Haller Durağı: Tiyatroda Hiçbir Kadın Feminist Düşünmüyor

Pinterest LinkedIn Tumblr +

AGOS[Ayşe Akdeniz’in Agos Gazetesi’nde yayınlanan haberini aktarıyoruz…] Türkiye’de feminist bir tiyatronun var olması ilk başta insana ‘memlekette iyi şeyler de oluyor’ dedirtiyor. Varoluşlarıyla umut verenler… İnsana umut verenler diğer bir yandan azınlık olma yükünü omuzlarında hissedenler ne yazık ki. Tiyatro Boyalı Kuş’tan Jale Karabekir ile halleştikçe Türkiye’deki alternatif tiyatrolara ve erilliğin hayatın her alanına sinmişliğine dair birçok kutunun kapağı açıldı.

Tiyatro Boyalı Kuş 2000 yılından beri feminist dramaturjiyle kendi metinlerini oluşturmuş, mevcut metinleri, hikayeleri yine feminist dramaturjiyle yapıbozumuna uğratmış ve oluşturmaya, uğratmaya devam eden alternatif bir tiyatro. Tiyatro Boyalı Kuş’un kurucularından Jale Karabekir ile Tiyatro Boyalı Kuş’un kuruluşundan bugüne yaptıklarını, alternatif tiyatroların karşılaştıkları zorlukları, tiyatronun genel halini ve yeni oyunları Melek’i konuştuk.

Feminist tiyatro nedir? Nereden aklınıza geldi? Siz nasıl kuruldunuz? Biraz Tiyatro Boyalı Kuş’un kuruluşundan bahseder misin?

90’lar… 90’larda Türkiye’de alternatif tiyatro oluşmaya başladı. Biz de o zaman dramaturjide öğrenciydik. O da zaten 90’larda kurulan bir bölüm. Şehir, devlet tiyatroları ve anaakım özel tiyatrolar dışında farklı bir şeyler yapmaya çalışan tiyatrolar kuruldu. Bunlardan birisi Kumpanya, biri Tiyato Oyunevi, biri Ti’dir. 90’lar aslında tiyatroda bir karşı çıkışın zamanı. Biz de onun içinde öğrenciyiz. O dönemin politik koşullarıyla da ilgiliydi. Devlet de, şehir de, ödenekli tiyatrolarda kendilerini ifade edemeyen insanlar kurdular. Çok politik oyunlar da vardı o dönem ve biz öyle bir dönemde mezun olduk. Ben zaten feministim. Öğrenciyken de kadın çalışmaları yapıyordum. Okulda feminst tiyatro diye bir şey de öğrendik. Öğrendiklerimiz batıya dair şeylerdi tabii… 60’ların, 70’lerin feminist hareketi, hareketin akademiyle buluşması, hareketin akademiyle buluşması derken feminist oyun yazımları, feminist tiyatrolar, tiyatronun içinde feminist çalışma yöntemleri falan gelişmeye başlıyor. O dönemlerde feminist hareketin içinde zaten birçok performanslar, gösteriler yer alıyor. Dünyada feminist tiyatro 80’lerde ortaya çıkıyor. Onları kuramsal olarak öğreniyorsun; gruplar neler yapmış, neler denemişler, yazarlar neler yazmışlar. Orada bir karşı çıkış var. Biz de mezun olduğumuzda “Ödenekli tiyatroda ne yapacağız zaten? Alternatif tiyatroların da imkanları kısıtlı. Bir yandan da acayip eril. Türkiye’de acayip eril bir tiyatro dünyasına sahibiz, sağolalım” deyip cahil cesaretiyle “biz feminist tiyatro kuralım” dedik ve öyle kurduk tiyatroyu aslında. Dramaturji kökenli olduğumuz için bizim derdimiz daha çok feminist dramaturjiyle özgün metinler oluşturmaktı ve onu da yaptık. Şimdi bile daha anaakım gazetelerde eleştirmenler “feminist dramaturji” kelimesini kullanır hale geldiler. Böyle bir şeyi yerleştirdik. Bu şekilde başladık ama sonra dönüştü tabii. Yaptığımız işler de dönüştü.

Nereden, nasıl besleniyorsunuz? Oyunlarınıza nasıl karar veriyorsunuz?

On üç yıllık bir tiyatroyuz. İlk zamanlar metinle ilgili sorunlarımız vardı. Çünkü tiyatroda senin ana malzemen metin. Author, otoriteden geliyor, yazar acayip bir otorite. Biz biraz daha feminist dramaturjili metinler oluşturmaya ve metinlerdeki o eril düşünceyi görünür hale getirmeye çalıştık. Sonra değişti tabii. Başka metinlere uyarlamalar yapmaya, başka metinlere feminist yaklaşmaya ya da feminist yazarların oyunlarını oynamaya başladık. Kuruluş ideolojimiz özgün metinler yaratmaktı ama zamanla değişti. Başka şeyler yapmak, meydan okumak istiyorsun. Eski metinlere dönmek, onlara feminist eleştiri, dramaturji yapmak istiyorsun. Bizim kurulduğumuzdan beri şöyle bir derdimiz var; kendi derdimiz olmayan hiçbir şeyden yola çıkmıyoruz. Repertuvar oluştururken samimiyetimiz o noktada. O sene ya da o zaman dilimi içerisinde derdimiz neyse hep onunla ilgili işler yapıyoruz. Mesela ‘Çernobil’den Sesler’ yaptık. O zaman derdimiz buydu. Antinükleer bir hareket vardı, o sırada devlet nükleer santral ihalesi açıyordu. ‘Çernobil’den Sesler’ metnini bulduk ve o sırada bizim derdimizi anlatan en iyi şeydi. Çünkü o Çernobil’den sonra hayatta kalanlarla 10 sene sonra yapılan mülakatlardan oluşan bir sözlü tarih çalışmasıydı. Çernobil’le ilgili çok fazla fotoğraf, istatistik biliyoruz ama insanların yaşamına ne olduğunu bilmiyoruz. Biz de tiyatrocuyuz. İnsan yaşamıyla ilgileniyoruz. Ve sahneden o hayatları anlattığımız zaman bir sürü insanın, mesela babamın fikri değişti.

İlk oyununuz Ferhat ile Şirin ile ilgili. ‘Ophelia’nın Ölümü’nü sahnelediniz. ‘Çıkmaz Sokak’ lezbiyenlik, sevicilik üzerine bir metin ve kadın eşcinselliğinin kötülendiği bir metni ters düz ettiniz. Ve daha birçok çalışmanız var. Literatürde yeri sağlam olan metinleri yapıbozumuna uğratmanız karşısında nasıl tepkiler alıyorsunuz? Muhafazakar tiyatroculardan tepki alıyor musunuz?

Bilmiyorum. Onlar bizimle pek ilgilenmiyorlar zaten. Öyle tepkiler almıyoruz. Biz sonuçta alternatif tiyatroyuz, anaakımda değiliz. Feminist bir tiyatroyuz ve insanlar zaten bunu bilerek geliyorlar. Ödenekli tiyatrolar gibi o kadar baskı altında değiliz. Bizim baskı alanlarımız daha farklı. Biz daha çok ekonomik baskılar altındayız.

Ne gibi?

Salon bulamama, turne yapamama, organizatörlerle, belediyelerle iş yapamama… Çünkü hem ekonomik olarak hem de seyirciye ulaşma anlamında bunları yapmanız gerekiyor. Tabii ki küçük, alternatif mekanında kalabilirsin ama biz birçok oyunumuzla daha büyük kitlelere ulaşmak istiyoruz. İşte o noktalarda sıkışıyoruz, çünkü bizi o noktalarda sıkıştırabiliyorlar. ‘Çıkmaz Sokak’ı tabii ki turne yapamayız ama onu niye yapıyoruz? Bu topraklarda yapılmış lezbiyenlikle ilgili ilk oyun. Biz onu yapıbozumuna uğratıp farklı bir şekilde anlatıyoruz ama… Meşrutiyet Dönemi’ni falan bilmiyoruz. Metinler Osmanlıca’da kaldığı için aslında hiçbirimiz bilmiyoruz. Onları gün yüzüne çıkarmak gerekiyor. Bir sürü metnin şimdi yeni yeni transkripsiyonları yapılıyor. Kötü ya da iyi, ana meselesi lezbiyenlik olan bir oyun var bu topraklarda. 1911’de yazılmış. Bu çok önemli bir şey. Üzerinden yüz yıl geçmiş bir şey değişmemiş ama sonuçta o metni  analiz etmek, onu okuyabilmek bile önemli. Sonuçta lezbiyenlik diye bir şeyin var olduğunu söylüyor. Sevicilik lafı geçiyor. Gizli kapaklı değil. Ana konusu bu. O yüzden çok önemli. Erkek eşcinselliği gibi değil lezbiyenlik. O yüzden L ile başlıyor ya LGBT. Çünkü lezbiyenlik hep görünmez kılınan bir şey. Erkek eşcinselliği gibi o kadar çok görünmüyor. O tozlu raflarda unutulmuş. Biz değil, herkes yararlansın, okusun diye transkripsiyonunu yaptık, kitabını bastık.

Bizim olmayan bir sektörümüz var ve orada da belli adamlar var. Adamlar olmasa kadınlar olsa da aynı eril zihniyet. Onlara da çok bir şey söyleyemiyorum çünkü o kadınlar da bu eril dünyanın içinde başka bir strateji bulamıyor olabilirler. Ama hiçbir kadın, feminist iş yapmıyor, feminist düşünmüyor ya da zaten büyük olasılıkla birçok kadın tiyatrocu feminist olmadığını övünerek söylüyordur. Bütün bunların içinde hem sektörde değilsin, hem sektörde olmaya çalışıyorsun. Çok zor… Bir yandan kabul görmüyorsun bir yandan da artık görmezden gelemiyorlar. Çünkü on üç yıldır  mücadele edip tiyatro yapmaya devam ediyorsun ama ödül alamıyorsun, çünkü görünmüyorsun. Ama biz zaten ödül alalım, rekabet içinde olalım demiyoruz. Feminist olduğumuz için rekabetin hoş bir şey olmadığını düşünüyoruz ama ekonomik olarak da festivallere kabul almıyoruz. Kendi çevremizde de yer alamıyoruz çünkü tiyatroların kendi kurduğu organizmalar var ve onların cemiyetinde de değiliz. Olmak da istemiyoruz ama bir yandan da seyirciye ulaşabilmemiz gerek, o festivallere gitmek için buna ihtiyacımız var. Kendi başına turne yapmak çok zor. Çantanı alıp, Anadolu’ya gidip, benim bir oyunum var, ben bunu satmak istiyorum diye gitmek var. Ben de ‘Çernobil’den Sesler’ için yaptım. Hem Akdeniz’e, hem Karadeniz’e çantamı alıp gittim, çünkü böyle bir derdim vardı. Hiçbir organizatör bizim organizasyonumuzu yapmak istemiyordu. Ben de bir kadın olarak çantamı aldım, gittim. Dert edince yapıyorsun ama her oyun için yapamıyorsun, çünkü çok da yıpratıcı bir şey. Ya da turneye gittiğinde de, biz sadece kadınlardan oluşmuyoruz tabii, ben onların gözünde kadın patronum ya da kadın yönetmenim, artık onlar nasıl görüyorsa. Sen ne dersen de fark etmiyor. Seni de dinlemiyorlar mesela. Ya da kadın ışık teknisyenin var. Yereldeki erkek teknisyen ‘emir’ almıyor. Yani kadın teknisyenin dediğini ‘emir’ olarak aldılıyor ve kadın teknisyenin dediği işi yapmıyor. Kendi kafasına göre yapıyor ki sanki kendisi oyunu biliyor. “Işığı şuraya çevir” diyor, çevirmiyor. Oralarda küçük küçük ama saçma saçma mücadeleler veriyorsun. Saçma bir şekilde yıpranıyorsun. Bir yere kadar… On üç sene devam ettirmiş olmamız bir on üç sene daha devam ettireceğimiz anlamına gelmiyor. “Niye yapıyorsun? diye sorduğumuzda da… Ekonomik olarak kazandırdığı hiçbir şey yok. Manevi olaraksa bizler sadece kendimizi ifade ediyoruz. Takdir görüyor muyuz? Kimden görüyoruz? Feministlerden mi? Hayır. Tiyatro camiasından mı? Hayır. Hiçbir yerden takdir de görümüyorsun. Bazı insanlar da küçük alkışlar yapıyorlar. “Ay çok güzel, çok güzel! Kendinizi böyle nasıl idame ettirebiliyorsunuz? Ne kadar büyük bir şey.” diyor. Ama kimsenin de bize destek olduğu yok. Açıkçası böyle bir durum.

Devlet, kurumsallaşmış ve bir sistem haline gelmiş tiyatro ilişkileri ve toplum açısından olması gereken durum ne? 

Sonuçta biz de Kültür Bakanlığından destek alıyoruz. Onu da nasıl alıyoruz ben de bilmiyorum ama bir şekilde alabiliyoruz. O anlamda devlet bizi görüyor ve tanıyor ama şu anda o da değişiyor. Sanat Kurulu diye bir şey getirecekler ve o noktada nasıl alacağız ve o projeler nasıl yazılacak bilmiyorum. Ne olması gerektiğini hiç bilmiyorum. Hiçbir fikrim yok. Tabii ki bizim bir seyirci kitlemiz var ve bizi takdir ediyor. Zaten öyle baktığın zaman asıl takdir etmesi gereken seyirci. Var, evet. Ona bir şey söyleyemiyorum. Bizi takip eden, yaptığımız işleri kendilerince tanımlayan, hatta sohbet ettiğimiz insanlar var. Ama kolay bir şey değil. Hiç kimseye bu aralar tiyatro kurmasını tavsiye etmiyorum.

Bu bahsettiklerin aynı zamanda alternatif tiyatroların genel problemleri mi?

Tabii… 90’larda alternatif tiyatro olarak açılıp çok da iyi işler çıkartan tiyatrolar kapanmaya ve iş üretmemeye başladılar. Ya da gerçekten şirketini kapatan arkadaşlar var. Şimdiki alternatif dediğimiz tiyatro da, o değil. Çünkü alternatif dediğimiz gerçekten anaakıma karşı bir şey yapmak anlamına geliyor. Broadway ve Off – Off Broadway değil. Var olan tiyatro sistemine ve var olan bu sisteme de karşı çıkman gerekiyor. Yani küçük sahnen var diye alternatif olunmuyor. Alternatif politik bir duruşunun olması demek.

Bu görünülmez olmayı kendiliğinden doğuran bir durum değil mi?

Evet. Mesela bir de şöyle bir şey var; alternatif tiyatro mekanları birleşti. Biz, Sahne Cihangir ve Tiyatro Boyalı Kuş olarak, onun içinde de değiliz. Bir ara olmayı düşündük ama sonuçta o da belli bir birliktelik ve belli bir ideoloji gerektiriyor. Biz aslında şu anda tamamen alternatifin alternatifi durumundayız.

Feminist olduğunuz için mi?

Feminist olduğumuz için. Başka ideolojilerle ilgili derdimiz olduğu için. 2000’lerin sonundaki tiyatroyu çok algılayamıyorum ve nereye gittiğini bilmiyorum. Ama biz kendi içimizde, Tiyatro Boyalı Kuş ve Sahne’de yaptıklarımızla belli bir ideolojiyi takip ediyoruz. Belli bir derdimiz var ve o dert yolunda farklı metinler, farklı oyunlar, farklı metinler kullanarak gidiyoruz. Ama mekan işleterek, bir yandan da oyun yaparak devam etmek hiç de kolay değil. Mali olarak olmayan paraları idare etmeye çalışıyorsunuz. Kafa, penis, vajina saydığım yok ama karar verme mekanizmaları çok önemli. Karar verme mekanizmlarında kadın yoksa zaten burada bir problem var demektir. Kaç tane kadın rejisörümüz var? Çünkü rejisör karar verme mekanizmasında olan kişi, mecburen… Tiyatro belli bir yere kadar demokratik olabiliyor. Belli bir yerden sonra birinin karar vermesi gerekiyor. Herkesin, dekorcunun da, oyuncunun da ona ihtiyacı var. Belli bir yere kadar ortaklaşabiliyorsun.

Maalesef tiyatronun doğası gereği bazı demokratik olmayan yapıları var. Kaç tane tiyatro sahibi kadın var? Bunları tiyatrocular bile saymak için düşünmek zorunda kalıyor. Oysa erkek olarak sorulduğunda takır takır cevap verebiliyorsun. Karar mekanizmalarında kadınlar olmadığında burada zaten bir problem oluyor. O yüzden de sektör gayet anti-feminist oyunlar, anti-feminist prodüksiyonlar da üretmeye devam ediyor. Kadınlar olduğu zaman da aslında benzer şeyler. O kadınlar da bu eril dünyada kalabilmek için onlar da eril şeyler üretmeye devam ediyorlar. Bu da bir problem. İşte o noktada biz herkese karşı, bütün bunlara karşı rahatsız edici oyunlar, etkinlikler üreten bir grup oluyoruz. Biz sonuçta profesyonel bir tiyatroyuz -eğitimli demeye çalışıyorum. Belki bu meslekten para kazanamayan ama mesleği bu olan insanlarız. Gönüllülerimiz de var. Yarı profesyonel ya da tamamen amatör insanlarla da iş yapıyoruz. Mesela okuma tiyatrosu yapıyoruz. Çünkü onlarla birlikte bir şey üretmek  çok hoş.

Peki toplumun tiyatroyla kurduğu ilişki nasıl?

Tiyatroya giden bir aileden geldiğim için herkesi öyle zannediyorum. Bir seyirci var. Yok değil ama 15 milyonluk bir metropol için çok az bir seyircimiz var. Seyirciye de laf etmek istemiyorum. Seyirci çok farklı. Seyirci hangi oyuna gitmek isteyeceğini seçebilir. Bazı oyunlar da insanları çok küstürebilecek oyunlar olabiliyor. Hayatımda hiç tiyatroya gitmemiş insanlar da tanıyorum. Ya da yirmi – otuz yıllardır hiç tiyatroya gitmemiş insanlar var. Bunun bir ihtiyacını hissetmemek bana ilginç geliyor. Tabii ki herkes operaya, sinemaya, tiyatroya, baleye gitmek zorunda değil ama ben arada “Operaya gideyim.” diye bir ihtiyaç hissediyorum. Ki artık operaya da gidemiyoruz. Sadece Süreyya’da gidebiliyoruz. O ihtiyacı hissetmemek yaradılış meselesi de olabilir, insanların özünde de olabilir ama bir yandan da böyle bir alışkanlığın edinilmememiş olmasıyla da ilgisi var. Televizyonlar, diziler de insanların estetik duygularını yok ediyor. Yaşadığımız hızlı yaşam, ön yargılar… “Ay tiyatroya gidip de n’apıcam?” Ama aslında birçok ülkede gayet ihtiyaç olarak hissediliyor. İnsanlar yoksa niye gitsin? Sosyalleşmek için gitmiyorlar. İngiltere’nin neredeyse her köyünde, köy yani, tiyatro binası var. Atıl duracaksa niye olsun ki? Bir şeyler oluyor, gidiliyor. İnsanlar için bir şey o, bir ihtiyaç. Bir sürü yerde de böyle. Ama bizde muhafazakarlaşma diyoruz, o var. Bir tukaka etme meseleleri de var. Ama bunların yanında bir seyirci de yetişiyor tabii, ama bir metropole göre çok az. Çok çok az.

Sizin bir de üyesi olduğunuz uluslararası tiyatro organizayonları, ağlar var. ITO (Uluslararası Ezilenlerin Tiyatrosu Organizasyonu  ve Magdalena’ya (Çağdaş Tiyatroda Uluslararası Kadın Ağı) üyesiniz. Feminist tiyatronun dünyadaki durumu nasıl ve oradan nasıl besleniyorsunuz?

Biz büyük olasılıkla dünyada Türkiye’den daha çok tanınıyoruz ve tabii ki görmezden  gelinmiyoruz. Gayet de iyi karşılanıyoruz. Biz yurt dışına oyunlarla gidemiyoruz. Ekonomik olarak çok mümkün olmuyor yurt dışı turnesi yapmak. Ama onlarla etkileşim halindeyiz. Bazı festivallere, konferanslara bireysel olarak gidebiliyoruz. Şimdi bir mekanımız olduğu için burada birlikte bir şeyler yapmaya da çalışacağız. Ama onun da mali bir yükü var ve bunlar için hep proje yazmak gerekiyor. Projecilik de yeni bir alan ve bir mesele.

Magdalena çok eski, 25 yıllık bir ağ, bir kurum değil. Yani kurumsal olmayan bir ağ yapabilmek mümkün. Bizim feminist tiyatroyu kurma sebebimiz onlardır. Onun sanat yönetmeni Jill Greenhalgh. O zamanlar internet falan daha yeni başlamıştı, 99. Onlar da Kasım 99’da sitelerini yapmışlar, ben Aralık 99’da sitelerini bulmuşum, Jill’e mail atmışım. Jill de bana “Şu anda önümüzde bir festival yok ama 2000 Temmuz’da Yugoslavya’da olacağım – o zaman Yugoslavya’ydı tabii. Sen oraya gel” dedi, ben de gittim. Onun atölyesine katıldım, sohbet ettim ve sonra “Biz feminist tiyatro kurabiliriz” deyip bunun yapılabileceğiniz fark ettim. Çünkü burada öyle bir şey olmadığı için sen kendini çok yalnız hissediyorsun. Ne yapacağını da bilmiyorsun. Gerçi o zamanlar “Ne yapılabilir? Tiyatro nasıl kuruluyor?” falan diye bir sürü insan bize yardımcı oldu. Jill, Boyalı Kuş’un annesi gibi biridir.

Feminist tiyatro dünyada nasıl?

Feminist tiyatro çok az var. 80’lerde en parlak dönemini yaşıyor. 90’larda devam ediyor ama şu anda daha çok kadın meselesi üzerinden dönüyor. Yeni Zelanda’da “Ben feminist tiyatroyum.” diyen bir grup olduğunu biliyorum. Ama daha çok kadın meseleleri; kadın oyuncu olmak, kadın oyunları vs üzerinden gelişen topluluklar var. Feminist politika azalmış durumda.

Size tiyatro eleştirmenlerinin yaklaşımı nasıl? Ya da genel olarak Türkiye’de tiyatro eleştirmenliği ne durumda?

Kötü bir eleştiri sistemi var. Bizim işlerimizi taradığın zaman, evet, son yıllarda var ama, yıllar içerisinde, 13 yılda bizim üzerimize yazı yazılmış değil. Eleştiri mekanizması da iyi işlemiyor. Sektör olmadığı için sektörü eleştiren bir sistem de yok. Eli her kalem tutan, üç – beş oyun seyreden senin hakkında yazı yazıyor. Yaptığın işi anlamayan ilginç yazılarla karşılaşabiliyorsun. Biz bir sürü teoriden yola çıkıyoruz. Onları anlamaları gerekmiyor ama “Yapıbozumu nedir?” bilmeyen bir eleştirmen olabilir mi? O zaman eleştirmen olmaması lazım. Yapıbozumu da yeni bir teknik, yeni bir kuram değil. Artık “Derida’dan başlasınlar.” diyorsun. Onları bilmiyorlar ama çok şey biliyormuş gibi davranıyorlar. Ya da geliyorlar yazmıyorlar çünkü yazabilecekleri şey de bulamıyorlar. Bunlar da sorun.

Anladığım kadarıyla burada devletin, sektörün ve seyircinin sorumluluğundan oluşan bir durum var. Bunun bir hapı yoktur gerçi ama bu bahsettiğin meseleler, durumlar nasıl aşılır?

Devlet. Onu göreceğiz. O bir şekilde tiyatroyu ve aslında sanatı düzenlemeye çalışıyor. İşte orada nelere karşı çıkabileceğiz? Hep beraber olabilecek miyiz? Birlik olabilecek miyiz ve bazı şeyleri değiştirebilecek miyiz? O yönetmelikleri istediğimiz hale getirebilecek miyiz? Bu çok önemli bir mesele ve biliyorum, bir kısım insan bunun için çalışıyor. Seyirciye çok bir şey söyleyemiyorum zaten ama belki de yaptıkları o rutinde, bu kozmopolit şehirde, ülkede biraz farklı şeylere bakmaları gerektiğini düşünüyorum. Tiyatroda yaşayan bir şeyin parçası oluyorsun ve o gerçekten çok etkileyici bir şey. Ve süreç içerisinde kendine, insana dair bir sürü şey öğreniyorsun. Çok klişe bir şey ama tiyatroda gerçekten insana dair bir şey yapıyorsun. Ve canlı. Seninle birlikte, paylaşıldıkça var olan bir şey. Biraz o insani şeylere geri dönmek gerekiyor. Gezi’de bir değişim oldu aslında. Belki seyircide de bir değişim oluyordur. Çünkü hepimiz silkindik! Belki evde oturup televizyon ya da internetten dizi seyreden, kendi başına kitap okuyan, sosyalleşmeyi farklı anlayan bir yapımız vardı. Ama sonra hepimiz sokağa çıktık. Sokağa çıkmak gibi aktifleşmek. Belki o zamanla gelecek bir şeydir.

Sektör kötü bir kelime belki ama… O erkek egoları, çıkarlar o kadar yüksek ki onun içinde, ne kadar feminist dursanızda, çok eziliyorsunuz. Onlarla başedilebilecek ortak zeminler bulmak lazım. Eleştiri mekanizmasının, gazeteci mekanizmasının, onların değişmesi lazım. O eleştirmenlerin falan da biraz okuması gerekiyor. Orjinal metnin ne olduğunu bilmeyen, bir klasik için söylüyorum, ya da yabancı dil bilmeyen, “Bu dünyada nasıl yapılıyordu da şimdi Boyalı Kuş bunu nasıl yapıyor?” diye düşünemeyen insanların yazdığı yazılara gülüyorsunuz. Başka bir şey yapamıyorsunuz. Sen yüz küsür yıllık metni bilmiyorsan, seyirci bilmek zorunda değil, öyle bir mecburiyeti yok, ama bir eleştirmensen, yazarsan Boyalı Kuş’un nasıl bir yorum getirdiğini anlamak için bunları bilmen lazım. O yazılar da eleştirmenlerin, maalesef, ne kadar cahil olduğunu gösteriyor. Ben onlar adına utanıyorum. Çünkü bir şeyi beğenip beğenmemekle değil nasıl anladığınla ilgili. Anlamadığın şeyleri yazdığın zaman diğer anlayanlar, seyirci zaten bunu görüyor. “Anlamamış!” diyor. Anlamadığın şeyi kritik edemezsin. İlk önce anlamak zorundasın. Sonra “Anladım. Bu bu böyle ama bu şuna şuna hizmet etmiyor.” gibi bir şey söyleyebilirsin. Ama olmayan şeyler de yazılıyor.

Ve son oyununuz ‘Melek’… Son olarak onunla ilgili de bir şeyler söyler misin?

Bu seneki derdimiz ‘Melek’. Belki ilk defa kendi sektörümüzle, kendi tiyatro sahnemizle ilgili bir şey yapıyoruz. 1930’lardaki Cumhuriyet’in kadınlara, ki bugün de aynı şey devam ediyor, yüklediği görevler ve roller var. Melek Kobra’yla onları başaramayanın, bir başaramamanın hikayesini anlatıyoruz. Başarmış değil başaramamış bir kadını, bir meslektaşımızı anlatıyoruz sahneden… Bu sene daha duygusal bir senem, çünkü başaramamak da bir hikaye. Çabalayıp, mücadele edip… Beckett’in dediği gibi; “Yenil. Yenil. Daha iyi yenil.”

Agos

Paylaş.

Yanıtla