Multimedya Müzik Tiyatrosu: Autopsy

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Günsu Özkarar

Bu sezon yine yeni oyunlar karşıladı tiyatro seyircisini… Tam sezon ortasına doğru hazırlık yaparken de Autopsy’nin sesi duyuldu. Özgün ruhu ve çarpıcılığı ile yeni sezonu yakaladı. Yönetmeni Güneş Bozkır’la süreci konuştuk.

Her şeyden önce OzaMultimedya Müzik Tiyatrosu: Autopsyn Ömer Akgül’ le bu metnin başına nasıl oturduğunuzu, fikre dair ilk tohumun nasıl atıldığını bilmek isterim…

Aslında Autopsy metin üzerine kurulan bir fikir ile başlamadı. Fikir çok yakın bir arkadaşımla saatler süren bir dert dinleme günü sonrasında yolda yürürken aklıma geldi.

Sıkışmışlık hissini, onun içinde bulunduğu durumu analiz ederken bir tür depresyonun otopsisini yapar gibi hissettim. Bu da aklıma Autopsy fikrini getirdi. Benim kafamda sadece birtakım imgeler vardı, bu imgeleri Ozan ile paylaştım ben zaten heyecanlıydım o da bu heyecana ortak oldu ve biz günler süren konuşma sürecimize başladık. Ozan’da ben de imgeler üzerinden üretiyoruz en temelde bu nedenle imgelerin bizi götürdükleri alanlara izin verdik. Bazı imgeler bizi birtakım metinlere de götürdü. Bu noktada da metinler üzerine konuşmaya taslaklar hazırlamaya başladık. Metin işin içine oldukça sonra eklendi.

Aslında bir müzisyen olmana rağmen tiyatroda yönetmen koltuğunda olmak nasıl bir alan açtı?

Bunu genel anlamda müzisyenlikten ziyade branşım olan bestecilik üzerinden açıklamam daha iyi olur sanırım. Kendimi hala besteci olarak tanıtmaktan hoşlanıyorum çünkü yönetmenlik ile hem oldukça benzer hem de birbirini besleyebilen iki pratik. Pek büyük bir fark hissetmediğimi söyleyebilirim çünkü bestelemek, yaratmak, yazmak, yönetmek veya konsepti gerçekleştirmek yüksek oranda zamanı organize etmek demek. Ben genellikle besteci olarak üretimlerimde de birden fazla aracı bir arada kullanıyorum ve hepsini notasyona döküyorum – ışık, ses, video, hareket vb. – dolayısıyla aracın ne olduğu benim için hiçbir şey değiştirmiyor. Uzun zamandır da tiyatrolara ses tasarımı ve bestecilik yapıyorum, dolayısıyla genel dramaturji ve ses dramaturjisi üzerine de uzun zamandır çalışıyorum. Bu birikimi de kullanmak istedim. Tabii biz dünya genelinde özellikle okullu olmadığı zaman dışarıdan birinin kendi alanımıza girmesinden rahatsızlık duyuyoruz, bunun şaşkınlıklarını yaşayanlar veya ‘nereden esti?’ diyenler ile karşılaştım. Onlara da az önce söylediklerimi söyledim. Tarihe baktığımızda da gördüğümüz bir şey bu. Bugün tiyatrolarda, performanslarda ve gösterilerde kullanılan modern ışık bir besteci olan Richard Wagner’in operalarında radikal deneyler yapması ve sese, müziğe baktığı gibi ışığa bakabilmesi sayesinde var oldu. Bana açtığı en büyük alan ise üretimde hissettiğim yalnızlık hissinin ve tek başına karar almanın ağırlığından kurtulmak oldu. Bestecilik genellikle tek başına, izole bir halde günlerce süren nota yazım süreçlerinden ibaret oluyor. Hatta bu süreçlerde herhangi bir sineğe bile tahammülüm olamıyor. Ancak sahne işi üretmenin, bir işi yönetmenin uzun süren kolektif çalışmalar ve kolektif kararlar zincirini oluşturması her gün kendi başına karar almaya alışmış biri olarak kararların başkaları tarafından değerlendirilmeye açılması benim için oldukça keyifli bir alan yarattı.

Multimedya müzik tiyatrosu olarak adlandırılıyor Autopsy, türdaşlarını Türkiye’de görmedik sanki. Özgünlüğünü neye borçlu?

Bunu maalesef övünerek değil bir buruklukla söylüyorum, Türkiye’de türdaşlarını görmedik evet, bunun birkaç sebebi var aslında: Biri müzik tiyatrosu besteciler tarafından üretilen bir tür. Türkiye’de ise besteciler sahne işlerine oldukça uzak konumdalar. Birden fazla disiplinin bir arada kullanımı pek fazla görülmüyor. Aslında bu alanda bu işin temeli opera ve baleye dayanıyor tabii ki. Ancak opera ve balede Puccini, Verdi, Mozart, Orff gibi bestecilerin işlerinden yeni dönem – 20-21. Yüzyıl – işlerine pek yer bulamıyoruz. Müzik tiyatrosu da daha yakın döneme ait bir biçim dolayısıyla hala gelişimi sürüyor. Autopsy bu bağlamda evet

Türkiye’de yeni ancak dünya genelinde yeni bir tür değil. Özgünlüğünü de ifade özgürlüğüne borçlu olduğunu düşünüyorum. Gelen yorumlardan bir tanesini okumuştum ‘yönetmenin egosunun bir otopsisi mi?’ gibi bir soru vardı. Aslında bu sorunun cevabı her zaman evettir.

Her zaman üretenin egosunu görürüz, tabii farklı biçimlerde. İşin içinde olduğu gibi örnek vereyim; Ego, Yunanca ‘ben’ demektir. Ben’i oluşturan her şeyin, insanın kendine özgü ruhsal ve bedensel bütünlüğünün, zihinsel algılanışının genel ve soyut adıdır. Ben üretimlerimde özgürce kafamdakini yapmaktan, egomu bu bağlamda bütünüyle ortaya koymaktan çekinmiyorum, sonucun kötü olduğu zamanlar da oluyor iyi zamanlar da… Ancak hala birtakım şeyleri öğrendiğim ve hep de böyle olacağıma emin olduğum için pratik etmeden, sonuçlarını görmeden öğrenebileceğimi de düşünmüyorum. Dolayısıyla ekibimle de hep bu çatı altında konuştum. Her yaratıcı performansçı, reji ekibinin parçası olan her tasarımcı kendi özgünlükleri ile işi ele aldılar, sanatsal ifadelerini özgürce dile getirdiler. Uzun tartışmalar ile bunları ortak bir dile oturttuk tabii ki.

Eğitim geçmişinin yenilikçi bakışına etkisi var mı?

Olmaz mı?! Liseden beri müzik okuyorum. Üniversite de bestecilik bölümüne girdim ve iki ayrı okula gittim ikisi de konservatuvardı. Buralarda üretimlerimi istediğim alanlarda gerçekleştiremedim. Sonrasında Bilgi Üniversitesi Müzik bölümüne girdim ve burayı bitirdim. Toplamda 10 yıl süren bir lisans maceram var yani. Bilgi bu anlamda benim için büyük bir şanstı. Hem felsefi anlamda üretimi ele aldığımız hem tekniği detaylı öğrendiğimiz hem de üretimlerimize oldukça geniş bakılan ve farklı disiplinlerle bir arada olabilmemizi sağlayan süreçler geçirdik. Bu anlamda özellikle Sumru Ağıryürüyen, Enis Gümüş ve Tolga Tüzün’ün eğitimleri beni bambaşka bir evrenle tanıştırdı. Her anlamda da oldukça destekleyiciydiler. Burada öğrendiklerimizle dünyanın herhangi bir yerine gittiğimizde geri kalmış hissetmedik neyse ki…

Peki gelen tepkiler nasıl? Türkiye’deki seyirci yeni türlere, yeni metinlere hazır mı artık yoksa hala belli bir kitleye mi hitap ediyor?

Tepkiler değişiklik gösteriyor tabii ki. Seveni de var nefret edeni de. Hazır bu konu açılmışken deneysel, post-modern gibi kavramların genelde pek kendine yer bulamamasını konuşmakta fayda var sanırım. Beğeni bireye özgün bir şeydir tabii ki bunlara bir şey diyemeyiz ancak seyirci olarak genelde anlam üzerinden değerlendiriyoruz beğeniyi, hala haz ve deneyim gibi terimlere oldukça uzak bir yerdeyiz. Burada seyirciyi suçlayamayız.

Dünya genelinde her sektörde olduğu gibi kolay anlaşılma, kolay tüketilme üzerine kurulan bir sistem var sanat sektöründe de. Her şeyi anlamak zorunda, kolayca kavramak zorunda değiliz. Bazen deneyimin kendisi hızlıca gelen bir anlamdan daha büyük tecrübeler sunabilir.

Bir işi izledikten günler, aylar sonra bizde bıraktığı izleri günlük hayatta karşılaştığımız olaylarla bağdaştırabiliriz. Seyirci hiçbir zaman böyle bir şeye kendi kendine hazır olamaz, seyirci tıpkı üreten gibi eğitilebilir bir konumdadır. Biz bu tür işleri belli başlı bireysel, akademik vs. eğitimlerden sonra yapabiliyor hale geliyoruz sonuçta ve üretenler olarak da seyirci konumumuzu hala koruyoruz, seyirciden de kendi kendilerine bunu yapabilmelerini beklemek haksızlık olur diye düşünüyorum. Biz üretilen komedilerde, ‘modern sanat’ ile dalga geçen işler izliyoruz. Seyirci bunlarla birlikte gelişiyor. Seyirci bir komedi dizisinde beyaz bir kanvasa kırmızı nokta konulmuş bir tabloyla dalga geçildiğini gören seyirci aynı zamanda… Performans için de belli sahne örneklerini verebiliriz. Böyle aşağılamalar olduğu sürece tabii ki bir önyargı ile karşılaşacağız. Üretenler olarak bizim görevimiz de bu dogmaların ötesine geçmeleri için seyirciye beğenilerinin kararlarını kendi tecrübeleri üzerinden verebilecekleri alanlar açmak. Bizim bunu gerçekleştirebilmemiz içinde sahnelerin bizlere bu alanları açması gerekir. Yeni olan ürkütücüdür sonuçta, Lumière kardeşlerin 1800’lerin sonunda ilk sinema deneyimini yaşattıkları Bir Trenin La Ciotat Garına Varışı filminin gösteriminde tren üstlerine geliyor diye korkudan salondan kaçan seyirci nesiller sonra evlerinde büyüklü küçüklü ekranlardan her akşam dizi-film izliyor.

Ekip seçimine de değinmek isterim. Salih Usta alanda bilinen bir isim ve Echoes Sahne’nin diğer işlerinde de var. Asıl merak ettiğim oyuncuların nasıl seçildiği konusu.

Salih ile aslında Gökçe Uygun’un konseptini oluşturduğu ve yönettiği Endophasia sürecinde tanıştık, sonra ben Khora’ya dahil oldum. Khora ekibi ile tanıştık ve bu süreçlerde reji ekibi olarak üretme fikri gelmeye başladı aklımıza. Echoes Sahne, Gökhan Civan ile de Khora sayesinde tanışmıştık ve ben Autopsy fikri ile ona gittiğimde o da çok beğendi ve yapımcı olarak çalışmaya başladık. Gökçe ile NodDuo olarak 5 yıldır işler üretiyoruz zaten. Uzun zamandır performansçı olarak onunla çalışmak da istiyordum. Ufuk ile daha önce onun bir işinin müziklerini yazarak tanışmıştım. Gizem’i de birçok işini izlediğim için biliyordum. Açıkçası üçü de tiyatrocu-oyuncu değil. Daha beden ve performans odaklı bir iş olduğu için üçüyle çalışmak istedim. Hepsinin kendine özgü oldukça kuvvetli tarafları var ve bu tarafların işin içinde oldukça önemli yeri olduğunu söyleyebilirim. Tam olarak bunlar sebebiyle bu performansçılar ile çalışmak istedim. Ekip seçiminde en önemli şeylerden biri de birlikte keyif alarak bu süreci geçirmek ve az önce de bahsettiğim her tasarımcının özgün yanlarıyla öne çıkması oldu.

Oyun takviminden kısaca bahsedebilir miyiz? Nerelerde izleyeceğiz?

Şimdilik ParibuArt’ta 23 Aralık ve 8 Ocak görünüyor. Devamını sosyal medya hesaplarımızdan Echoes Sahne ve autopsy tiyatro üzerinden takip edebilir izleyicilerimiz.

Ses tasarımını ve müziğini üstlendiğin Eşik oyunu da prömiyerini yaptı. Bir oyunu okuduğunda ya da dinlediğinde onun müzik tasarımına dair dünyayı nasıl hayal ediyor ve biçimlendirmek için nasıl bir çalışma gerçekleştiriyorsun?

Evet. Eşik yakın zamanda prömiyerini gerçekleştirdi. Autopsy ile benzer zamanlarda çıktığı için bir süre provalara katılamadım ben. Ancak Autopsy’nin prömiyerinden bir gün sonra hemen provalara dahil oldum. Böyle çalıştığım projelerde genelde önce metin varsa onu okumak, kendimce notlar çıkarmak, daha sonra yönetmenin yaratmak istediği evreni anlamak ve kendi dilimle kesiştiği alanları bulup bunları gerçekleştirmek üzerinden gidiyorum. Mümkün olduğunca bütün provalara da gitmeye çalışıyorum. Az önce de bahsettiğim ses dramaturjisi kavramına müzik veya ses tasarımı kullanılan bütün oyunlar için dikkatle odaklanmak gerekiyor çünkü. Bu da bu tasarımı yapan insanın görevidir. Reji ekibinin bütün yaratıcıları için aynı şeyi düşünüyorum. Bu minvalde tasarım evde çalışma ile devam ettiği için genellikle provalarda not alır, prova çıkışı eve gelir ve notlar üzerinden denemeler gerçekleştiririm.

Unutamadığın oyun müzikleri ya da ilham aldığın besteciler var mı?

İlham aldığım besteci iş sayısı o kadar çok ki nereden başlasam eksik hissedeceğim. Pink Floyd’dan King Crimson’a, György Ligeti’den İlhan Mimaroğlu’na… Ancak en başta bana bu üretim pratiğini tanımamı sağlayan iki isimden bahsedebilirim. Bunlardan biri Alexander Schubert’dir. Kendisi yeni medya araçları ile müzik tiyatrosu üreten birisi, işlerinin içeriği genellikle post-human konsepti üzerinden oluşuyor. Konsept olarak çok sevebildiğimi söyleyemem ancak müzik-ses-sahne-ışık ve video kullanımı anlamında bana oldukça fazla şey öğretmiştir. Bir diğer isim ise Pierre Jodlowski, hem müzikal hem sanatsal dilimi ona borçlu olduğumu söyleyebilirim. Pierre’in işleri benim için hep esin kaynağı olmuştur.

Göstergebilim ve müzisyeni fiziksel performans potansiyeli ile kullanma anlamında bana çok şey katmıştır. Kendisiyle çalışma fırsatı da bulduğum için çok mutluyum. Bu besteciler dışında sahne işi olarak da beni çok etkileyen iki isim Romeo Castellucci ve Dimitris Papaioannou’dur. Sahneyi sadece seyirci için kurgulamakla kalmayıp performansçılarına kendi sınırlarını keşfedebilecekleri alanlar açmak, politik göndermeleri ne kadar akıllıca yapabileceğine dair fikir edinmek açısından bu isimler bana hep yol gösterici oldular ve olmaya devam ediyorlar.

Bu keyifli sohbet için teşekkürler!

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Günsu Özkarar

Yanıtla