Şıngır Hüngür Beyoğlu

Pinterest LinkedIn Tumblr +

İsmail Yavuztekin

“Ali Poyrazoğlu’ndan genel istek, ısrar ve tehditler üzerine” bir usta işi

Şıngır Şıngır Beyoğlu, Ali Poyrazoğlu’nun 2021 yılında Beyoğlu Kültür Yolu Festivali için yazıp prömiyerini de aynı festival içinde yaptığı tek kişilik oyun.

Aynı dönemde Hıncal Uluç’un oyunla ilgili köşe yazısında belirttiğine göre Poyrazoğlu bu oyunu, Kültür Bakanı’nın bizzat talebi ve ricasıyla yazmış. Oyun başarılı olunca, Poyrazoğlu’nun deyimiyle “genel istek, ısrar ve tehditler üzerinefestivalden sonra da sahnelenmeye devam etmiş Şıngır Şıngır Beyoğlu!

İzmir’deki son gösterilerden birine yetişebildim. İstek, ısrar ve tehdit devam ettiği için İzmir’den sonra Antalya, Bursa, Eskişehir gibi farklı illerde de Beyoğlu’nun şıngırtısı duyulmaya devam edecekmiş. Meraklısına duyurulur.

Salona girerken şıkır şıkır bir sahne, kıkır kıkır bir gösteriden sonra ağzım kulaklarımda çıkacağımı umuyordum. Gözlerimdeki nem, yüreğimdeki burukluk hesapta yoktu. Bir de kulağımda ustanın oyun boyunca yerli yerince tekrar ettiği perde şıngırtısı…

Bu gösteriyi nasıl tanımlamalı? Oyun, birbiriyle az ya da çok bağlantılı birçok öyküden oluşmuş. Poyrazoğlu yılların tecrübesi, birikimi ve demlenmiş ustalığıyla hemen her türün kâsesinden birer parmak bal çaldı seyircinin ağzına.

Sahnede sadece bir kanepe, bir koltuk iki puf ve bir askılık ye alıyor. Koltukların üzerine yayılmış parlak kumaştan, rengarenk motifler işlenmiş örtüler göz okşayıcı. Usta, sahneye çıktıktan sonra yavaş yavaş varlığını unutturan dekor, oyun süresince çok az kullanılıyor; belli ki sadece bir fon olarak düşünülmüş.

Usta, sırtında sırt çantası, başında siperliği ensede bir kep, gündelik giysiler içinde çıktı sahneye. Uzunca denebilecek bir yolculukta damıttığı anılarla doldurduğu çantasını çıkarıp attı koltuğa.

Hemen ön sıralardan bir seyirci belirleyip onunla “uğraşmaya” başladı. Bu “sataşmanın” kıvamı, inceliği ve özgünlüğü görülmeye değer. Bugünlerin stand-up gösterilerindeki seyirci atışmaları için bir ders, bir ayar gibi.

Yaşı ilerlemiş, gövdesi küçülmüş, sesi güçsüzleşmiş ama enerjisi hiç azalmamış. Salonu ve sahneyi tek başına doldurdu. Salonun havasını koklaması, seyirciyle kurduğu diyalog, sahne ve salonu kullanırken zamanlaması hayranlık uyandırıcıydı. Yumuşacık bir geçişle gösteriyi meddaha eviriverdi.

“Tiyatro” anlattı. Tiyatronun ne olduğunu, Türk tiyatrosunun kısa tarihini, ölümsüz ustaları birer birer anarak verdi sıra dışı dersini. Seyircinin çoğunluğu, Poyrazoğlu’nun sözünü ettiği ustaların çoğunun sadece adını duymuş; sahnede ya da perdede seyretmişliği yok. Fakat Poyrazoğlu o kadar içten anlatıyor ve duygularını o kadar içten yaşıyordu ki artık bu noktada oyun, oyunluktan çıkıp bir nevi maziyle hasret gidermeye dönüyordu.

Usta, ustalarını büyük bir ustalıkla anlatırken birden hatırladım: Ben bu oyuna gülmeye gelmiştim. Öyleyse gözlüklerim neden buğulandı? Soruma yanıt ararken usta birden dümeni kırıverdi, kahkahaya doğru. Yine seyirciyle uğraşarak, salonun bir kısmıyla diğer kısmını alkış rekabetine sokarak bir anda havayı değiştiriverdi.

Kimlerden söz etmedi ki… Muhsin Ertuğrul’dan Kenterler’e, Ulvi Uraz’dan Adile Naşit’e, Gönül Ülkü, Gazanfer Özcan, Savaş Dinçel, Bülent Kayabaş, Ayşen Gruda, Rasim Öztekin, Ferhan Şensoy, Aziz Nesin, Vitali Hakko ve nicelerine alkışlar gönderdi salondan.  Alkışların bir kısmını da sırt çantasına doldurdu. Her gösteride alkış toplayıp çantasında saklıyormuş. Yukarı giderken, götürmek üzere. Çantasından çıkardığı anıları seyircisine ikram ederken açılan boşluğa da alkış doldurarak yolculuğuna devam ediyordu usta.

Yıldız Hanım’ın yaptığı mülakat sınavıyla girmiş, konservatuvara. Hem de salya sümük bir inatla. Sonra, aynı sahneyi paylaşmışlar. Kendi tiyatrosunu kurunca da tatlı bir rekabete girişmişler. İlk baş rolünü Ulvi Uraz vermiş. Yıllar sonra da o, ustasına son borç parasını vermiş. Maddi açıdan zor günler geçiren Ulvi Uraz, darboğazdan kurtulmak için Anadolu’ya bir turne düzenlemek için Poyrazoğlu’ndan “borç” istemiş. Poyrazoğlu o anda tiyatronun kasasında ne kadar para varsa hepsini vermiş ustasına. Daha o gecenin sabahında Uraz’ın ölüm haberini almış. Birkaç ay sonra piyanist olan eşi Suzan Hanım, kuyruklu piyanosunu satıp Uraz’ın tüm borçlarını ödemiş. Tabi, itiraz kabul etmeden, Poyrazoğlu’nun parasını da…

Bu anıyı hüngür hüngür anlatırken salonun dört bir yanından hıçkırıklar yükseliyordu. Daha demin kahkaha atan insanlar, şimdi hiç tanımadıkları insanların yarım asırlık anılarına göz yaşı döküyorlardı. Ne ustanın büyük oyunculuğundaydı sihir ne de hikâyenin eşsizliğinde. Sihir, içtenlikteydi. Bana öyle geldi ki; hesapsız kitapsız, metinsiz kurgusuz, tığ-ı teber şahı merdan sahneye atılırken güvendiği şey ne ustalığı ne şöhreti ne de birikimiydi. Sadece anlattıklarına ve dinlettiklerine karşı içtenliğiydi.

Kendi söylemiyle “yukarıdakileri” anlatırken henüz aşağıda bulunanları da unutmadı usta. Müjdat Gezen ve Savaş Dinçel’le bir kahvehanenin soğuk ve rutubetli atıl salonunda kurdukları ilk tiyatroyu, Sezen Aksu’yla teklifsiz komşuluğunu ve daha nice paha biçilmez anıları kâh güldürüp kâh hüzünlendirerek anlattı, durdu.

Gülmek için geldiğimiz gösteride buğulanan gözlerimizi kırpıştırırken usta birden dümeni kırıverdi, kahkahaya doğru. Yine seyirciyle uğraşarak, salonun bir kısmıyla diğer kısmını alkış rekabetine sokarak bir anda havayı değiştiriverdi.

Büyük risk alarak açtığı kabarede sahneye çıkardığı ve bilerek çıkarmadığı ünlülerin ardı arkası gelmedi. Seyfi Dursunoğlu ve Zeki Müren’i gösterinin sonlarına bırakmıştı. Özellikle Zeki Müren’in kendi kabaresinde ve seyirci olarak sadece kendisini ve Müjdat Gezen’i kabul ettiği gece, sahneye son kez çıkışını anlattığı kısım muhteşemdi. 1970’li yılların Yeşilçam filmlerinden bir sahneyi yaşattı seyirciye.

Bunca insan, bunca anı, bunca şaka, bunca şarkı, bunca duygu tek perdelik bir gösteriye sığar mı? Sığdı. Gösteri üç saate yakın sürdü ama perde arası verilmediğine göre tek perdelik demek yanlış olmaz. Seksenine bir kalmış bir oyuncunun aralıksız üç saat sahnede kalması, bir an bile performansını düşürmemesi bile tek başına ayakta alkışlanmayı hak eder.

Poyrazoğlu bununla da yetinmeyip oyun sonunda verdiği On Beş dakikalık aranın ardından seyirciyle söyleşi yapacağını bildirdi. Oyunu daha önce seyredenlerden ve salon görevlilerinden öğrendiğim kadarıyla söyleşide de zaman sınırı yokmuş. Seyircinin talebine göre çok geç saatlere kadar sürebiliyormuş. O kadar geç saatlere kalmayı göze alamayacağım için gözüm arkada kalarak salondan ayrıldım.

Uykuya dalıncaya kadar düşündüm. Benim gördüğüm neydi? Bir oyun mu, sohbet mi, meddah mı, stand up mı, konser mi? Galiba hepsi. Dengeli, temposu ve her bakımdan dozu iyi ayarlanmış, geçişleri yumuşacık, içtenliği tartışılmaz bir gösteri seyrettim. Taklitler ustaca işlenmiş, abartısızdı. Aksesuarlar özenle seçilmiş, işlevseldi. Şarkılar, herkesi saran sıcacık, yumuşacık bir şal gibiydi.

Ustanın hayatından geçen insanlar benim de zihnimden birer birer geçtiler. Kiminle ilişkisi ne boyuttaysa anlatılarında kullandığı dil ve üslup da ona uygundu. Ne kimseye saldırıyor ne de kimseyi pohpohluyordu. Bir yandan da seyirciye hiç acıtmadan, eleştirmeden çok kıymetli dersler veriyordu. Hayata, sanata ve özellikle tiyatroya dair öğütlerini ince ince işliyordu.

Bir türlü çözülemeyen ve çözülecek gibi de görünmeyen cep telefonu sorununa yaklaşımı da farklıydı. Baş edemeyeceğini anladığından mıdır, kanıksadığından mı bilemem ama cep telefonu kullanımına karşı tepkisiz kaldı. Hatta gösteri anında gizli saklı çekim yapan seyircilere pozlar verdi. Ayrıca kendisini gösteri boyunca takip ederek çeşitli açılardan ve telefonla çekim yapan bir görevli de vardı. Belki de bu yolla, inceden inceye gönderme yapıyordu ama pek de anlaşıldığını söyleyemem.

Ali Poyrazoğlu, şıngır şıngır başladığı gösterisine hüngür hüngür devam edip şıkır şıkır Zeki Müren kostümüyle bitirdi. Sırt çantasına doldurduğu alkışlarımızı “yukarılara” savurarak sahneyi terk ederken dilimize “Şimdi uzaklardasın…” şarkısını bırakmıştı. Uykuya dalana kadar zihnimde dönüp durdu isimler, resimler, sesler, replikler… Dilimde “şimdi uzaklardasın…”

Sonra, Poyrazoğlu’nun sahne perdelerinin açılış ve kapanışını betimlediği gibi “şıngır şıngır” kapandı göz perdelerim. Yüzümde buruk bir gülümseme…

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: İsmail Yavuztekin

Yanıtla