Hagop Ayvaz’ın Kulis’i …

Bu metin, Mimesis Tiyatro/Çeviri-Araştırma Dergisi’nin 13. sayısında (Ekim 2007) yayınlanmıştır.

Dikmen Gürün

Tiyatro dünyamız, Hagop Ayvaz’ı, her şeyden önce, 1946 yılında başlattığı ve 50 yıl boyunca hiç kesintiye uğratmadan yayımladığı aylık Ermenice tiyatro dergisi Kulis’le özdeşleştirir. Ne yazık ki, Hagop Bey, Kulis’i, 1996’da, maddi sorunlar nedeniyle  kapatmak zorunda kaldı. Eğer bu alanda biraz desteklenseydi, yaptığı işin önemi kavransaydı, kıymeti bilinseydi, inanıyorum ki yaşama veda ettiği 2006 yılına kadar, yine aynı coşkuyla çıkartırdı, tiyatro tarihimiz açısından önemi yadsınmayacak olan bu dergiyi. Bir konuşmamızda, “Ben bu 50 yılı, ömrümün daha çok kısmını Kulis’e hasrederek tamamladım,” derken abartmıyordu kuşkusuz. “Çoğu zaman çocuklarımın meyve parasını Kulis’e yatırdım. Günde iki paket sigara yerine daha az içsem şu kadar eder, yol parası vermesem bu kadar eder diye sürekli hesap yapardım…. Bu dergiyi böyle yaşattım ben.”

Hagop Bey’i 1970’li yıllarda tanıdım. Cağaloğlu’ndaki o küçücük Kulis Matbaası’nda keyifle çalıştığı günleri nasıl unutabilirim?  “Bu dergi sayesinde çok değerli insanlar tanıdım. Beyrut, Bağdat, Halep ve eski Tahran’da İstanbul’dan zorunlu olarak göçen ve özlemle yaşayan önemli tiyatro insanlarıyla buluştum. Hepsi Kulis’e abone oldular ve burada olup biteni yakından takip ettiler. Her şeyden önemlisi,  Muhsin Ertuğrul gibi çok değerli bir insanla, Haldun Taner gibi bir dostumla her zaman hasbıhal ettim. Pek çok tiyatro insanıyla bir arada oldum. Daha başka ne isteyeyim? Zenginlik mi? Zenginlik bunlar işte.”

Hagop Ayvaz, Kulis gibi bir derginin sahibi olmanın ötesinde, tiyatro arşivi ve zengin anılarıyla da tiyatromuz için yeri kolay doldurulamayacak bir insandı kuşkusuz. Ekim 2006’da 95 yaşında öldü. Onunla birlikte tiyatro tarihimizden değerli bir sayfa daha özenle okunmadan uçup gitti…  Neler yoktu ki bu 95 yıllık yaşamın içinde? Mutlu çocukluk yılları, tiyatroyla beslenen gençlik heyecanları,  evlilik,  II. Dünya Savaşı rüzgarları,  Varlık Vergisi ve  6-7 Eylül olayları sonrası benliğini saran endişeler… 1942  yılında  yaşadıklarını asla hatırlamak istemiyor.  Varlık Vergisi  derinden yaralamış onu. Aşkale’ye sürülmekten hiç tanımadığı insaflı bir subay sayesinde kurtulduğunu ve o kişinin çocuklarıyla bugün de görüştüğünü, o aileye duyduğu sevginin sınırsızlığını coşkuyla anlatıyor. Yine de, yüzleşmek  zorunda kaldığı haksızlıkları asla kabullenemiyor. “Ben bu topraklarda doğdum, bu toprakların insanıyım. Burası benim memleketim. Hiçbir zaman ülkemi terk etmeyi de düşünmedim. Ama, bazen yaşadıklarımı düşündükçe çok üzülüyorum, yüreğime dert oluyor,” diyor. İçinde kopan fırtınaları, kırgınlığı, isyan duygularını gözlerinden okumak mümkün.  Kimbilir, belki de onca fırtınanın üstesinden  Kulis’le  gelebildi Hagop Bey.

****

Hagop Ayvaz tiyatroya 20’li yaşlarında, Direklerarası’nda sevdalanır. Hele Ramazan akşamları ailenin itirazlarına rağmen soluğu hemen her gece ışıl-ışıl Direklerarasında alır. Kimi zaman biletli, kimi zaman kaçak, tiyatroların birinden çıkar ötekine  girer. “Şehzadebaşı da Pera gibi tiyatro merkeziydi. Ramazanda orada dolaşmak saatler sürerdi.  Halk gösterilere kampanayla çağrılırdı. Ferah Tiyatrosu, Tepebaşı Dram Tiyatrosu örnek alınarak yapılmıştı. Darülbedayi ilk temsillerini Ferah’da verdi. Çünkü,  Tepebaşı Fransız bir emprezaryonun elindeydi ve yurt dışından gelen topluluklara kiralıyordu. Turan Tiyatrosunda  Naşit Bey oynadı uzun seneler.  Daha önce Millet Tiyatrosu’ydu orası. Şimdi de, gördüğün gibi, binayı hana çevirdiler. Yıllar önce bir gün uğradım, hiç olmazsa sahnesinden geriye bir şey kaldıysa görebilirim diye düşünmüştüm. Ne sahnesi? Ne tiyatrosu? İçerde kasap, kunduracı, depo her şey var. Tiyatro yok… Çok üzüldüm!” Ve, devam ediyor Hagop Bey; “Düşün bir kere, kimler oynamamış ki bu saydığım tiyatrolarda: Naşit Bey, Kel Hasan, Kınar Hanım, Dümbüllü İsmail, Mınakyan… Şimdi ise onlardan bir iz dahi bulamamak ne acı, ne kadir bilmezlik!”

Üniversiteye giderken kimi zaman Saraçhane’de bir başka çirkinlik abidesi olan İstanbul Büyük Şehir Belediyesi binası önünde otobüsten iner, yürürüm o ruhsuz, çarpık binalarla dolu yolu. Her seferinde kendi kendime aynı soruyu sorarım; neden acaba şu sevimsiz hanın kapısında, bu berberin ya da kebapçının duvarının bir köşesinde buraların bir zamanlar bir tiyatro merkezi olduğuna dair en ufak bir  işaret, bir plaket, bir bilgi yoktur? Bir tarihi yok etmek değil midir bu umursamazlık? Bu vurdum duymazlık?

Evet, yine gerilere gidersek; genç Hagop Ayvaz bir lira gündelikle Şark Tiyatrosu’nda işe başlar. Şark Tiyatrosu 1850’lilerde Beyoğlu’nda kurulmuş ve Bedros Mağakyan’dan Mardiros Mınakyan’a, pek çok ünlü ismin bu tiyatroya yolu düşmüş. 1863’te kapanmış. İzleyen yıllarda, buradan ayrılan bazı sanatçıların yeniden bir araya gelmesiyle daha çok bir turne tiyatrosu olarak faaliyetini sürdürmüş… Hagop Bey’in ekibe katılışı da tabii ki bu döneme rastlar. İlk kez Narlıkapı Yazlık Tiyatrosu’nda sahneye çıkar. “O zaman yazlık tiyatrolar vardı. Biz de bu tiyatroların olduğu semtleri dolaşırdık; Üsküdar, Beykoz, Anadoluhisarı, Kadıköy gibi. Taksim’deki  Eldorado Tiyatrosu çok meşhurdu. Şimdiki Taksim Parkının köşesindeydi. Darülbedayi, Raşit Rıza Tiyatrosu da Eldorado’da temsiller verirdi yaz aylarında ve her gece dolardı.” Şark Tiyatrosunda iki yıl boyunca hep ‘uşak’ ve ‘polis’ rollerine çıkar Hagop Bey. Sonra, bir akşam, Kara Değirmen Cinayeti adlı oyun oynanırken mucize gerçekleşir ve ‘aşık’ rolündeki aktör gelmeyince apar topar onu itiverirler sahneye. Elde ettiği başarı sayesinde uzun süre ‘aşık’ rollerinin değişmez oyuncusu olur. Şark Tiyatrosu’ndan sonra, Naşit Bey, Sait Köknar, Hagopyan Efendi, Çobanyan Efendi, Kınar Hanım Heyetleriyle oynar. “Tiyatroyu ben bu saydığım kişilerden ve öncelikle Muhsin Ertuğrul’dan öğrendim,” derken Muhsin Bey’e olan hayranlığının, inancının altını özellikle çizer: “Onunla çok yakın bir dostluğum oldu. Nasıl imkansızlıklar içinde çalıştığını izledim.  Darülbedayi-i onunla yaşadım. 1925’te Hamlet oynanırken tencerelerin nasıl kalaylanıp ortalarının delinerek spot yapıldığına şahit oldum. Daha önce Shakespeare oyunlarında oynamıştım ama, bu büyük yazarı Muhsin Bey sayesinde tanıdım. Ondaki derinlikleri onun sayesinde keşfettim.”

Günümüzde, genç kuşakların, Muhsin Ertuğrul da dahil olmak üzere, Türk tiyatrosu için emek vermiş sanatçıları tanımadıklarından, onların kıymetini bilmediklerinden yakınırdı Hagop Ayvaz: “Türk tiyatrosu için çok sevgili, çok önemli olan Muhsin Ertuğrul’un mezarının nerede olduğunu eminim ki genç tiyatrocuların çoğu bilmezler. Ben, sadece anma günlerinde değil, kendimde güç buldukça giderim onun ziyaretine. Ya Neyire Neyir, Hazım, Mınakyan, Kınar Hanım ve diğerleri? Neden bu değerli sanatçıların kıymetini bilmiyoruz, anlamakta güçlük çekiyorum ve müthiş üzüntü duyuyorum…”

Genç kuşaklar yeterince kıymet bilmiyor…. Bizler biliyor muyuz? Hagop Ayvaz’ın ölümünden sonra Cumhuriyet gazetesine yazdığım bir yazıda Kulis’i hangi kurum ya da kuruluşun sahipleneceğini sormuştum. Çünkü, çok iyi biliyordum ki Hagop Bey yıllardır Kulis‘i ve özenle üzerinde çalıştığı arşivini öncelikle Atatürk Kitaplığı’na veya da işlerlik kazandığı taktirde Tiyatro Müzesi’ne bırakmak istiyordu. Ermenistan’dan gelen resmi teklifleri de bu nedenle geri çevirdiğini söylemişti bir konuşmamızda. Ama, ne yazık ki bu isteği ilgisizlik nedeniyle gerçekleşemedi. “Evet, bir Tiyatro Müzemiz var; ama yeterli mi bilemiyorum. İlk açıldığı sıralarda Recep Bilginer götürdü beni. Ortada pek çok fotoğraf duruyordu. Bu fotoğrafların arkalarındaki eski Türkçe yazıları görevliler okuyamıyorlardı. Biz elimizden geldiğince yardımcı olduk. Bu müzenin her yönüyle zenginleştirilmesi, takviye edilmesi gerek. Öldüğüm zaman belgelerim Müzeye bırakılsın isterim ama, oraya konulan her şeyin değeri çok iyi bilinmeli, çok iyi korunmalı,” diyordu.  “Yunanistan ve Ermenistan’daki tiyatro müzelerini gezdim. Leblebici Horhor’un ilk Yunanca temsilinden aksesuarlar bile muhafaza edilmiş. Ermenistan’da buradaki ünlü Ermeni tiyatrocuların fotoğrafları asılı duvarlarda. Hangi tarihlerde hangi oyunlarda oynamışlar belirlenmiş… Bende Darülbedayi’nin ilk oyunu,  Darül Talim-i Musiki Heyeti’nin ilk programları var. İlk oyunda Muhsin Ertuğrul’un yanısıra Nurettin Şefkati, Onnik Binemeciyan, Roza Felekyan, Sara Mannik, Eliza Binemeciyan rol almışlar… Bunlar tiyatro arşivlerimiz için önemli belgeler. Muhsin Hoca Tepebaşı’ndaki Dram Tiyatrosu’nu Tiyatro Müzesi yapacaktı ama yaktılar o güzelim binayı. Biz, yapıcı değil, yıkıcıyız.”

‘Yıkıcı’ sözcüğü birden, bir zamanlar Marie Bell, Charles Boyer gibi yıldızları, yabancı ve yerli tiyatro topluluklarını konuk eden Saray Sineması’nın ki daha öncesinde Lüksemburg Sineması’ydı, üç-beş ay içinde nasıl yerle bir ediliverdiğini çağrıştırdı. Bakalım Emek Sineması sokağının köşesinden başlayarak boydan boya yükselen o kocaman paravan kalkınca nasıl bir binayla  karşılaşacağız? Öylesine korkunç bir maddi-manevi yıkım çarkı içersindeyiz ki…  Saray yıkılmış, yıkılmamış kimin umurunda? İnsanlar hızla oradan oraya akıyorlar Beyoğlu’nun o karmaşa ortamında… “Ne yazık ki her geçen gün Beyoğlu’nda lahmacuncu sayısı artıyor ama tiyatrolar azalıyor” diyen Hagop Ayvaz duyduğu acıyı şöyle dile getiriyordu yıllar önce yaptığımız bir söyleşide: “Lahmacuncular midemize, tiyatro ise kafamıza, kalbimize hitap eder.” Yıllar içinde, lahmacun yerini dönere bıraktı. Yine bir gün,  Taksim Meydanı’nı istila etmiş dönercilerden başlayarak, ağır et ve yağ kokusunu içimize çekerek (çünkü her köşe başı ya dönerci, ya köfteci ya da bir zamanların ünlü Degüstasyon Lokantası’nın şimdiki hali gibi dürümcü) uzanıyoruz Tünel’e doğru. Dinliyorum Hagop Beyi:  “Ses, eski Fransız Tiyarosu, İstanbul’un ilk tiyatrolarından ve en güzellerinden biridir.  Haldun Dormen yıllarca orada perde açtı. Şimdi de Ferhan Şensoy yaşatmak için uğraşıyor.  Bir zamanların ünlü Naum Tiyatrosu da Galatasaray’da inşa edilmiştir. Galatasaray Lisesi’nin karşısında. Yandı, büyük Beyoğlu yangınında. Şark Tiyatrosu, Tokatlıyan Pasajı’nın bulunduğu yerdeymiş. Saint-Antoine Kilisesi’nin yerinde de ünlü Concordia Tiyatrosu varmış yazlık bahçesi ve kışlık salonuyla. Sonra, yıkılıyor ve yerine kilise yapılıyor 1905’te. Çiçek Pasajı’nın yanındaki sokağın adı bugün de Sahne Sokak’tır. Şimdi kaderine terkedilmiş, pasaj olmayı bekleyen Lüks Sineması da vaktiyle Odeon Tiyatrosu’ydu. Darülbedayi, Tepebaşı Dram Tiyatrosu’na geçmeden önce iki yıl orada oynadı. Turneye gelen yabancı sanatçılar, tiyatro grupları Saray Sineması’nda oynardı. Elhamra, uzun yıllar İstanbul Tiyatrosu’na ve Engin Cezzar-Gülriz Sururi Topluluğu’na mekan oldu.” 1960’ların sonlarına doğru Ayfer Feray-Nisa Serezli Tiyatrosu’na da ev sahipliği yapan Alkazar ise artık içinde sefertası gibi üç sinema salonu barındırıyor. En azından yıkılmadığı, o güzelim dış cephesi korunduğu için mutlu olmak gerekir herhalde. “Küçük Sahne ve Ses, tiyatro olarak hala direnen yapılar. Kahire Operası’nın minyatürü olan Tepebaşı Tiyatrosu’nu Muhsin Bey müzeye dönüştürecekti. Yaktılar. Yazık oldu. Tıpkı Aksaray Küçük Opera, Kültür Sarayı, Şan Tiyatrosu gibi yakıldı. Şan’ın  mimarı Yetvart Şahbaz dostumdu.  Usta işi, sağlam bir binaydı. Tabii ki elektrik kontağı değil, Muzır Müzikal neden oldu o güzelim binanın yanmasına…”

Muzır Müzikal veya Sezuan’ın İyi İnsanı, Cadı Kazanı veya Devr-i Süleyman… Bir bakıyorsunuz elektrik kontakları acımasızca kopartıyor toplumların geçmişleriyle olan bağlarını!

Bir başka gün de Hagop Ayvaz’la Ortaköy’e uzanıyoruz. İlk tiyatro binası Ortaköy’de  Ermeniler tarafından yapılmış. Fasulyeciyan da ilk kez burada çıkmış sahneye. Aydınlık, pırıl, pırıl temiz bir mahalle burası ama, orada yaşayanların bile haberleri yok bir zamanlar orada Türkiye’nin ya da İstanbul’un ilk tiyatro binalarından birinin bulunduğundan. “Yirmi yıl öncesine kadar yıkıntı halinde duruyordu bina… Sahnesi bile yerli yerindeydi,” diyor Hagop Bey. Şimdi ise karşımızda kapı numarası (5) olan küçük bir apartman duruyor. Betona karışmış her şey…  Öfkelendiriyor insanı tüm değerlerin hoyratça yok edilmesi.

Bu arada devam ediyor Hagop Bey, “Ortaköy’den Pangaltı’ya geçersek karşımıza Pangaltı Tiyatrosu çıkar. Burada ilk oynayan grup Ermenilerden oluşan Gençler Temaşa Heyeti’ydi.  Tahta bir binaydı. Biz de onbeş günde bir temsiller verirdik orada. Sonra yıkıldı ve yerine kagir bir bina yapıldı, yine tiyatro olarak. Bir süre sonra sinemaya dönüştürüldü. Şimdi ise, mirasçıları anlaşamadığı için boş bekliyor.”

****

Daha çok gezeceğimiz yerler vardı sevgili dostumla. Yazlık tiyatro mekanlarını dolaşacaktık. Yapamadık. Zamanı yetmedi. İçindeki tiyatro ateşi hiçbir zaman sönmedi ama yaşam ateşi sönüverdi… 2005 yılında, Tiyatro Eleştirmenleri Birliği ilk Onur Ödülü’nü Hagop Ayvaz’a sundu. Bu güzel haberi ona iletme görevi bana verildi. O gün de kendisine Kulis dergilerini ve arşivini İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Kütüphanesi’ne bağışlaması için gerekli temaslarda bulunabileceğimi bir kez daha belirttim. Biraz beklememi ve önceliğin, herkesin erişebileceği bir yer olduğu için, Atatürk Kitaplığı’nda olduğunu söyledi. Zaman aktı, geçti. Yaşamlardaki hızlı tempo kimi zaman olayların üzerine gitmemizi engelliyor…

Ölümünün ardından, dergileri ve arşivini Agos gazetesine verdiğini öğrendim. Agos tarafından Hagop Ayvaz adına gazetede özel bir bölüm tahsis edilmesi tabii ki çok sevindirici bir gelişme. Bir kıymet bilirlik örneği. Yine de, her şeyden önce, kalıcılık ve devamlılık açısından bu belgelerin yeri Atatürk Kitaplığı, Üniversite Kitaplığı veya da yakın bir gelecekte soluk almaya başladığı taktirde (umudun sonu yok) Tiyatro Müzesi olmalıydı diye düşünmekten kendimi alamıyorum.