Klasiği “Bozmak”, Onu Yaşatmanın En Sahici Yolu: “Lüküs Hayat”

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Tülay Yıldız Akgül

Bursa Nilüfer Kent Tiyatrosu’nun yeni sezon oyunu “Lüküs Hayat” seyirciyle buluştu. Seyirciyi sahnenin her anına ortak eden bir oyun izledik. Oyuncuların oyun oynama isteğindeki coşku, izleyiciye de alan açarak gerçek bir “birlikte oynama” hâli yaratıyordu; öyle bir hâl ki coşkulu bir illüzyon bu. Seyirci olarak dekorun merdivenlerinden iniyor, çıkıyor, arada ayağımız takılsa bile umursamıyorduk. Tüm tiyatro; sahnesi, müziği, oyuncusuyla kusursuz biçimde çalışıyordu karşımızda. Sahne coşkusuyla iliklerimize kadar işleyen örnek bir oyun diyebilirim “Lüküs Hayat” için.

Tiyatronun bir kentteki varlığının değeri, seyircinin oyun sonunda hissettikleriyle ölçülebilir. Şöyle ki; seyirciler, nerdeyse bir saat, tiyatro salonunun çevresinden ayrılamadı. Oluşan küçük öbeklerde, sanki birlikte izlememişler gibi, oyunu birbirlerine anlatmaya çalışmaları görülmeye değerdi. Oyunun kendi agorasından başlayarak kamusal alanlarda da kendini tartıştırabilmesi, tiyatronun nasıl bir gereksinim olduğunu böylece bir kez daha gösteriyordu hepimize: Tiyatro kesinlikle “lüküs” değildi. Oyunun ritmi, temposu, müziği, dansları ve oyunculuk, bizi klasik olanın içinde gezdirirken aynı anda hepimizi yeni olana kucak açmaya da davet ediyordu; günümüzle, çevremizle ve kendimizle ilişki kuruyorduk.

Şimdi tüm bu sevinçleri dile getirmeyi biraz erteleyip oyunun rejisi ve oyunculuğun hangi bilinçli uğrak noktalarından ve yoğun emeklerden geçerek seyircide bu etkiyi yaratabildiğini tartışmaya çalışayım: “Klasik olanın içinde gezinmek ve bununla beraber yeni olana açılmak”

Türkiye Cumhuriyeti’nin erken dönem eserlerinden biriyle karşı karşıyayız. 1933 yılından bu yana neredeyse yüzyıla yakın bir süredir oynanan bir oyun bu. Hele İstanbul Şehir Tiyatrosu versiyonu, 1985’ten bu yana kesintisiz oynanmasıyla bir rekora da sahip.

İtalo Calvino “Klasikler, her seferinde seni bekleyen kitaptır.” der. Onlar bir kez okunup tükenen metinler değildir; her okumada her okurda yeniden anlamlar kazanır, üstelik her döneme yeni bir söz söylerler; zaten tam da bu nedenle insanlığın düşünsel, yaşamsal ve estetik belleği değil midir klasikler. Toplumsal çelişkilerin en derin biçimde görüldüğü bu metinleri okumak ya da orda olup biteni sahnede izlemek, sanatın ve düşüncenin temel sorularına yeniden dokunmaktır.

Hiçbir klasik sabit değildir; her okuma, aynı zamanda “yeniden yazılma” imkanını da taşır içinde. Klasikleri “bozma” isteği; aslında onlarla diyalog kurma, ve yine onların tetiklediği,  yaratıcı bir “ilişki geliştirme arzusu”dur. Bu, hem geçmişe hem bugüne aynı anda bakmayı sağlayan bir tür “çift görme biçimi”dir. Bozmak; susturulmuş ya da bastırılmış seslere alan açmak, yeni biçimlere, yeni sözlere yer bırakmaktır. Bir metni sahnede yeniden kurmak; onun ritmini, öfkesini, bedenini, sesini ve sözünü çağa katmak değil midir?

Lüküs Hayat; Türk tiyatrosunun klasiği olduğu kadar, klasiği bozan bir klasiktir de. Cemal Reşit Rey’in Lüküs Hayat opereti, önceki Muhlis Sabahattin Ezgi türü operet bestelerinden oldukça farklıdır. Burada bize özgü bir konu, ilk kez Batı sazlarıyla karşımıza çıkar. 1933’te Cumhuriyet’in modernleşme ruhunu yakalayan bu eser, Batılılaşmanın sancılarını mizah, müzik ve parodiyle sahneye taşır. Kimlik çatışması, sınıf ayrımı, kültürel dönüşüm gibi temaları “hafif” ama “derin” bir bakışla işler. Oyunun adından başlayan bu parodi, sınıfsal bir ayrıcalığı işaret ederken “lüküs” onun karikatürü olarak esere adını verir. Oyunun adında “Lüküs” sözcüğü, bilinçli bir “bozma” örneği olarak kullanılır. Reşit Rey kardeşler, halk ağzındaki bu yanlış söyleyişi özellikle tercih ederler; zaten oyunun mizahı tam da bu “taklit modernlik” hâliyle ilgilidir. Yani Lüküs Hayat; sadece “lüks bir hayat”ı değil, lüksü taklit eden, özenen ama o taklitte komikleşen, komikleştikçe de ciddileşen bir “lüküs” hayatı anlatır.

Oyun, biçim olarak Batı operetinin kalıplarını kullansa da ruhuyla geleneksel Türk tiyatrosunun güçlü bir devamı olarak görülmelidir. Oyundaki tiplere şöyle bir göz attığımızda, bunların ortaoyunu ve tuluat sahnesinden (kendini zengin sanan saf karakter, kurnaz hizmetçi, özentili züppe) tanıdığımız figürlerin modernleşmiş (modernleşememiş) bir kent versiyonu olduğunu görürüz. Diyalogların doğallığı, müzikle iç içe geçişen anlatı, oyuncuların doğrudan seyirciyle kurduğu sıcak ilişki hep geleneğin izlerini taşır. Ortaoyunu’nda olduğu gibi Lüküs Hayat’ta da gülmece, toplumsal eleştirinin aracı hâline gelir; böylece halkın gözüyle yukarıdakilere, zenginlere, “Batılılaşmış” olana yönelir. Bu yönüyle de Cemal ve Ekrem Reşit Rey kardeşlerin bu eseri, Batı’nın ve Cumhuriyet’in yeni sahne biçimleriyle geleneksel tiyatromuzun oyun coşkusunu ve halk mizahını birleştiren köprülerden biri olur.

İşte Nilüfer Kent Tiyatrosu, bu klasiği günümüz koşullarına uyarlayarak onun içindeki çağdaş ruhu yeniden görünür kılıyor. Oyunda yalnızca metinsel olanın değil, müzikal unsurların da bozulmasından yeniliklere ulaşılıyor. Onuncu Yıl Marşı’nın leitmotif olduğu yerlerde marş neredeyse pörsümüş diyebileceğimiz bir ritimle çalınırken Lüküs Hayat şarkısı, acapellaların ve çok sesli renklerin karışımıyla oldukça dinamik bir tarzda çalınıp söyleniyor. Yönetmen Oğuz Utku Güneş ve oyuncular, bu tarihsel katmanı çok iyi yakalayarak kahkahanın ardında yatan toplumsal travmayı parodinin aynasında seyirciye duyurmayı da başarmışlar.

Oyunun rejisinde “hikâyenin” önceliğini bile unutturacak kadar güçlü bir “oyun duygusu” hissediliyor. Sahnedeki coşku; replikleri “takip ederek-birleştirerek” anlama yerine, hikâyeyi oyun ruhu içinde anlamayı mümkün kılıyor. Oyuncular öyle büyük bir oyun oynama coşkusuna sahip ki biçim-öz-söz ve hareketin tamamı aynı akışta birleşiyor; öyle ki “oyun ne anlatıyor?” sorusuna artık ihtiyaç kalmıyor. Şimdi oyunun içindeyiz; onlarla birlikte söylüyor, onlarla birlikte gülüyoruz, artık onlarla birlikte bir oyunu yaşamanın sevincindeyiz. Sahnede oyuncuya tanınan her imkân, onun gerçek varlığıyla görünmesine olanak tanırken “başrol”-“yan rol” ayrımını da ortadan kaldırarak yerini bir ensemble ruhuna bırakıyor. Her oyuncu, aynı anda hem başrol hem yan rol hem de figüran olarak kendini oyunda var edebiliyor. Sahnenin ışığı, müziği, sözü seyircinin heyecanına karışıyor; işte o zaman tiyatroda dekora, kostüme, hikâyeye abartılı bir gereksinim duymadığımızı anlıyoruz; meğer her şey, oyuncunun yakaladığı oyunsuluk duygusunu seyirciye geçirmesinde yatıyormuş. Bunu seyrediyoruz. Oyun içinde yaşamı izlerken yaşam içinde oyun oynamanın tadına varıyoruz. Herkesin belleğinde izi olan Şişli’de bir apartıman…” şarkısı, leitmotif gibi oyunun bütün ruhuna yayılırken bizler bu şarkıyı artık, günümüzde, o “apartıman”larda yaşayan orta ve yoksul sınıfların trajedisinde ve yerlerini güvenlikli villa sitelere bıraktıkları “dönüşüm çalışmaları” hafriyatından dinliyoruz. Aralara serpiştirilen “Onuncu Yıl Marşı” gibi anımsamalar ise kolektif hafızamıza hikâyenin nereden sızdığını zaten fısıldıyor. Marşın coşkusu sanki yüzüncü yıla kadar sürememişlik içinden yavaşça geçip giderken hüzünle gülüyoruz. Her nota, her söz, her adım, klasik bir metnin bugüne yansıyan neşesi olarak sahnede çoğalıyor bir yandan.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında kaleme alınan bu oyun, her sahnelenişinde ulusa yeniden aynasını tutuyor. Bugün yeniden yorumlandığında ise klasiği bozmanın onu eksiltmek değil, aksine bugünün seyircisine daha derinden dokunmak anlamına geldiği açıkça görülüyor. Seyircinin coşkusu bunun en güçlü kanıtı.

Nilüfer Kent Tiyatrosu’nun yorumunda mizah ve parodi tam yerinde kullanılmış; modern olan, bilinçli bir biçimde, geleneğin üstüne giydirilmiş ve o dar elbise sahnede patlatılmıştır. Böylece modern ile gelenek, aynı anda parodileştirilmiş ve yeniden doğmuştur.

Belki de klasiği “bozmak”, onu yaşatmanın en sahici yolu olarak görünüyor. Cumhuriyet, Osmanlı klasiğini bozarak yeniyi kurmuştu. Şimdi Cumhuriyetimizin 100 yıla ulaşmış klasik yapısından söz ediyoruz…

Ne söylediğinizi çok iyi anladık Nilüfer Kent Tiyatrosu oyuncuları! Sizler var ya hem çok muzip hem çok devrimcisiniz. Tiyatro bunun için var!

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Tülay Yıldız

Yanıtla