissediyorum. Bu halimizi oyunun tasarımına dönüştürmeye çalıştım bana kalırsa.

Çok seslilik demişken farklı sesleri temsil etmesi bakımından ödenekli tiyatroların yanı sıra bağımsız tiyatrolara da çok ihtiyaç duyuluyor aslında. Peki bu açıdan alternatif olanın desteklenmesi ve duyulması için neler yapılmalı?

Tam hatırlamıyorum ama Semih Fırıncıoğlu bir yazısında sanatsal sıçramaları gerçekleştirenin ödeneklilerin yanı sıra bağımsız tiyatrolar olduğunu söylemişti. Ben de buna katılıyorum. Para kaygısıyla üretilen yapımcılı işlerin veya kamusal otorite kontrolü altında kalan ödenekli tiyatroların öncelikli amacı maalesef risk almak ve sanatsal bir deneme yapmak olamıyor. Bunu yapabilenler yine bizleriz; yani her türlü destekten azade olan bağımsızlar. Bu yapıların desteklenmesi için neler yapılacağı aslında çok net, belki de o yüzden lafı fazla dolandırmadan söylemek lazım: Kamusal destek. Devletin bağımsız tiyatrolar için ciddi bir politika üretmesi, yılda birkaç tiyatroya bir oyun bütçesine yaklaşamayacak yardımlar yapmaktansa sürdürülebilir bir destek politikası kurması, barlardan aldığı eğlence vergisini sahnelerden almaması gibi birçok kamusal iyileştirme ancak bizleri rahatlatabilir. Özel girişimlerle ancak bir noktaya kadar gidebiliriz. Söz gelimi Paribuart bu sene bana alan açmasaydı ben bu oyuna devam edemezdim. Ama özel girişimin akdi ne zaman dolar bu bilinmez. Ancak devletin bağımsız sanatçıları merceği altına alan ve onları destekleyecek kültür-sanat politikalarının üretmesiyle bizler ayakta kalabiliriz.

Gelelim oyunun konusuna… Hiç de kolay hazmedilemeyecek toplumsal bir konuya çok kişisel bir perspektiften yaklaşmayı nasıl başardınız? Hangi pencereden bakmak sizin bütünü görmenizi kolaylaştırdı?

Sanırım bir yazarın en gerçek noktası onun yarasından geçiyor. O yarayı gösterebilme cesareti olanlar dürüst bir sanat üretimi yapabiliyor diye düşünüyorum. Bu illa otobiyografik bir eser sunmaktan geçmez tabii ki. Herkes kendi gerçekliğini farklı bağlamlar içinde yeniden inşa edebilir. Ben de sanırım bu en gerçek noktadan yola çıktığım için hem kişisel hem toplumsal bir kanal oluşturabildim. Bana kalırsa herkes bünyesinde bir Türkiye taşıyor. Bunu görebilecek perspektife gelebildiğimizde kişisel hikayemiz bir memleket hikayesine dönüşebiliyor. Hem babamın değişimiyle beraber hayatım boyunca farklı mahallelerde bulunmam hem de lisansta sosyoloji eğitimi görmem beni komün dışı bir toplumsal bir bakış açısına sevk etti diyebilirim. Komün dışılık insana daha geniş bir perspektif kazandırıyor diye düşünüyorum. Bir mahallenin, bir grubun, bir cenahın inanç pratiklerinden yaralandıktan sonra bu yapılardan azade olup uzaklaşmak insanı konforsuz bir alana sürüklüyor gibi hissediyorum. Artık grubun oluşturduğu hakikatten uzaktasın ve sana tepside sunulan bir inanç pratiğin yok. Dolayısıyla kendi çabanla olguların hakikatiyle ilgili bir araştırmaya girmek ve her karşılaştığın şeyle vicdani bir sorgulamaya girip onun detaylarına inmek zorundasın. Saffet Murat Tura Şeyh ve Arzu kitabında mealen katı inancın vicdanın üzerine bir perde örttüğünü yazmıştı. Bu inanç değişebilir. İdeolojiden dine her şey olabilir. Eğer hayatla ilgili katı bir hakikat inancını benimsemişsen karşılaştığın her olayda vicdani bir sorgulamaya girmezsin çünkü zaten doğrunun kesinkes ne olduğu sana öğretilmiştir. Şüphe ve muğlaklık vicdanı ve dolayısıyla sorgulamayı gerektirir. Komün dışı olmak da bunun yolunu açıyor sanırım.

Bir de işin seyirci kısmı var tabii. Bir çok yere de turne yapıyorsunuz. Genel olarak geri dönüşler nasıl oluyor? Unutamadığınız bir tepki yaşadınız mı?

Turne yapabilmeye bu sene başladık tabii. Takdir edersiniz ki sekiz hoparlörle gezmek pek mümkün değil. Dolayısıyla ancak bize bu imkânı sağlayabilen festivallere katılabildik. O yüzden Kentfest ve Kaş Tiyatro Günleri’ne bizi davet ettikleri için teşekkür ediyorum. Hem turnelerde hem de İstanbul’daki oyunlarda hep güzel şeyler duydum. Özellikle Kaş’ta oyunu oynadıktan sonra Kaş’ın yerlilerinin beni yolda durdurup övmesi, bir teyzenin masama oturup oyuna olan beğenilerini sunması çok değerliydi. Oyunun sarsıcı bir etkisi olduğunu ben uzun süre anlayamadım. Dolayısıyla çıkışta salondan kaçarak uzaklaşan insanların çoğu kez oyundan nefret ettiğini düşündüm. Birkaç defa seyircilerimizden salondan kaçarak uzaklaştığını ama oyunu çok beğendiğini belirten mesajlar alınca durumu anladım. Herhalde en unutamadığım tepki de buydu.

Oyunun da bir yerinde bahsettiğiniz üzere tiyatro seni bambaşka bir hikayeye yönlendiriyor ilk gençliğinde… Peki tiyatroyu hala bir şifa alanı olarak görüp, heyecanla yaklaşabiliyor musunuz?

Tiyatro benim için lisede bir nefes alma alanı olarak var oldu. O zamandan beri de kendimi hep orayla tanımladım. Onun peşinden koştum ve bir an olsun başka mesleğe elimi dahi sürmedim. Yönelmeyi bile düşünmedim. Oyunda bahsi geçen olaydan sonra tabii ki tiyatronun anlamı benim için parçalandı ve travmatik bir yere sabitlendi. Artık onunla ilgilenmek kendimin o versiyonunu hatırlamak ve bütün olayları yaşamak anlamına geliyordu. Bir süre elimi ayağımı çekmemin sebebi de buydu sanırım. Ama ne olursa olsun orası hala benim nefes alanım. Ve bunu birkaç failin eline bırakıp gitmektense geri dönüp o alana sahip çıkmayı, alanı bu tip pratiklerden ve şiddetlerden temizlemeyi ve alanın anlamını yapısökümüne uğratıp yeniden kurmayı daha kuvvetli buluyorum. Dolayısıyla evet, tiyatro ben ona sahip çıktığım ve uğruna çalıştığım sürece hâlâ bir şifa alanı.

İnsan iki yıl sürdüğünü söylediğiniz yazma sürecinizi de merak etmiyor değil tabii… Neler oldu o dönem?

Hatta günlüğü bulmamdan oyunun çıkmasına geçen süre üç yıl. Sanırım 2 yılı biraz daha aktif bir çalışmaydı. Bu normal bir süre mi bilmiyorum tabi, benim de ilk oyunum sonuçta. Sanırım otobiyografik oyun yazmanın handikaplarından dolayı süre bu kadar uzadı. Çünkü oturup hayatımı yazmaya giriştiğimde hayatımı çok da hatırlamadığımı fark ettim. Dolayısıyla önce Esra Yıldırım’ın kolaylaştırıcılığında Rehberli Otobiyografi sistemiyle hayat hikayemi çıkardım. Neredeyse 80 sayfalık Bülent Gültekin tarihi açığa çıktı. Bu aşamadan sonra oradan oyuna geçecek anıları süzüp kurgulama işi vardı. Bir yandan da amcanın hikayesini baştan sona bir yapıya oturtmam gerekiyordu. Aynı anda iki Bülent kurguluyordum yani. Her ne kadar benim hayatım olsa da anılar sahne çıktığı andan itibaren kurgusal bir bütünlüğe hizmet etmek zorundadır. Aslında otobiyografi kendinizi sahnede belgelemek değil yeniden inşa etmektir. Ve bu inşa etme eylemi de hiç kolay geçmiyor aslında. Defalarca yazdığım sahnelerden sonra durup birkaç ay es verdiğim olmuştur. Çünkü kâğıda dökülen Bülent ile karşılaşıp “Ben gerçekten bunları mı yaşamışım?” dediğim çok oldu. Bir yandan da farklı bir tek kişilik oyun yapısı deniyordum. Ve bu yapının çok iyi işlemesi gerekiyordu. Bu sebeple yapının matematiğini oturtmakla ve onu sürekli test etmekle zaman geçirdim. Bütün bunların yanında yapmam gereken tarikat okumaları, tarihsel araştırmalar ve benim oluşturacağım tarikatların yapıları vardı. Farklı farklı dinlerin söylemleriyle oluşturduğum tarikatların arka plan çalışmaları da hayli vakit aldı sanırım. Provalara bir sene kala metin açığa çıkmıştı. O andan prova dönemine kadar olan süre başta Oğuz Arıcı ve Barış Arman olmak üzere çeşitli insanlardan geri dönüş almakla ve oyunun hem metin hem reji tasarımı üzerine çalışmakla geçti.

Oyun çıktı ve seyirci ile buluştu, dışarıdan baktığınızda türünü nasıl tanımlarsınız? Politik bir oyun diyebilir miyiz rahatlıkla?

Türünü tanımlayamıyorum vallahi. Ne desem öbürü eksik kalır gibi. Politik diyebiliriz kesinlikle. Bana neden tutuklanmadığımı soruyorlar sürekli. O yüzden politiktir herhalde diye düşünüyorum. Uyumsuzlukların yan yana gelişi bu oyun bana kalırsa. Türünü de kendi belirliyor o yüzden.

Son olarak da Başıbozuk Tiyatro oluşumu ile ilgili bizi bilgilendirir misiniz? Aramızdaki Mesafe nerelerde ve ne zaman oynayacak? Nereden takip edebiliriz?

Başıbozuk Tiyatro benim bu oyunu çıkarmak için koyduğum bir isimden ibaret şu an. Bir oluşumdan ziyade bir eskiz gibi. Umarım bir gün kuvvetli bir oluşuma döner de onun çatısı altında başları bozup, formları alt üst edip yeni deneyler yapabiliriz. Aramızdaki Mesafe bu sezon boyunca Paribuart sahnesinde olacak. İzlemek isteyen seyircilerimi bizi bu sahneden takip edebilirler.

Bu keyifli röportaj için teşekkürler!

 

 

 

 

 

 

 

 

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Günsu Özkarar

Yanıtla