İrem Erdoğan
Kadının dokuz nefsi bir aklı, erkeğin dokuz aklı bir nefsi vardır. Kadın bir aklıyla dokuz nefsine sahip çıkarken, erkek dokuz aklıyla bir nefsine sahip çıkamaz. (Hz. Ali)
İzmir Devlet Tiyatrosu Sibel Erdenk’in rejisiyle sergilenen Arzunun Onda Dokuzu oyunu sezona damgasını vurarak “İzmir’de tiyatro var” dedirtmeyi başardı.
Oyunda karşımıza çıkan her kadın, yaşadığı olanca zorluğa ve işkenceye rağmen cesur kişiler olarak görülüyor. Oyunun yazarı Heather Raffo, kadınları yerel tonunda tutmak için Arapça ifadeler, deyimler kullanmış, böylece karakterlerin kültürel kimliklerini oyun boyunca belirgin kılmış. Adının bir yansıması olarak oyunda dokuz karakter var: Mullaya, Layal, Amal, Huda, Doktor, Iraklı Kız, Umm Ghada, Amerikalı ve Nanna. Oyun, Mullaya’nın felaketlere ağıtı ile başlıyor. Sibel Erdenk bir Mulaya’yı yedi kadın ile çoğaltıp acıları, tarihin ağırlığını simgeleyen bir koro yaratmış. Mulayalar, içi ölülerin ayakkabılarıyla dolu çuvalları getirip nehre döküyorlar. Tarihin, Cengiz Han’ın yıkımıyla kaderlerini nasıl şekillendirdiğini vurgulayarak:
”Cengiz Han’ın torunu, Bağdat’taki tüm kitapları yaktığında, nehir mürekkeple simsiyah aktı. Bu nehir şimdi ne renk? Eski ayakkabıların renginde. Mesafelerin renginde yırtık ve yıpranmış tabanların renginde, bu nehir yıpranmış tabanların renginde.”
Bu satırlar, ataerkil kökleri ve bu köklerin kültürel mirasa verdiği zararı ortaya koymakla kalmıyor, oyuna güçlü ve etkili bir açılış da sağlıyor. Sibel Erdenk, oyunun devamında da bu cesareti hem rejide hem de dokuz karakterin hikâyesinde ustaca göstermeyi başarıyor.
Dokuz kadın izliyoruz... Layal, kaçmak yerine ülkesini savunan bir direnişin sembolü olarak karşımıza çıkarken, Amal hayatında aidiyet ve yuva duygusuyla ilgili çelişkiler yaşıyor. Huda Saddam’ı ve hükümetini eleştiriyor. Doktor, tarihin acımasız baskısını tıbbi referanslarla açıklarken Iraklı Kız, bu karanlık tarihin altında eziliyor. Umm Ghada’ tüm zorluklara rağmen umudunu koruyor. Nanna ise eşya satan yaşlı bir kadın olarak karşımıza çıkıyor. Tüm kayıplar ve ölümlerin acısını turistik bir gezi gibi görmeye gelenlere “kültürel kalıntılar”, “hatıra eşyalar” satmaya çalışıyor: yaşamak için… Amerikalı, Irak’taki tüm felaketleri televizyon aracılığıyla izliyor, Irak’taki akrabaları dolayısıyla savaşı uzaktan izlemenin çaresizliğini, vicdan azabını yaşıyor.
Bu dokuz kadın sadece savaşın değil ataerkil sistemin içinde doğup büyümeleriyle de ortak özellikler gösteriyorlar. Ataerkil sistem bu kadınlar için evde başlayan, okul yıllarında devam eden dev engeller. Henüz çocukken ayrımcı toplumu öğrenmişler, evden çıkmak için erkeğe ihtiyaç duymuşlar. Oyundaki her kadın güçlü, ama travmatik bir kimliğe de sahip. Kadınlar hem erkeklere hem de yıkım ve savaşa karşı özgürlük ve kurtuluşu arıyorlar.
Raffo’nun hayatı için bir dönüm noktası olan Bağdat’taki Saddam Sanat Merkezi, Sibel Erdenk’in rejisiyle gözümüzde canlanıyor. Seyirci, Iraklı kadınların zorlu anlarını dinlemiyor, adeta birer şahit olarak defteri imzalıyor. Yazar ve yönetmenin ortak noktası ise dillerinin çok sert olması. Raffo, Irak hükümetini sertçe eleştirirken, Sibel Erdenk bugünün toplumunu ve savaşa sessiz kalan sistemi eleştirmekten geri kalmıyor.
Oyunun ilk sahnesinde cesurca atılan adımlar oyunun son anına kadar devam ediyor. Ortadoğu kültüründe birine ayakkabı fırlatmak ve ayakkabının altını göstermek en büyük aşağılama ve nefret ifadesi… Reji, bu örnek gibi oyunun geneline işlenmiş pek çok ayrıntıyla, kadınlarının gücünü temsil eden anlarla yüklü… Oyundaki mapping kullanımı, mekân kurulumuna ve dönüşümüne yardımcı olmuş; dekor tasarımını yapan Mehmet Ali Zeren’i tebrik ederim. Oyun boyunca metnin ve anın ritmine göre değişen başarılı müzik kullanımı da etkiyi arttırıyor; hepsi atmosfer ve duygu değişimine zemin oluşturuyor. Kostümler ustaca düşünülmüş, bu nedenle Medina Yavuz Almaç’ı da tebrik etmeli.
Birden fazla karakteri canlandıran, kimi zaman çaresizliği son ana kadar hissettirip sonrasında umudu bize aşılamayı başaran, yeri geldiğinde bir çocuğun gözünden bakarken diğer yandan bir savaş alanında âşık olmanın nasıl bir his olduğunu anlatan, ilk andan son ana kadar bizi oyuna bağlayan Canan Erener’i, Menekşe Özyiğit’i, Ayşe Neşe Arat’ı, Betül Işık’ı, Fatma Ayçin Güvercin’i, Gülben Başer’i, İpek Sonal’ı, Müge Uyan Yeşilpınar’ı, Neslihan Serra Ayer’i, Bahar Gönül’ü, Selvi Çerezcioğlu’nu ve Şükran Keçeci’yi, tüm kadın oyuncuları tebrik ediyorum.

Peki, bu oyunu neden bugün izliyoruz?
Bir gün elektrikler gider ve jenaratör çalışmaz. Ya biz de bir askere el salladığımız için okula gidemezsek? 2003 yılında yazılmış olan bu oyunun hâlâ güncelliğini koruması öfke uyandırıyor insanda! Hepimiz sevme, sevilme, insanca yaşama, yeterli ve kaliteli eğitim alma, istediğimiz gibi sanat yapma ve kendini gerçekleştiren birer birey olma arzularını taşıyoruz; hepimizin bu arzuları gerçekleştirmek için bir mücadelesi var.
Peki, bu mücadelede kim galip geliyor? Kazanan kim?
Oyunda söylendiği gibi “herkesin ailesinde bir kanser hastası var. Peki, bunu kim durdurabiliyor? Uranyum zehri her yerde. Fark etmezdiniz mi çevreye bir şeyler oluyor? Ülkenin kapısı ardına kadar açık. Gelmek isteyen geliyor ama içerde olan dışarıya çıkamıyor”. Tek fark: Dışarıda bombalar patlamıyor. Savaş insanın yüreğini parçalıyorken biz ne yapıyoruz? Peki, bunu kim temizleyebilir?
Seyirci koltuklarında isimleri, yaşları, cinsiyetleri olmayan insanlar olarak hepimizin ortak noktası bu sorulardı. Bu yüzden bu oyunu bugün izlemeye ihtiyacımız var! Düşünmeye, öfkelenmeye, kendimiz ve herkes için itiraz etme gücü bulmaya ihtiyacımız var! Çünkü yarın bu soruları düşünmek için geç olabilir. Ve evet, oyunda söylendiği gibi, sevgi ile yola çıkmalı, destek ve birbirimize inanarak: “sizi seviyorum kız kardeşlerim.”
Kadınların yan yana durup, omuz omuza verdiklerinde çok güzel ve güçlü işlerin ortaya çıkacağını gösteren Sibel Erdenk’in emeklerine sağlık. İçtenlikle tebrik ediyorum.
Bu emek dolu işi çıkartırken, koşturan, yorulan, sahne arkasında çalışan tüm tiyatro emekçilerine de böyle bir oyunu bize ulaştırdıkları için teşekkür ederim.
