Kızıltepe Etkin Sanat Merkezi’nden Emrah Koyuncu İle Söyleşi

Bu metin, Mimesis Tiyatro/Çeviri-Araştırma Dergisi’nin 14. sayısında (Mayıs 2008) yayınlanmıştır.

Bu söyleşi, Ayşan Sönmez, Cüneyt Yalaz, Fırat Güllü ve Sevilay Saral tarafından Ekim 2007 tarihinde yapılmıştır.

Emrah seninle konuşmak istediğimiz konuları birkaç başlık altında topladık. Bugün Etkin Sanat Merkezi ve buradaki tiyatro faaliyetleriniz üzerine, bu yıl İstanbul Alternatif Tiyatrolar Girişimi’nin (İATG) şenliğinde sergilediğiniz “Onu Beklerken” üzerine ve kültürel çoğulculuk özelinde yürüttüğünüz araştırmalarınız hakkında sohbet etmek istiyoruz. Ancak bütün bunlara geçmeden önce bize biraz hayat hikâyenden bahsedebilir misin? Hangi rüzgâr seni tiyatrocu yaptı?

Vallahi tiyatro benim içimde hep vardı aslında. Ama bu işi profesyonel bir şekilde yapayım diye hiç düşünmemiştim. Ta ki üniversiteye kadar…

Üniversiteyi nerede okudun?

Denizli Pamukkale Üniversitesi, Tarih Bölümü’ne girdim ve birinci sınıftan itibaren oradaki tiyatrolarla çalışmaya başladım. Gölge Tiyatrosu, Anadolu Sanat Tiyatrosu gibi farklı tiyatrolara katıldım. Denizli’de üç yıl kaldım. Sonrasında, artık bir karar vermek gerekiyordu. Çünkü baktım tarih bölümünü okuyamayacağım; hatta okul bana ayak bağı oluyor, okulda vize-fi nal dönemlerindeyiz, biz ya turnedeyiz, ya provalardayız. Bir yaz tatilinde, en azından aileye kararımı açıklamak için Kızıltepe’ye geldim, “ben üniversiteyi bırakacağım, tiyatrocu olacağım, haberiniz olsun” dedim. Tabii sancılı bir dönem oldu. Sonra Kızıltepe’deki Eğitim-Sen’li arkadaşlar, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü için bir oyun düşündüklerini söylediler.

Hangi yıl oluyor bu?

2002 yılıydı. Biz Eğitim-Sen’deki arkadaşlarla, bir ekip çalışması halinde oyuna başladık ve özellikle çalışan kadınların, Kızıltepe’de veya başka bir yerde yaşadıklarını, sorunlarını ve sıkıntılarını araştırmaya koyulduk. Öyküler hazırladık ve bu öyküleri oyunlaştırdık. Hazırladığımız oyuna gelen tepkiler çok iyiydi. Ben tam bavulumu hazırlamış Kızıltepe’den gidecekken, “niye bir oyun daha yapmayalım”, dediler. Tekrar oturduk ve bir şeyler yaptık. Baktım ki oradaki insanlar tiyatroyu sevdiler, bir seyirci kitlesi var, bende şöyle bir düşünce gelişti: “Niye burada kalıp, tiyatroya burada devam etmeyeyim?” Böylece Kızıltepe’de kaldım ve kurumlarla çalışmaya başladım. Kızıltepe’deki Halk Eğitim Merkezi’nde bir oyun çıkardık. Bu oyundan sonra kararımı verdim: Kızıltepe’de kalacağım, bu işi burada yapacağım, yaptığım şeyi buradan başka yerlere taşımak için uğraşacağım. 2003’ün sonlarına doğru, Kızıltepe’de Etkin Sanat Merkezi’ni açtım ve o günden beri de oyunlarımız çıkıyor.

2002 yılında, sen Mardin’e döndüğünde Eğitim-Sen’in yerleşik bir tiyatro grubu var mıydı? Yoksa seninle başlayan çalışmalar sonrasında mı bir hareketlenme oluştu?

Öncesinde bir tiyatro çalışması yoktu. Bana şöyle dediler: “Biz 8 Mart gibi günlerde en fazla bir toplantı ya da panel yapıyoruz, neden bir tiyatro oyunu da olmasın?” Eğitim-Sen’de benim tiyatrocu kimliğimi bilen yakın dostlarım vardı; “böyle bir şey düşünüyoruz, ne dersin”, diye sordular. Gönüllü arkadaşlarla çalışmaya başladık ve oyunu çıkardık. Şunu özellikle belirtmek istiyorum, o dönem çalıştığımız kadro iki oyunla kendini ortaya çıkartan sağlam bir kadroydu. Ben ilk defa komplekssiz insanlarla çalışıyordum; sadece tiyatro için bir şeyler yapmak isteyen insanlardı. Ama işte sorun şurada başlıyordu; 657’ye tabiydiler, öğretmendiler. O vakit Kürt dili üzerinde çalışan arkadaşlar da vardı; yazıp çizen, dergi çıkarmak için uğraşan arkadaşlar vardı. Bu çalışmalar duyuldu zamanla, sonra teker teker ve toplu sürgünler başladı ya da atamalar yapıldı ve bu kadro dağıldı. Gönül isterdi ki Eğitim-Sen’in o kadrosu kalsaydı. Şimdiye çok daha sağlam bir şey çıkardı. Biz farklı bir şey yapalım diye ortaya çıkan insanlardı onlar, ama sonu böyle bitti.

Mardin’e geçmeden önce Denizli’deki tiyatro faaliyetin hakkında konuşabilir miyiz? Sen tiyatroya orada başladın değil mi?

Evet, orada başladım. Denizli bende, neden bu işi profesyonelce yapmayayım, düşüncesinin oluşmasını sağladı. Ama oradaki tiyatroların şöyle bir handikapı vardı. Sanki tiyatro, tiyatro olmaktan çıkmış artık bir manav, bakkal dükkânı gibi bir hal almaya başlamıştı. Çünkü “senin seyircin benim seyircim”, “senin oyunun benim oyunum” gibi bir didişme vardı sürekli. Ben, mesela, bir tiyatrodan kovulmamı ya da ayrılmamı şöyle açıklayayım. O dönem Karşı Tiyatro’nun bir oyunu vardı, Çehov’un bir oyununu sahnelemişlerdi, ben de gittim ve oyunu çok beğendim. Mizansenleriyle, buluşlarıyla çok güzel bir rejiyle çıkmıştı. Ben çıktım oyunu ayakta alkışladım. Oyunu ayakta alkışladım diye savunmamı istediler benden. “Sen nasıl onları ayakta alkışlarsın!?” Şimdi böyle bir yapının içerisinde sen kalk tiyatro yapmaya çalış. Bu bana çok ilginç geldi, bu yüzden soğudum ve birçok tiyatroyla zaten anlaşamadım. En son, Kızıltepe’ye gelmeden önce, Ankara Halkevleri ile çalışmak için küçük bir girişimim oldu ama muallakta kaldı. Sonra Kızıltepe süreci başladı ve burada kaldık. Fakat Denizli’nin yapısı beni hiç tatmin etmedi. Bu tür didişmelerin ve çirkefliklerin olduğu bir yerdi.

Ticari kaygıların ön planda olduğu bir ortam tanımlıyorsun.

Kesinlikle. Bir tiyatrocu diğer tiyatrocuya nasıl böyle saldırabilir! Zaten senin sorunların aynıdır; sıkıntıların aynıdır, birbirine destek olmaya baksana. Ortada bir emek vardır ve sen o emeği en iyi bilensin. Hepimiz bir oyun nasıl çıkar biliyoruz. Oyunun en zahmetli aşaması oyun yazımı, bu bittikten sonra uzun süre provaları, sonra “aman ben nasıl dekor bulabilirim, nasıl afiş yapabilirim” koşturmacası. Bu senin 6-7 ayını hatta belki 1 yılını bile alabilecek bir emektir. Seyirci gelir orada en fazla 1-2 saatini görür. Ama onun arkasındaki emeği en fazla sen bilirsin. Bu kadar bariz bildiğin bir şeye karşı böyle bir tavır, böyle bir duruş sergilemek bana çok doğru gelmedi. Bu yüzden de anlaşamadım. O zaman durum böyleydi, şu an nasıldır, bilmiyorum.

Şu an hiçbir ilişkin kalmadı mı Denizli’yle?

Kalmadı.

Peki, bize biraz kendin hakkında da bilgi verir misin? Mesela kaç yılında doğdun, ilkokulu nerde okudun, nasıl bir aile yapısı içinde yetiştin?

Ben 1978 yılında, Mardin’in Derik ilçesinde doğdum. Derik’in yapısı benim çok hoşuma gider. Derik bana oldum olası kendimi sanki bir karikatür, bir mizah dergisindeymişim gibi hissettirir. Şöyle bir anekdot anlatayım size: Derik’e girdiğiniz zaman, hemen meydanda sizi bir heykel karşılar: Xetto ve Remmo. Bu ikisi kardeştir; ikiz kardeştirler, ikisi de delidir ve bu heykel oranın simgesidir. Derikliler meydana delilerin heykelini koymuşlar. Sadece bu bile oradaki yapıyı anlatmak için yeterli. Oranın söylenceleri çok fazladır ve dili çok naiftir. İnsanların ilişkisi de öyledir. Çok fazla içki tüketilir. İnsanlar kendi evlerinde şarap yapar içerler. Galiba içki kültürünün içinde biraz böyle hafifmeşrep, karşı taraftakini rahat kabul edebilen bir yön var. Ben oranın haliyle tavrıyla büyüdüğüm için, doğduğumdan beri bizim evde böyle bir rahatlık vardır.

Bir Ömer Hayyam’lık vardı diyorsun…

(Gülüşmeler) Öyle diyelim. Benim babam da çok iyi içiciydi. Aile yapım da çok rahattı. Bana “oğlum sen konuşma, küçüksün” hiç denmedi. Tam tersine, işte böyle amcalar, babalar, büyükler oturup konuşurken, babam da hep, “oğlum hadi sen de konuş, bir şey söyle” derdi. Bu nedenle hiç kendi içimde bir şeyi gizlemedim, saklamadım, ailem de buna izin verdi. Annem de çok demokrat bir kadındır, çok ilericidir, iyi bir okurdur ve kendi kültürünün içinde yaşayan biridir. Bu yüzden evin içerisinde aynı zamanda feminist bir tavır da vardır. Bana hiçbir zaman kendi kız kardeşime, “bana bir bardak su getir”, dedirtmemiştir: “Sen kalk kendin getir, ha yorgunsan tamam, olabilir ama sen kendin yapabileceğin bir işi ondan isteme”. Böyle güzel bir ailenin içinde yetiştim.

Benim tiyatroya başlamam da galiba annemin sayesinde oldu. Kendisi radyo tiyatrosunun hastasıydı. Bizim evde çok fazla televizyon izlenmezdi. O dönemlerde annem Rutkay Aziz’in sesine hayrandı. Hiç tanımamıştır, görmemiştir ama Rutkay Aziz dediğin zaman yüzü şöyle bir değişir. Ben bu radyo tiyatrolarıyla büyüdüm. Hayal gücüme, imgelemime birçok şey katmışlardır. Sonra kendi kendime oyunlar yaratmışımdır, bir tanesinde bir kral olmuşumdur, bir tanesinde bir başka kahraman, evin içerisinde öyle tek kişilik oyunlar halinde dolanmışımdır. Şimdi aile yapısı böyle olunca, tiyatrocu olman için ortamın hazır oluyor, çünkü baştan rahatsın, imgelem kazanmak adına her türlü imkânı veriyorlar. Sonra, ben 5-6 yaşlarındayken Kızıltepe’ye taşıdık. Derik çok rahattır ama Kızıltepe’nin yapısı biraz daha değişiktir. Çünkü çok farklı siyasal durumlar, duruşlar vardır; çok daha serttir ve o süreçte her hal-tavır kabul edilmezdi.

Derik’in etnik yapısı nasıldı?

Önce şunu söyleyeyim. Kürtçede kiliseye “dêr” denir. Derik, kiliselerin olduğu yer anlamına gelir. Orada Hıristiyan birçok aile vardır, hala da durur bir iki tanesi. Mesela Hizbullah olaylarında Kızıltepe’de, Batman’da ve diğer ilçelerde birçok faili meçhul durum yaşanmışken Derik’te hiç olmamıştır. Derik’te de Hizbullah vardı; bir yerde konuşlanmışlardı ama hiç kimsenin kanı dökülmemiştir. Yapamadılar bunu. Hala insanlar komşudur; birbirlerine bakarlar, alışverişlerine devam ederler, ha evlilik falan yoktur ama. Eğer bir Hıristiyan aile evlenecekse, ya Midyat’a gider oradaki Hıristiyan bir kızla evlenir veya başka bir yere. Ama o birbirini kabul etme kültürü, o hoşgörü Derik’te çok yerleşmiştir.

Sizin aile yapısı Kürt-Alevi mi?

Hayır, sadece Kürt. Alevilik yok bizde. Kızıltepe’de siyasi duruş çok serttir dediğim gibi, çünkü orada durum şuydu: “Yurtsever misin?” “Yurtseverim.” “O zaman şu müziği dinleyeceksin, tavrın şu olacak, söylemin bu olacak…”

Kamplaşmış bir yapı mı vardı?

Kesinlikle. Mesela çok başka düşünen, başka yaşayan, başka duran bir kişiyi kendi içinde barındırmazdı Kızıltepe. Senin saçın sakalın, duruşun, tavrın hepsi aynı olacak. Sonrasında yavaş yavaş bu kırılmaya başladı. Tabi çok fazla göç aldık. Boşaltılan köylerden sonra, nüfusu 50 bin iken, birden bire 250 bine ulaşan bir ilçedir Kızıltepe. Tabii bunun da beraberinde getirdiği sorunlar var; koruculuk sistemini yaşadık, Hizbullah’ı yaşadık, birçok ölüm yaşadık. Ben çocukluğumu bilirim, bazen televizyonda izlerdim, “bizim bisikletimiz olsun” derdi çocuklar veya “şunu istiyorum”, derdi. Ben de o gece çatışma olmasın, silah sesi duymayayım isterdim. Böyle bir korku vardı çocukluğumuzda ve bunlar istemlerimize de yansıdı. Çünkü akşam oldu mu birden bire, önce bir iki el silah sesi, ondan sonra füze, bomba sesi, ondan sonra sabahlara kadar çatışma. Bağrışmalar duyarsın, sesler duyarsın, bu senin o çocuk bilincini etkiler, korkarsın, yorgana sarılırsın… Bu yüzden pek devletle de barışamadım, o üniformayla barışamadım… Çocukluğumun bende böyle bir etkisi var. Sadece silah sesi duyuyorum.

Sonrasında süreçler ilerledikçe, bir şeyler değiştikçe, Kızıltepe’de yavaş yavaş bir kültür-sanat ortamı da şekillenmeye başladı. Birdenbire edebiyatla ilgilenen insanların olduğunu fark ettik. Benim gibi, tiyatro yapan biri çıktı; resim, heykel çalışmaları yapılmaya başladı. Ve şu an Kızıltepe, gerek donanımı gerek enerjisiyle, kültür-sanat alanında gerçekten Diyarbakır’la yarışan, onun kadar olmasa bile ondan sonra gelebilecek bir yerdir. Böyle bir yerde tiyatro yapıyorum.

Baban ne iş yapıyordu senin?

YSE’de şofördü.

Annen çalışmıyor…

Annem çalışmıyor, ev hanımı. Ben 16 yaşındayken babam öldü. Bundan sonra biz, annem, ben ve çocuklar şeklinde büyüdük. Sonra ben üniversiteye gittim. Şimdi hala beraber yaşıyoruz.

Üniversiteye hangi yıl girmiştin?

1998’de başladım. 2002’de bıraktım. Çünkü dediğim gibi, olmayacaktı, başından beri bir başkasının hakkını gasp etmiş gibiydim. Bir başkası daha iyi okuyabilirdi benim yerime. Ama üniversitenin, benim hayatıma tiyatronun girmesi ve bu işi profesyonelce yaparım düşüncesinin gelişmesi açısından çok faydası oldu. Bir de tabii nasıl bir tiyatro yapmak istiyorum düşüncesinin şekillenmesinde. Az önce bahsettiğim gibi, “ben böyle bir oyuncu olmak istemiyorum” ya da “beraber çalışacağım arkadaşlarımın bu tavırda olmasını istemiyorum” türünden fikirlerin geliştiği bir yerdir üniversite. Bu anlamda iyi de olmuştur. Üniversiteden bundan başka bir şey almadım, sadece şunu öğrendim: Her türlü devlet kurumundan uzak dur. (Gülüşmeler)

Kaç kardeşsiniz?

Beş. İki erkek üç kız.

Tiyatro yapan var mı başka?

Süheyla var, bizim en ufağımız. Israrla ben konservatuar okumak istiyorum, dedi. Ben sürekli tartıştım, çok ısrar ettim. “Bak konservatuarda nasıl bir sistem olduğu bellidir, hatta seni de almazlar, bunu da bil” dedim. “Ama içinde kalmasın, ağabeyin olarak ben gereken her şeyi yaparım, ama burada da benimle tiyatro yapabilirsin, istediğin rolü sana yazalım oyna…” (gülüşmeler) Eee, tabii tiyatroda oyuncunun tatminini de gerektiriyor. “Hayır” dedi, “ben okuyacağım” diye tutturdu; böyle bir havalara girdi, “konservatuara gideceğim” dedi. “İyi” dedik, geldi buraya Mimar Sinan’da sınava girdi. Daha önce iki kere daha sınava girdi. Eskişehir’de. Ali Düşerkalkar beyefendi de jürisindeydi. “Nerelisin” diye sormuş kendisine. “Mardinliyim” demiş. “Sen şimdi Kızıltepeliyim de dersin” demiş. Çünkü o dönem Uğur Kaymaz’ın davası Eskişehir’de görülüyordu. Bu yüzden Kızıltepe “iyi” biliniyor. Hemen başlamışlar kızın üzerine gitmeye. Bu Ali Düşerkalkar beyefendi kardeşime “konuşman şiveli, en iyisi sen boş ver tiyatroyu, başka bir şey yap” diyerek, aşağılamaya kadar vardırmış işi. Geri geldiğinde tiyatroya, her şeye küsmüştü; hatta ırkçı bir tavır oluşmuştu. Ben bunu çok büyük bir tehlike olarak görüyorum. “Bak” dedim, “böyle şeyler olabilir, bu sadece bir örnektir, başka şeyler de var, girdikçe yaşadıkça öğreneceksin” dedim. Ondan sonra geldi buraya. Mimar Sinan’a girdi, olmadı ve İstanbul Üniversitesi’ne girdi, o da olmadı. Şimdi tiyatro yapmıyor ama içinde bir ukdedir. Şu an Isparta’da üniversite öğrencisi. “Bari oradaki üniversitede veya oradaki ekiplerle bir şeyler yap” diyorum Ama galiba hala istediği bu değil. Bakalım… Bizim bütün kapılarımız açık. Etkin Sanat Merkezi’nde gelip yapmak isterse, hay hay. Şu an tiyatroyla bir ilgisi yok. Ama her an gelebilir.

Ne okuyor…

İşletme …

İlerde tiyatronun patronu olabilir belki… (Gülüşmeler) İstersen şimdi Etkin Sanat Merkezi üzerine konuşalım. Kızıltepe’de tiyatro yapmaya, 2003 yılında Eğitim-Sen’le başladığını söyledin. Buradan devam edelim mi?

Eğitim-Sen’le yaptığımız çalışmadan sonra, Halk Eğitim Merkezi’nin o zamanki müdürü, “mademki Halk Eğitimler sadece dikiş-nakışa açık değil, madem yönetmelikte tiyatro çalışmaları da yapılabilir diye geçiyor, madem sen de buradasın, gerekli donanımın ve sertifikaların var, o halde bir kurs açalım ve beraber bir şeyler yapalım” dedi. Ben de “hay hay” dedim. Ve o esnada liseden ve farklı meslek gruplarından bir sürü insan gelip kursa kaydını yaptırdı ve biz 6 ay boyunca 22-23 kişiyle çalışma yaptık. “Diğerleri” diye bir oyun çıktı ve sadece Kızıltepe’de 15-16 seans oynadı. Çok da iyi gitti.

Oyunu siz mi yazdınız?

Ben yazdım. Daha sonraki süreçte size anlatırım niye sadece “ben” varım diye. Bu oyun bittikten sonra, bir kurumla çalışmanın çok zor olacağını fark ettim. Bir kurumla çalışırken istediğim her şeyi söyleyemeyeceğimi, sürekli prosedürlerle protokol arasında sıkışacağımı gördüm ve dedim ki, “madem tiyatroya burada başlayacağım, o halde benim bir yere ihtiyacım var, özgür bir alanım olmalı.” Böylece Etkin Sanat Merkezi’nin çalışmaları başladı. Benim tek kişilik bir oyunum vardı, “Düş, Resim ve Unutulmuş Zamanlar” diye. Bu oyundan kazandığım ne varsa topladım, bir yer tuttum ve bir sanat merkezi haline getirmek için uğraştım. Akşam oyundan çıkar ve aldığım bütün parayla borçları öderdim. İşte öyle yavaş yavaş toparladık parayı. Bize burada kendini rahatça ifade etmek, bir şeyler yapmak isteyecek insanlar lazımdı.

Başladık tek tek görüşmeye… Eğitim-Sen’le, gençlerle, liselerle, çalışanlarla… Yavaş yavaş insanlar toplanmaya başladı. Hemen hepsi çalışan bir kadroyla başladık oyunlar çıkarmaya. Başlangıçta çok geniş kapsamlı düşünüyorduk bu işi. Resim öğretmeni arkadaşlar vardı, heykel branşını bitirmiş arkadaşlar vardı, “gelin burada atölye açın” dedim. Keza müzik alanında çalışanlarla görüştük; bağlamadır, gitardır, erbanedir… Hatta o dönem İzmir’den modern dans ile uğraşan bir arkadaş da geldi, “hadi” dedik “bir atölye yapalım”. Çalıştığımız binanın alt katını da kiralayayım, sinema salonu da kuralım istedim; Avrupa Sinemasını, bağımsız yönetmenlerin filmlerini vb. gösterelim. DVD ile gösterebilirdik, gelip 20-30 kişi bile seyretse iyidir. Yeter ki bir kıvılcım çıksın. Fakat daha sonrasında, bunun tamamını oluşturamadık çünkü tek başınaydım ve paramız yetmiyordu. Bir sorun oldu mu, mesela bir resim kursu açmışsın, öğrenci ile öğretmen arasında bir sorun çıktı, birebir senin gidip müdahale etmen gerekiyor, çünkü kendi içinde daha tam kurumsallaşamamışsın, görev dağılımın oluşmamış, herkes senden bir şey bekliyor. Baktım ki bunlarla uğraşırken tiyatroyu aksatmaya başlıyorum, çok ısrar etmeyeyim dedim. Sonra, 2004 yılında ortak karar aldık: “Bizim için şimdilik en önemlisi tiyatro ve tiyatroyla devam edelim” dedik. Şu an sadece tiyatro yapıyoruz. Geçen yılın başında Mardin Belediyesi, “bizim de bir belediye tiyatromuz olsun, sen de gel orada eğitmenlik yap, biz de gereken bütün masrafları, altyapıyı vb. karşılayalım, en azından bu tarz yükleri senin üzerinden alalım, sen de gel bizim adımıza burada tiyatro yap” dedi. Cazip bir fi kirdi.

Mardin Belediye Tiyatrosu’ndaki ve Kızıltepe’deki kadro aynı mı?

Aynı.

Kızıltepe’de çalışmaya devam ediyorsunuz ama adınız Mardin Belediye Tiyatrosu, öyle mi?

Öyle. Bütün çalışmaları Kızıltepe’de yaparız, sonra oyunu Mardin’e taşırız ve onlar adına oynarız. Ama bu ayın sonunda Mardin Belediyesiyle olan sözleşmemiz bitiyor.

Mardin Belediyesi ne gibi olanaklar sağlıyor size?

Şu an için pek bir olanak sağlayabilmiş değil.

Sizin Etkin Sanat Merkezi’nde oluşturduğunuz altyapı devam ediyor mu?

Devam ediyor. O hep kalacaktır ama ilişkiye geçtiğimiz kurumların isimleri değişecektir. Mardin Belediyesi olacaktır veya başka bir şey olacaktır ama Etkin Sanat Merkezi hep kalacaktır. Mardin Belediyesi, biz buraya turneye gelirken yol ve otel masraflarımızı karşıladı. Şu an için en azından böyle bir bilinçleri var. Fakat ileriki yıllarda ne olur, onu bilemiyorum. Güzel adımlar atılıyor. Mesela şu an Mardin Belediyesi’nin, ikincisi düzenlenen bir Sinema Festivali var. Bu festivalde kısa ve uzun metrajlı filmler gösterilecek. Hiç sineması olmayan bir belediye birden böyle bir şey yapıyor. Hatta “Pedro Almadovar’ı getirteceğiz” diyorlar, önümüzdeki sene için kesin söz vermiş. Belediyenin yapmış oldukları bir umut veriyor en azından. Bir kıvılcım oluşmuşsa, tiyatrosuna da gereken önemi verecektir.

Gidip Mardin’de çalışmanı istemiyorlar mı?

Oraya gidiyoruz zaten. Oyun, çıktıktan sonra hemen orada sergileniyor. Aslında belediyeyle çalışmaların sonuçlarını görmek açısından biraz daha zamanın geçmesi gerekiyor. Bu ilk defa olan bir şey, onlar da böyle bir yapıya alışık değiller ama umutluyum, zaman içinde kendini daha da gösterecektir, özellikle bu festivallerin, daha fazla kültürel aktivitenin oluşması umut veriyor.

Kızıltepe Belediyesi ile bir ilişkiniz var mı?

Kızıltepe Belediyesiyle de ilişkilerimiz var. Ama profesyonel şartlarda değil. Belki ileriki aşamalarda bu da oluşur. Belediye Başkanıyla ve oradaki çalışanlarla diyalogumuz sıcak fakat daha onlardan böyle bir teklif gelmedi.

Neden?

Şimdi… Kendi derin devletimiz, siyasal yapılanmamız da alternatif bir şeyi kabul etmiyor. “Yapacaksan bunu Kürtçe yapacaksın, eğer Kürtsen tabii” diyorlar. Kendilerine ait bazı kriterleri var. Ve o kriterlerin dışına çıkmak istemiyorlar. Sanatı her anlamda siyasallaştırma eğilimi var. “Yapacaksan şunu, şunu, şunu anlatarak, söyleyerek yapacaksın”. Ya da yine “yapacaksan bizim kurumlarımız bünyesinde yapacaksın, kendi başına bağımsız neler çeviriyorsun sen bakalım öyle.”Aslında seni biliyordur, görüyordur ama işte bilmezden görmezden geliyordur. Galiba bu biraz daha devam edecek gibi görünüyor.

Biraz bakış değişikliği yok mu?

Yavaş ilerleyen bir değişiklik var.

Kızıltepe’deki kurumların bir tiyatrosu var mı peki?

Hayır yok. En son Kızıltepe’de Mezopotamya Kültür Merkezi (MKM) açıldı. Ama bir şey yapamadı. Şu an ellerinden sadece bir folklor ekibi ve bir de çocuk korosu var.

Peki, Kızıltepe ve Mardin’deki tiyatro ortamına dair genel gözlemlerinden bahseder misin? Etkin Sanat Merkezi bu ortam içinde nerede duruyor, başka ne tür yapılar veya gruplar var? Amatörlerin durumu nedir, profesyonelleşme girişimleri var mı?

Mardin’i ve civar ilçeleri ayrı tutmak istiyorum. Çünkü Mardin hala göç alan bir yer. Mardin, dizilerin memleketi olmaya başladı. Mardin’e özgü nerdeyse bir film platformu oluşuyor gibi geliyor bana. “Sıla” dizisi mesela. Artık bütün bakış bu yönde. Ve galiba yavaş yavaş bu ilerleyecek de. Mardin’in kendine özgü bir konumu var, eski mimari, taş yapı vb. Onlar için bu sadece görselliktir, başka hiçbir şey yok. Artı, Mardin’in dünya kenti olması gibi bir gündem de var. Gerçekten de böyle midir, açıkçası pek bilmiyorum. Bu söylemden dolayı bu tarz “kültürel aktiviteler” daha ön plana geçiyor. Projelerin tamamı buna yönelik. Bu yüzden Mardin’de tiyatro ekibinin oluşması, bağımsız olarak bir ekibin kurulması, farklı bir kültür merkezinin açılması şu an için zor görünüyor. Yok, olmayacaktır da. Belki ileriki aşamalarda bir Devlet Tiyatrosu kurulabilir.

Herhalde dizilere oyuncu kaynağı oluşturmak açısından yatırım yapılıyordur…

(Gülüşmeler) Öyle. Mesela bu “Sıla” dizisi çekilirken bana ağanın en yakın arkadaşı, Süryani bir tip var ya, o rol teklif edilmişti. Hande Ataizi ve Tuncel Kurtiz’in, Nusaybin’de bir dizisi oldu. Onlar da oyuncu aramaya geldiler. Gelir gelmez ilk söylenen şu: “Bize pos bıyıklı, esmer, kavruk insanlar lazım”. (Gülüşmeler) “Yok! Bizde bu tip yok! Kalmadı, bulursanız getirin.” (Gülüşmeler) Ben bu yapının bir parçası olmak istemiyorum. Çünkü belli; göstereceği şey belli, sunacağı şey belli. Yıllarca biz bundan çekmedik mi? Kürt imgesi veya bir Doğulu imgesi nedir: Esmer, siyah, böyle pos bıyıklı, kaba saba konuşan, bir elinde tespihi vs. Bunun çok önüne geçilemedi ve hep böyle tanındık, böyle bilindik. Şimdi sen Kürtleri haber olarak böyle yaptın, roman olarak böyle yazdın, her şeyi böyle yaptın, şimdi yine en çok çiğnenen ve tükürülen şeyle, dizi ile de bunu yapmaya çalışıyorsun. Bakış açısı bu yönde olduğu sürece Mardin de, civar ilçeler de, Diyarbakır da, yapılan her şey hep bu bakışa hizmet edecektir.

İçerden de bir direnç yok galiba…

Yok, tam tersine.

Çok mu mutlu halk?

Halk çok mutlu, çünkü bu beraberinde bir ticaret sağladı. Mardinliler zaten ağırlıklı olarak ticaretle uğraşan insanlardır. Dizilerle beraber oteller açılmaya, turlar düzenlenmeye başladı; takılar tokalar çıktı.

Diziler de kendi sektörünü kurdu orada.

Tabii ve bu devam edecek gibi duruyor. Oteller dolu, yenileri açılıyor, Kervansaray Otelleri var, hani o Mardin’in “dokusunu” gösteren şeyler. Benim üzüldüğüm bir nokta şu: Asıl karşı durması gerekenler karşı durmuyor. Bunun başında Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi geliyor. Şu anki dizilerin tamamında o oyuncular oynuyor. Siz bir şeye muhalif duruş göstermek için tiyatro yaptığınızda, kendinizi böyle mi sergiliyorsunuz? Alternatif olmayabilirsiniz, bu da bir seçimdir. Ama neden siz buna bu kadar prim verdiniz? Yani o ağanın kapısının önünde durmak sana ne getirecek? Hangi egoyu tatmin edecek? Sana para olarak ne kazandıracak? Yoksa kendini çok sinik, çok aşağılanmış, çok geride gördüğün için, ilk pencerenin önüne çıkıp işte beni görün demek adına mı böyle yapıyorsun. Bunun üzerine çok tartışabiliriz.

Senin de söylediğin gibi, bu bir tercih. Alternatif olduğunu ifade ettiğin bir şeye ortak olmak tutarlı bir yaklaşım değil.

Hayır, söylemde alternatif arkadaşlar. O dönem bana çok karşı geldiler. İşte “Kürt tiyatrosu adına şöyle atılım yapacağız, bunu yapacağız, şöyle yapacağız”. O zaman kabahatli olan kişi bendim. Ama şimdi bakıyorum ki, birdenbire ne değişti? Neler değişti ki, birdenbire bu sürece girdiniz? Şunu anlarım: Oyuncu her rolü oynar. Doğrudur, profesyonelse bunu hakkıyla yapar. Ama senin varoluşunu absürd bir biçimde, bütün gerçekliğinden kopararak gösteren şeyin içinde olmayı çok etik görmüyorum.

Orada temsil ediliş biçimini onaylamış oluyorsun. Bizzat karşı çıktığın ve farklı bir temsil biçimi örgütlemek için uğraştığın halde teslim oluyorsun.

Öyle tabi. İşte Mardin budur. Mardin Belediyesi’nin dizi pazarından farklı bir ortam kurmak için çok yoğun bir çabası var. Hakkını vermek için söylüyorum. Belediye de AKP’li ha! Kültürü doğru bir şekilde tanıtmak için ellerinden geleni yapıyorlar ve kültür adına da çok şey yapıyorlar. Belediye çok borçlu, birçok işçisinin maaşını ödeyemiyor ama buna rağmen bir film festivali yapmaya çalışıyor. Mardin’in ilçelerine geldiğimizde ise, Kızıltepe’de tiyatro yapan sadece Etkin Sanat Merkezi var. Bizlerin düzenlediği kurslar var, atölye çalışmaları var. Kısır bir şekilde duran MKM var. O da büyük ihtimal ya kendi alternatifini çıkaracak, kendini dönüştürecek ya da artık var olamayacaktır. Civar ilçelere baktığınızda, mesela Mazıdağı, Midyat, Derik, vb. yerler henüz kültür-sanat çalışmalarının farkında değildir; henüz bir kıvılcım oluşmamıştır. Tiyatroyu en fazla turnelerle gelen oyunlarla tanımıştır. Ama Nusaybin’i ayırmak istiyorum. Orada çok güzel bir yapılanma var: Nusaybin Eğitim Tiyatrosu. Öğretmen arkadaşlar bunlar. Aralarında benim kuzenim de var. Bu öğretmen arkadaşlar kendi aralarında buluştular, gittiler Kaymakam’a, “biz bir tiyatro ekibi olacağız, oyunlar çıkaracağız, sizden izin istiyoruz” dediler. “Artı, çıkaracağımız oyun budur ve gelecek bütün geliri bir okula bağışlayacağız” dediler ve çok da iyi bir çalışmayla çıkardılar oyunlarını.

Ne oynadılar?

“Ölümü Yaşamak”ı oynadılar, bir iki oyunları daha vardı. Şimdi hatırlayamadım.

Kendi metinleri mi?

Yok, henüz kendileri yazmıyorlar. Şöyle bir kaygıları da var. “Biz memuruz, aman amirlerimizi kıracak, kızdıracak bir şey yapmayalım”. Onlar tiyatroya başladılar ve Nusaybin’de bir şeylere önayak oldular. 5-6 seans sadece Nusaybin’de oynadılar. Mardin’de civar ilçelerde de organize ettik oynadılar ve bütün geliri de bir okula bağışladılar. Böyle bir kıvılcım vardı orada, ama şu anda ne durumda bilemiyorum. Çünkü uzun zamandır seslerini duyamıyorum. Yine bütün bu yapının dışında Viranşehir var. Benim gittiğim zaman korktuğum yerlerden biridir Viranşehir. Her anlamda viran bir şehirdir. İnsanı da öyledir. Serttir ve bu sertlik her şeyine yansımıştır. Yüzüne, konuşmasına, çizgilerine yansımıştır. Ama Belediye Başkanları Viranşehir’de bir kültür merkezi yaptırdı. Görmenizi isterim. Yani böyle bir salon Batılı şehirlerde bile yok. Harikulade bir tiyatro sahnesi, sinema salonu var. Çok iyi bir kültür sanat kompleksi oluşturuldu.

Burada sabit gruplar mı çalışıyor?

Yok. Turneye gelen gruplar var.

Viranşehir’in belediye başkanı hangi partiden?

DTP. Ben şöyle görüyorum, bu kültür merkezi, Viranşehir’in ilçesinin tüm dokusunu, yapısını değiştirecektir, buradan kendine has bir şey çıkaracaktır. Mardin’de ve civar ilçelerde festivaller de başlıyor yavaş yavaş. Böyle özel çabalar var.

Mardin’den başlayan bu kültür endüstrisi ilçelere de yayılmış durumda mı? Böyle bir şey gözlemliyor musun? Mardin için çok ticari bir ortam çizdin ama henüz ilçelere ulaşmadığını söyledin.

Henüz ulaşmadı. Ulaşması da zaman alacaktır. Ama bunun nedeni Diyarbakır’dır. Diyarbakır’dan gelen ses, bütün civar il ve ilçelere yansıdı. Özelikle DTP’li belediyelerin olduğu il ve ilçeler kendilerine Diyarbakır’ı model aldı. Fakat Mardin il olarak bu durumdan uzak. Onlar hala çekilen dizileri pazarlama kaygısında.

Bu tür diziler muhtemelen 4-5 yıl sonra artık bu kadar revaçta olmayacak. Bu durumda endüstrisi de kaybolacaktır. Bu işe yatırım yapanların elinde bir enkaz da kalabilir.

Artık alternatifi ne olur, bilemiyorum. Yüzyıllık evleri yıkıp yerine modern binalar mı yapılır, platformlar mı kurulur, ne olur bilmiyorum, ama dediğiniz doğru. Çok değil 4-5 yıl sonra bu ortadan kalkacaktır. Geriye hafızalarda ne kalacaktır? Hiçbir şey.

Bu anlamda Etkin Sanat Merkezi gibi mekanların ayakta durması önemli.

Muhakkak durmalı. Israrla. Ben hep diyorum ki Kızıltepe’de oluşan bu hareketlenme başka yerlere, Nusaybin’e de, Mardin’e de, civar ilçelere, Diyarbakır’a da, gidebildiği her yere gidecek. Kendini gösterecek, ayakta kalmak için uğraşacak, para kazanmak zorunda kalacak. Oyuncu çıkarmak zorunda kalacak, oyun yazmak zorunda kalacak. Bu olmak zorunda. Mademki biz başladık, mademki bir seyirci oluşturduk orada, oyunlarıma laf eden, takip eden, ne zaman çıkacak diyen bir seyirci oldu orada, artık biz istesek de bırakamayız.

Peki, Etkin Sanat Merkezi’nde, tiyatro çalışmalarını yürüten bir çekirdek kadro var mı? Ya da daha genişleterek sorarsak, Etkin Sanat Merkezi’nde işler nasıl yürüyor? Senin kurucusu olduğun bir yapı var ama neticede burada bir sürü arkadaş var. Nasıl çalışırsınız, işbölümünüz nasıldır?

Şöyle söyleyeyim. Bizim yaptığımız, her anlamda bir çalışan tiyatrosudur ve grubun bu işten para kazanan tek üyesi benim. Geri kalan bütün arkadaşlar ya öğretmendir ya da farklı bir iş kolunda çalışırlar. Ama çekirdek dediğimiz şey, hiçbir zaman bir kişi değildir. Benden başka iki arkadaş daha var. Başladığımız günden beri benimle olan Ali Erdoğan ve Savaş Kalkan var. Bunun dışında sürekli gelip giden insanlar oldu. Benim en çok ağırıma giden bu olmuştur. “Tamam, bir yapı oluştu” derken dağılıyorlar. Bir kurum ancak bir yapı oluşturunca ayakta kalabilir. Bir tek ben ayakta kalmayayım, buranın benden başka bir direği olmalı, başka birilerinin de çıkması lazım. Hatta, ben gideyim ama Etkin Sanat Merkezi kalsın. Her gelen bir başkasına devretsin veya bir çatı oluşsun. Ama oluşmadı bu, oluşamadı. Çünkü mekân Kızıltepe. Gelen en fazla 3 yıl kalabiliyor, 3 yıl sonra muhakkak gitmek zorunda kalıyor. Böyle bir hissiyat var insanlarda. “Tamam, artık burada çok kaldım ben, artık gideyim” diyorlar.

Devlet memurları için mi geçerli bu durum?

Herkes için.

Kadronun çoğunluğu devlet memuru, değil mi? Kızıltepe’nin yerlisi değil.

Yok, kadroda Kızıltepe’nin yerlisi de çok.

Onlar da mı gidiyor?

Gidiyorlar tabii. “Ben ömrümü burada mı harcayacağım” diyor ve gidiyor. Çünkü kendini ilk önce öğretmen olarak görüyor, sonra “tiyatro yapıyoruz, tiyatrocuyuz” diyor. Ama bu seneki ekip çok daha hoş. “Ben öğretmenliği bırakabilirim, oyuncu olacağım” diyen iki kişi var. “Bizler öğretmeliği sadece, hayatta kalmak, kiramızı ödemek, sigaramızı içmek için yapıyoruz” diyorlar. “Sen bize bu anlamda bir yol açabilirsen, biz bu işten para kazanabileceksek, öğretmenlikten aldığımız paraya yaklaşık bir şey kazanabilirsek, biz sadece tiyatro yapacağız, profesyonel olarak devam edeceğiz” diyorlar. Ama ne kurumsal olarak, ne de yapı olarak bunu karşılayamıyoruz. Ve dediğim gibi, gelen kişi 2 veya 3 yıl sonra, “ben gideyim artık, çok kaldım, biraz deniz göreyim, biraz yeşillik göreyim”, diyerek böyle bir yapıyı bırakıyor. Zaten söylenen şu: “Bizi burada bu tiyatro tuttu; bu çalışmalar, bu ekip durdurdu, yoksa çoktan giderdik.” Bu yüzden galiba daha uzun bir süre böyle devam edecek. Ya da kendi coğrafyasından, buralı olan ve buranın yapısında kalan kişiler olacaktır ki şu anki hedefi m bu. Oyunda iki genç arkadaşımız var, onlar Kızıltepe’nin çocukları. En azından, bu 4-5 arkadaşla bir şeyler yapabiliriz. Burada kalacaklarını söylüyorlar ve tiyatroya gereken ilgiyi gösteriyorlar. Bu arkadaşlar, biraz olgunlaşacak büyüyecek ve bu yapıyı ayakta tutacaklar. Ama o zamana kadar sürekli birileri gidecek, birileri gelecek. Hala bir yönetmen tiyatrosuyuz ama mümkün mertebe bir ekip çalışmasının içine girmek istiyoruz. Oyun çalışmalarına başlarken “nasıl bir yorum istiyorsunuz” diye soruyorum. “Sen nasıl yorumlamak istiyorsun bu sahneyi veya rolü, buna ne katabilirsin?” “Buyurun ben bir oyun yazdım” diyorum “ama benim gözümde bitmiş değil. Sizinle bitecek.” Ve her zaman şunu söylüyorum: “Sahnelenecek son güne kadar metinden bir şeyler çıkarabilir, eklemeler yapabilirsiniz, sahnenin tamamını değiştirebilirsiniz, yeni sahneler ekleyebilirsiniz.”

Yazar kaprisim, tutuculuğum yok diyorsun…

(Gülüşmeler) Kesinlikle yok. Çünkü şunun farkındayım: Bir ekip olmazsak ayakta kalamayacağız. Ben tek başıma kalırsam da, götüremeyeceğim. Tamam, işin o zor, kallavi denen kısmı bitti. Artık kendi kurumumuz olduk. Bayrağımızı dikmişiz biz oraya. Biz varız dedik, yok olan bir şeyi var ettik. Bunun için gerekli özgür alanımız da var; bağır çağır istediğini söyle, istediğini yap, kimse seni yanlış algılamayacaktır, hiçbir önyargı da yok. Sen de gel bu dokunun bir parçası ol. Ama sadece benden bekliyorsan, yarın öbür gün ben sallandığımda nasıl ayakta kalacak orası? Bu yüzden diyorum, bir ekip, bir ekip çalışması kurmamız şart. İstanbul’a sıkıştıra sıkıştıra 16 kişilik ekibi getirmek istememin nedeni de bu. Benim tek kişilik bir oyunum daha var. Onu da getirebilirdim, kafam daha rahat olurdu. Ama İstanbul’a gelmelerinin, Boğaziçi Üniversitesi’nde oynamalarının, Kızıltepe’den buraya gelmelerinin ne kadar önemli olduğunu anlatıyorum. Bunu İstanbul’a götürebilirsek, bunun arkası da gelecektir. Tatmini daha yoğun olacaktır. Ama henüz böyle bir ekip oluşmadı. Bu yüzden hala ben yazıyorum, hala ben yönetiyorum. O afişte “yazan-yöneten” diye benim ismimin geçmesi ağırıma da gidiyor. “Arkadaşlar, ekip çalışması falan yazalım şuraya” diyorum ama onlar kabul etmiyor. “O zaman siz bir şeyler yapın, nasıl bir oyun çıkarabilirsiniz, ne yapabilirsiniz?” diyorum. Her yöntemi deneyebiliriz, Stanislavski, Grotowski, Brecht, karıştıralım, çorba edelim, (gülüşmeler) absürdün en absürd halini sergileyelim, önümüz açık. Buyurun dans edelim, buyurun istediğinizi yapalım ama yeter ki bir şey çıksın, ekibin tamamından çıksın. Olacak, o da olacak. Yeter ki şimdiki ekip kalsın.

Etkin Sanat Merkezi’nde profesyonel anlamda varolan ve belli bir birikime sahip olan kişi sensin. Senin bu anlamda bir eğitmenlik misyonun da var. Bize eğitim çalışmalarınızdan bahseder misin? Konservatuar eğitimini reddettiğini söylüyorsun. Mesela Etkin Sanat Merkezi’nin şöyle bir niyeti var mı: Bana bir oyuncu adayı gelir ve ben onu alternatif yollar kullanarak oyuncu yaparım diyor mu?

Kesinlikle derim. Ben kendimi de halen eğitim aşamasında görüyorum. Hala mümkün mertebe tiyatro adına bir araştırma içerisindeyim. Bize gelen herkes, her şeyden önce tiyatronun teorisini öğrenir.

Teori derken neyi kastediyorsun?

Tiyatro tarihi ve teorisi üzerine bir şey anlatıyorsun, varolan akımları tanıtıyorsun, oyunculuk uygulamaları ve yöntemleri üzerinde duruyorsun ve “bizim çalışma biçimimiz budur” diyorsun. Kesin kıstaslarımız yoktur, mesela “sahneye şuradan girilmez, seyirciye arkanı dönemezsin” gibi keskin kurallarımız yoktur.

Yaklaşık ne kadar sürer bu aşama?

3 ay sürüyor.

Bu sürede sahneye çıkmıyorlar mı?

Yok. Sahneye temel eğitimden sonra çıkarlar. Sonrasında sestir, diksiyondur bunlar üzerine çalışmalarımız oluyor ve sonra oturup konuşuyoruz: “Siz bizimle oyuncu olarak devam etmek istiyor musunuz?” “Evet” dedikleri andan itibaren de herkesin oynayabileceği en az bir rolümüz vardır –insan zaten doğuştan oyuncudur.

Bu ilk üç ay süren çalışmaları kurs olarak mı açıyorsunuz?

Tabii.

Kursa katılım için ödeme de yapıyorlar mı?

Tabii. Zaten benim ilk şartım bu kursun alınması, eğitime devamsızlık yapılmamasıdır. Benim belki en katı olduğum dönem bu kurs sürecidir. Kesin kurallarımız vardır. Mesela mazeretsiz iki haftadan fazla devamsızlık olmayacak gibi. Bu 3 aylık süreç içinde biz ne biliyorsak aktarmaya çalışıyoruz ve daha sonra hemen pratiğine geçiyoruz. Ondan sonra da yavaş yavaş oluşuyor bazı şeyler.

Mesela bir oyuncu, bu eğitimden sonra “tiyatroya devam etmek istiyorum” dediği noktada siz onu gruba mı alıyorsunuz?

Evet. Kaygı hep aynı oluyor: “Hiç tecrübem yok, hiç bilgim yok, korkuyorum, işte şöyle olur mu?” Biz de diyoruz ki, “yoo korkmanın bir manası yok; gel sen, kendini bize emanet et, biz sana A’yı, B’yi C’yi, kendimizce ne biliyorsak öğretelim, ondan sonra bir cümle kurarız, sonra sen yazı yazmaya başlarsın. Yazı yazmayı seversen de devam ederiz beraber. Sen bana bir şey öğretirsin, ben sana öğretirim, öylece devam ederiz.” O kurs sürecinde onları rahatlatma amacı da taşıyorum. Tiyatronun çok korkulacak bir şey olmadığını, çok zor bir şey olmadığını göstermeye çalışıyorum. Kurtsan sonra da diyoruz ki, “artık sen kendince ne yapabileceğini az çok biliyorsun, elimizde bir tekst var, ama biz buna bağımlı değiliz, ekibimiz budur, ortamımız budur, rahatsan ve devam etmek istiyorsan, buradaki çalışma sistemine uyacağına inanıyorsan, tamam sen artık bizimsin.” Kimse de, “yok ben olmayayım” demedi bu güne kadar. Geliyorlar, beğeniyorlar, kalıyorlar ama sonuçta memur olmak, başka yerlere gitmek ağır basıyor.

Açtığın kursa kaç kişi geliyor?

Bu çok tuhaf. Mesela kurs açıldığında ilk başta 3 kişi geliyor. Kurs devam ediyor, 2 hafta geçiyor bir bakıyoruz 17 kişi “hurra biz geldik” diyor. “Arkadaşlardan duyduk, biz de gelebilir miyiz?” diyorlar. “Tamam” diyoruz, onlarla da devam ediyoruz, bu arada birkaç kişi gidiyor, başkaları geliyor. Mesela bir oyunun sonunu, başladığımız ekiple hiç getirmedik. Buraya getirdiğimiz oyun da öyle. “Oyunda şu karakteri oynayacak oyuncu eksik, ha bak sen iyi görünüyorsun gel bir dene bakalım, a oldu işte!” Sonra o ayrılır bir başkası katılır. Oyun sezonu bitiyor bir bakıyoruz ekipte sabit kalan bir benim. (Gülüşmeler). Yeni yeni broşürler çıkartıyoruz sürekli. Bu bir taraftan güzel tabii. Bekli de en büyük sorun şu: Sağlam, sürekli orada olacağını bildiğim bir grubun olmaması.

2-3 yıl grupla çalıştıktan sonra ayrılan kişiler, gittikleri yerde sizinle bağlantısını sürdürüyor mu? Mesela bir yere turne yapmak istediğinizde, ilişkiye geçebileceğiniz kişiler olabiliyorlar mı?

Evet. Birçok arkadaşımızla hala ilişki içindeyiz. “Ben şimdi şu şehirdeyim, bir tiyatro ekibi kuruyoruz, sizde yeni oyun var mı?” diyen çok arkadaşımız var. Gittikleri yerde genelde devam ediyorlar ve genellikle öğretmen oldukları için, hemen o camianın içinde bizi duyuruyorlar; okullarında veya Eğitim-Sen’de, “Kızıltepe’de böyle bir ekip var, çağıralım” diyorlar, gidiyoruz biz de. O bağ hala sürüyor. “Biz 5-6 kişi toplandık oyun çıkaracağız, ama oyunumuz yok” diyorlar. “Yazın o zaman” diyorum. “Sen bize gönder” diyorlar. “Hay hay, başım üstüne” diyorum ben de.

Sen çocuklara da tiyatro eğitimi veriyorsun değil mi?

Evet. Başladığımızdan beri, yaklaşık 2-3 yıldır hafta sonları çocuklarla çalışıyoruz; 8–11 yaş arasıyla. Ailelerin çeşitli kaygıları var. Ya çocuk kendisini iyi ifade edemiyordur ya da çok suskundur veya kolektif bir çalışma içinde hiç yer almamıştır ya da bunu yürütememiştir. Bu yüzden çocuklarla yaptığımız çalışmaların amacı bu sorunlara yöneliktir. Biz onlara ilk önce bir ekip olduklarını, kolektif bir çalışma içine gireceklerini anlatmaya çalışırız. Daha sonra çocuklara, “neyi oynamak istiyorsunuz” diye sorarız. Tercihi onlara bırakırım. Bu anlamda çocuklar daha yaratıcı; kendi metinlerini üretebiliyorlar. Bir bakıyorsun doğaçlıyorlar, “şunu görmüştüm, şu olabilir” diyorlar, hemen toplantı moduna giriyorlar. Biz onlardan çıkan malzemeyi toplarız, onların yazdıklarından bir tekst çıkar ve oynarlar. İlk önce ailelere oynanır, sonra da yaş gruplarına. Bu çok güzel bir çalışma, içime sinen, “iyi bir şey yapıyorum” dedirten bir çalışma. Ailelere de söylüyorum, “ben sizin çocuklarınızın doktor, öğretmen olmasını engellemek için çalışıyorum” diyorum (gülüşmeler).

Bizler de okullarda tiyatro eğitmenliği yapıyoruz. Orada yürüttüğümüz bir tartışma var. Çocukların Tiyatrosu ile Çocuk Tiyatrosu birbirinden çok farklı alanlar. Çocukların sahneye çıkıp bir hikaye anlatmasıyla, yetişkinlerin çocuklar için bir şeyler anlatması çok farklı. Senin çocuk kursiyerlerinizle yaptığın Çocukların Tiyatrosu. Peki, yetişkinler olarak çocuklar için oyun çıkarıyor musunuz?

Çıkarıyorduk. Bu seneden sonra artık yapmayacağız işin açıkçası. Çocuklara bu şekilde çok fazla bir şey verebileceğimi düşünmüyorum. Yetişkinlerin hazırladığı oyunlarda konsept şudur: “Bunu yapmayın, böyle olmasın, eğlenin.” Ama galiba ben ya dilimi sadeleştiremiyorum ya da bu tarz hoşuma gitmiyor. Çocuklar için yapılmış oyunlar hazırlayarak onlara teatral anlamda yardımcı olabileceğimi düşünmüyorum. Çocukların birebir içinde olduğu, gelişimlerini her anlamda destekleyen bir yapının daha anlamlı ve daha iyi bir çalışma olduğunu düşünüyorum.

İstersen buradan oyun yazarlığı konusuna geçelim. Bugüne kadar çıkardığınız oyunları genelde sen yazdın. Başka bir yazarın oyununu oynama girişiminiz oldu mu?

Olmadı. Ben kendimi aslında nasıl tarif etmek isterim? Ben oyuncudan ziyade oyun yazarı olmak isterim. Hatta bir ekip olsun, ben yazayım. Yazarlık bende oyunculuktan önce de vardı. Hissettiğim bir şeyler, beni rahatsız eden bir şeyler var ise, bunu yazma uğraşı içerisine giriyorum. Şu ana kadar 7 tane oyun yazdım. Bunların hepsinin konusu birbirinden farklıydı.

Bu oyunları yılları ve isimleriyle söylemen mümkün mü?

Tabii. Yıllar çok aklımda kalmamış olabilir. Denizli’deyken “Gülümse” diye bir oyunum vardı. Tek kişilik. 1998’de sahnelemiştim. Yine tek kişilik, geçen sene burada oynadığım, “Düş, Resim ve Unutulmuş Zamanlar” var. Şizofren bir ressamı anlatıyor. O oyun 2004’ten beri oynanıyor. Daha sonra 2003 yılında “Diğerleri” geliyor; Halk Eğitim’deki ekiple beraber çıkardığımız oyun. Ölümle yaşam arasında kalmış insanlar vardır ve orada, “ölüm”de kendi krallığını ilan etmiş biri vardır, diğerleri “yaşam”a gitmek için uğraşırlar. Sistem yanlıları ve karşıtları arasında bir çatışma vardır. Kızıltepe’deki ilk oyunum da “Gölgeli Topraklar”dı; farklı kadın ve anne tiplemelerini anlatmaya çalıştık. Bunun tarihi 2002’ydi. Çıkış noktamız kadındı; kadının yaşadığı sorunlardı. Ha Güneydoğu’da Kürt bir kadın, ha Karadeniz’de Laz bir kadın, ha büyük bir metropolde çalışan bir kadın. Aslında sorun, kadın olmak. Bunu işlemeye çalıştık ve farklı kadınların acılarını, sıkıntılarını, bazen komik bazen trajik yönleriyle anlatmaya çalıştık. Sonra “Annemindir Maviler” çıktı. Bu da bir kadın oyunuydu. Bir “anne” oyunuydu. Biraz da “Gölgeli Topraklar”ın devamıdır. “Gölgeli Topraklar” bittikten sonra, biz bazı şeylerin eksik kaldığını gördük, yani anlatacak daha çok şey varmış da biz kaçırmışız dedik. İşte devamı da “Annemindir Maviler” olarak çıktı. Sonra 2005’te de “Hoşçakal Yaşıtım Hayat” var. Orda da down sendromlu bir genci oynuyordum, onun başından geçen bir trajedi vardı. Sonra bu sene de “Onu Beklerken” çıktı. Sahnelenen oyunlarım bunlar.

Oyun tekstlerini ben yazıyorum ve dediğim gibi, bunun nedeni kendimi öncelikle bir oyun yazarı olarak hissetmemdir. Yazmak zorunluluğu hissediyorum. Günümün en az 2-3 saatini yazmak uğraşısı içinde geçiririm. Yazabildiysem yazmışımdır, yazamadıysam yazmak için uğraşmışımdır. Böyle bir tarafım var ve bu yüzden de bende, “şu yazarın oyunu bu sene repertuara alalım ve onu çalışalım” gibi şey hiç gelişmedi. Çünkü kafam sürekli bir şeylerle meşgul. Yazarım, bir şeyler birikir, sonra birdenbire dökülür veya yavaş yavaş dökülür. Biraz da kendi oyunumu yaratmak hoşuma gidiyor. Çok bağımlı kalmak istemiyorum. Kendi oyun metnin olunca, hangi konunun, hangi temaların olacağına karar verebiliyorsun. Bir başkasının oyununda, belki üzerinde pek oynama yapamazsın. Sana bu hakkı vermeyebilir. Ama sen diyorsun ki, “arkadaşlar bu bitmiş değil daha, daha bir eskizdir. Bir cümle kurmuş gibiyiz. Bunun devamını beraber getirelim ve son dakikaya kadar çıkan doğaçlamalarla, oluşan fi kirlerle bir şey çıkartmaya çalışalım.”

Yani tıkandığın noktada sahne üzerine geçmek gibi bir esnekliğin var.

Tekstin çıkmasıyla biter parmakların artık o klavyeler üzerindeki işi. Sonra bırakırız ortaya. “Arkadaşlar buyurun bunu bir okuyun. Bakalım nasıl bulacaksınız. Ondan sonra sizin katacağınız veya atacağınız neler var? Ve provalar esnasında doğaçlamaların ve o anki ruh halinin çıkaracağı neler var? Ha bak, bu yapılan çok iyi oldu, bunu koyalım veya şunun üzerine gidelim, şunu yapalım. Olur, yapalım” deriz. Bu nedenle, metnin üzerinde kesinlikle hiçbir şey değiştirmem, metne son derece sadık kalacağız gibi bir şey hiç yapmadım şimdiye kadar. Sevdiğim teknik de bu. Her an her şey değişebilir. Çünkü oraya ne kadar hayal, ne kadar imge, ne kadar söz girerse, ortaya çıkan o kadar zengin olacaktır diye düşünüyorum.

Oyunlar sahnelendikten sonra, metni yeniden elden geçiriyor musun? Mesela, “Onu Beklerken”’in bizim izlediğimiz hali yazılı olarak var mı? Yoksa senin ilk yazdığın haliyle mi duruyor.

Evet var. İlk yazdığım hali de var. Sahnelenmiş hali de var. Arada bir karşılaştırırım, neler kalmış neler gitmiş diye bakarım.

Oyunlarını arzu eden gruplarla paylaşıyorsun herhalde.

Kesinlikle. Çok da isteyen oluyor. Mesela en son, bizimle çalışan bir arkadaş üniversiteyi kazandı ve gittiği yerde tiyatro yapmaya başladı. Beni aradı, “burada şu kadar arkadaş var, biz şu oyunu oynamıştık, burada da oynayabilir miyiz” dedi. “Tabii”, dedim, “sana hemen göndereyim teksti.” “Peki, şurada kendimize göre bir değişiklik yaparsak?” “Tabii” dedim, “istediğini yapabilirsin. Oyun niye yazılır ki zaten, bunun içindir.”

Peki oyunları gidip izliyor musun? Fırsatın oluyor mu?

Çok istiyorum ama gidemediğim çok oyun var. En son Tekirdağ’da sergilendi. Eskişehir’de üniversite öğrencisi arkadaşlar sergilediler. Hatay’da yapanlar var. Ağrı’daki öğrenciler almışlar bir oyunu sahnelemişler, davet de ettiler. Ben yine gidemedim, çok da ısrar ettiler. Ya bir sorun çıkar ya çalışmaları bırakamam ve bu onuru da maalesef yaşayamam.

Oyunlarını yayınlamak gibi bir niyetin var mı?

Var. Çok istiyorum.

Şimdiye kadar yayınlanmış oyunun var mı?

Yok. Gittiğim yerlerde turnelerde falan soranlar oluyor. Benim yazdığım oyunlarla ortaya koyduğum bir derdim var ve bu derdimi de insanlarla paylaşmak istiyorum. Oyunu izledikten sonra insanların işin yazınsal kısmına da bakması, oyunu alıp kütüphanesine koyması, “biz bunu oynayalım mı arkadaşlar” demesi beni çok mutlu eder. Ama bunun için öncesinde herhangi bir kurumla bağ kurmamıştım. BGST yayınlarıyla görüşebiliriz.

BGST oyun sergilediği yerlerde kitaplarını da seyirciye ulaştırmaya çalışıyor. Seyircilere oyunu izledikten sonra, oyunu okuma imkanı da sağlamak için oyun kitabı da veriliyor.

Tabii biliyorum. Ben tiyatrodan para kazanıyorum. İlk günden beri de amacım bu. Birçok kişi bana, “başka bir iş de yap, tiyatrona da devam edersin” dedi. Ben “sadece tiyatro yapacağım” dedim. “Bu işten para kazanacağım, hayatımı bu işle sürdüreceğim, götürebildiğim yere kadar. Bütün enerjimin, potansiyelimin, bu yaşam biçimiyle yoğrulmasını istiyorum.” Bunun içinde oyun yazarlığı da var. Şimdi kitaptan da bir maddi gelirim olacak mı? Olmayabilir aslında, keşke biletin yanına kitabı da verebilsem.

Biz oyun kitaplarımızı minimum maliyetle veriyoruz seyirciye veya turne yaptığımız yerlerle anlaşıyoruz ve oyun masrafına bu minimum maliyeti ekliyoruz. Örneğin belediyelerle öncesinde bu yönde konuşuyoruz, onlar belli bir miktardaki kitabı maliyetinden alıyorlar, oyun sonrası seyirciye hediye ediyorlar.

Tabii ne güzel. Ne kadar çok kişiye ulaşırsa o kadar iyi olur. Bir hayalim de bu.

Bu yöntem, kitap sektörüne bağlanmadan kamusal yayıncılık yapmana da fırsat veriyor. Oyunu paylaşıyorsun.

Kesinlikle, benim kaygım da bu yönde.

Peki, sen eğitimci kişiliğini oyun yazarlığı üzerinden de geliştirdin mi? Oyun yazma atölyesi türünden bir şey yaptın mı? Ya da kadro içinde böyle eğilimleri olan insanlarla oyun yazarlığı üzerine bir çalışma yürüttün mü?

Şu an için böyle bir çalışma yaptığım sadece bir kişi var. Açıkçası bir atölye çalışması yapabilmeyi isterim . Bu atölye çalışmasından yetişecek bir ekiple bir şeyler yazmış olmayı çok isterim. Ama dediğim gibi, pek gönüllü yok. Sadece bir öğrencimiz var, karaladığı şeyler var. Biz de teknik, üslup, bildiğimiz ne varsa paylaşıyoruz. “Ben şöyle yapıyorum” diyorum, “karakteri şöyle oluşturursan, olayı böyle yazarsan daha iyi olur, sen yazdıktan sonra gel beraber bakalım, bir eleştirisini yapalım” diyorum. Şimdilik bir kişi var, dileğim bunun sayısının artması.

Oyunların üslupları aşağı yukarı birbirine benzer mi? Sen kendi üslubunu nasıl tanımlarsın? Yazarken bilinçli yöntemler mi yoksa kendiliğindenlik mi ön plana çıkar?

Vallahi ben şöyle diyorum: Hayata dair ne varsa, neler geçiyorsa aklımdan, neler görüyorsam, neler hissediyorsam yazıyorum. Bunu illa Doğulu bir tarafı olması da gerekli değil. Kafamda bir şeyler tasarlıyorum, kafamda bir şeyler oluşuyor, bu ya dinlediğim bir müzikten oluyor ya da seyrettiğim bir filmin karesinden, ya da okuduğum bir kitaptan, ya da bu hayata ait gözlemlerimden. Ben bundan sonra başlarım yazmaya, bu devam eder. Bir bakarım ki başka bir şey çıkmış ortaya. Bu yüzden, benim üslubum, tarzım budur dediğim bir şey yok. Belki birkaç oyunum arasında benzerlik vardır; karakterler, bunların trajedileri benzer olmuştur ama ne hissetmişsem onu yazmışımdır. Çok fazla üsluba dikkat etmemişimdir, dikkat etmeyi de sevmem. “Ben buyum” demeyi sevmem. Bu da çıkabilir, bir başkası da. Bu ikisini karıştırarak bir başkası da çıkabilir. Ben deneysel bir şey yapmayı seviyorum. Konu olarak da şunu söyleyeyim. Fark ettim ki her şey basıldı, çizildi, söylendi, eleştirisi yapıldı vb. Bu saatten sonra yapacağımız şey herhalde yapılan bir şeye bir başka açıdan bakmaktır. O zaman özgün bir şeyler yaratmışızdır. Benim en büyük kaygım özgün bir şey yaratmaktır; az denenmiş olsun veya denenmiş olan şeye başka bir açıdan baksın. Niyetim bu. Oyunda bunu yapabilirsem, özgün bir şeyler yapmışımdır. Üslup olarak bir matematiğim de yok. Ne geldiyse, ne aktıysa onu yazıyorum. Üslubu biraz da yazıya, sonrasında da kendi ekibime bırakıyorum.

İstersen bu noktada İATG 2007’de sergilediğin oyundan bahsedelim: “Onu Beklerken”. Bu oyunun yazılış sürecini anlatabilir misin? Sonra ekiple nasıl çalıştınız ve neler değiştirdiniz, neler eklediniz?

“Onu Beklerken” 21 yaşındayken yazdığım bir oyun. Eski bir oyun. O zamanlar çok hoşuma gitmişti ama oynanmadı, bir dosyada beklemesi gerekti. Ara ara açar okurdum ve okudukça da oyunun ayaklarının yere basmadığını görürdüm. Şu an yazdığım bir oyun var; uzun bir süredir yazıyorum ama daha bitiremedim. Ekip ısrarla yeni oyun çıkaralım istedi. Dosyaları karıştırırken bu oyunu yeniden gördüm ve “bunu niye baştan ele almayayım” dedim. İşin içine bugüne ait şeyler de katmak istedim. Ve yazım süreci başladı. Oyun ilk başta iki ana karakter üzerine gidiyordu: Hayyam ve Adonis. Sonra zaman içinde bu ikisini yavaş yavaş ayırıp, Adonis’in yanına Sarı’yı koydum ve onların boyutunu anlattım. Hayyam’ı biraz daha trajik bir yöne çektim. Sonra bu sefer dışarıda beni çok rahatsız eden şeyler oluşmaya başladı.

Bu oyunda mesela, en çok hoşuma giden ve beni en çok rahatsız eden şeylerden bir tanesi, oyunun dış yaşamla, biçimle hiç alakasının olmamasıydı. Böyle underground bir havası vardı. Ve bu rahatsız eden şeylerde sokağı kullanmayı, sokağın dilini kullanmayı uygun gördük. Bir de bu son dönemlerde yapılan linç girişimleri vs. onları da işin içine katmaya çalıştık. Tabi sizin seyrettiğiniz eksiktir çünkü ekipteki bazı arkadaşların sorunları oldu. Bazı sahneleri, yeni kadrosuyla yetiştiremediğimiz için çıkarmak zorunda kaldık. Bir sahnenin yeri değişti vs. Anlatmak istediğim şey şuydu: Sokağın kendine ait sert bir dili, bir yaşantısı var. Biz başka bir bakış açısı sunalım, bunu da Hayyam’ın gözünden sunalım. Çünkü ilham verecek o kadar çok şey var ki, onun farkına vardık. Sürekli bir şeylere sahip oluyoruz, sahip olduğumuz şeyleri atıyoruz, yeni şeyler alıyoruz vb. Oysa hiçbir şeyimiz olmasa ne yaparız? Bunun üzerinden gelişti. Yazım aşaması daha da devam edecek gibi duruyor. İstanbul’la beraber sadece 3 oyun oynadık şimdiye kadar.

Oyunda temelde şöyle bir yapı göze çarpıyor. Senin diğer oyunlarında da olan bir şey bu galiba. Hayata biraz ezilenlerin gözüyle bakma gibi bir derdin var. Kadınlar, özürlüler, toplumun dışına itilmiş marjinaller… Ve oradan baktığında da toplum sana çok acımasız, çok absürd, hatta bazen iğrenç görünüyor. Bu kadar acımasız mı bakıyorsun gerçekten topluma? Oyunda çizdiğin tipler, karı-koca olsun, aileler olsun –cinsel tacize uğramış çocuk vardı onu ayırmak lazım– Batıdaki metropollerde yaşayan bizlere aslında çok tanıdık geliyor. Kızıltepe’de üretilmiş bir oyunda da bu figürlere rastlayınca, “acaba globalleşmenin etkisi mi” diye düşündük. Orta sınıftan insanlar çıkıyor karşımıza…

Şöyle söyleyeyim. Aslında ben Kızıltepe’deyim ama beslendiğim damarlar Batıdaki metropollere bağlı, çünkü çok fazla izliyorum, okuyorum, geliyorum. Bunlardan bir şeyler katmaya çalışıyorum. Ama gördüğüm şu: Hakikaten sert bir hayat var. Çünkü her şey naifliğini yitirdi galiba ve ben bu konuda çok karamsarım. Belki Kürt olmamdan kaynaklıdır. Karamsarım ve bir beklentim yok. Ne sistemden, ne de hayattan. Kendi alternatifi mi yaratmaya çalışıyorum. Böyle olunca da her şey bana çok sert, kaba geliyor ve söylem biçimimin artık çok küfürvari bir yere kaydığını hissediyorum. Ve tabi bu Kızıltepe’de de, oranın herhangi bir köyünde de vardır, metropolde de vardır. İstanbul’da gezersiniz arabadaki adam küfür edercesine konuşur, gidersiniz Kızıltepe’nin bir köyüne orada birisi bir arazi meselesi yüzünden çıkarır tabancasını bilmem kaç kişiyi öldürür. En son yaşadığım bir hikâyeyi anlatayım size: İki mahalle arasında ortak bir elektrik trafosu var. Bir aile herhalde kendi kablosunu o trafonun içine koyuyor ve diğer kişinin elektriği zayıflamaya başlıyor. Bizim orda elektriklerin voltajı biraz düşüktür. Adam gidip o aileyle konuşurken, “niye yaptın, niye ettin” derken, birden tabancalar çekiliyor, ayrı ailelerden bir sürü kişi ölüyor. Şimdi bu da bir şiddet. Orada kendini böyle gösteriyor, burada çok farklı bir biçimde gösteriyor. Ama ortak nokta kimsenin kimseye artık tahammülü yok, kimse kimseyi artık kaldıramıyor, kimse kimseyi sevmiyor, sadece bağırıp çağırıyor. Ben şimdi yola çıktım yürüdüm burada, belki bizim orada insani olarak daha fazla değer verilir, daha az küfürlü konuşulur, ama İstanbul’a bir geldim herkesin yüzü asık. Herkes birbirine küfürle bakıyor, küfür eder gibi bakıyor. Kimse kimseyi takmıyor, kimse kimseyi önemsemiyor. Metropoldeki yansıması buysa, Kızıltepe’deki yansıması çok başka olabiliyor. Ama ortak nokta şudur: İnsaniyetin kötü bir nokta gittiğidir, şiddetin söylem olarak da, fiziksel olarak da kendini ortaya koyduğudur ve artık böyle gideceğidir.

Yani sadece o marjinal tiplerde bir sıcaklık, bir samimiyet buluyorsun.

Evet, işte orada en azından bir tokat atmaya çalışıyorum. Çünkü son karede Hayyam vardır, üstü başı dağınıktır, kirlidir, sakallıdır, şudur budur. İnsanlar buna kanıyorlar, “bu hiçbir şey bilmez, bu iğrenç bir şeydir”, diye düşünüyorlar fakat orada Hayyam birdenbire romantik sözler söylemeye başlayınca, zekâsı ortaya çıktığında bu, sağ gösterip sol vurmak gibi bir şey oluyor. Birdenbire diğer karakterler ezilip aptal konumuna düşüyor. Belki de Hayyam bir tokattır, kaybolan şeyin göstergesidir, bu yüzden ölmektedir Hayyam, bu yüzden tükenmektedir, bu yüzden onu vareden şartlar ortadan kalkmak üzeredir.

Oyunda mesela orta sınıftan, bir aile kurmaya niyetli iki sevgili görüyoruz, sonradan bunların bir yalan dünyası içerisinde olduklarını anlıyoruz. Burada toplumsal bir eleştiri var. İnsanlar bu yola girerler ve hepsi de aynı yolun yolcusudur gibi bir yorum var. Senin oynadığın karakter, Hayyam, “bunlar zaten böyledir” deyip, çok kolay anlıyor onları. Bu insanların toplumsal bir arka planın ürünleri olduğunun altı daha fazla çizilerek gösterilemez mi? Mesela bulmaca çözen adam, çok sık rastlayamayacağımız absürd bir imgeye dönüşüyor. Burada şunu tartışabiliriz: Oyundaki tacize uğrayan çocuk karakteri. Bu karakter yorumunun çok bıçak sırtında olduğunu düşündük. Neticede o da bir ezilendir ve istismar edilmiş bir tiptir ama senin sahnelediğin yorum bize onunla bir mazlum olarak özdeşleşme şansı da vermiyor. Neden böyle bir yorumu tercih ettin?

Neden böyle bir şey tercih ettim. Burada aslında çocuk üzerinden yola çıkıp anneyi anlatmak kaygısı vardı bende. Çünkü annenin algısı hala şudur: Çocuk şeker yemiştir. Oysa senin oğlun tecavüze uğradı, sen bunun farkında değilsin. Niyet çocuk üzerinden yola çıkıp annenin o durumunu anlatmaktı. Bunu yapmaya çalıştık.

Anne çocuğun tecavüze uğradığını biliyor mu?

Anne bilmiyor.

Bilmezlikten mi geliyor yoksa…

Belki de. Ama ben yazarken anne bilmiyor gibi yorumladım. Anne onu kendine hala bir muhatap olarak görüyor; aklı başında bir çocuk olarak görüyor.

Annenin anlamaması da bir tercih gibi çıkıyor sahnede. Bilmek istemediği için bilmiyor gibi çıkıyor. Oğluna yaklaşımı bu nedenle problemli görünüyor.

Evet. Ve bunu bu kadar rahat anlatması, cinsel istismarın nerelere geldiğini de gösteriyor. Bu saklanan bir şeydir, kolay anlatılacak bir şey değildir. Artık çok durmuyoruz bunun üzerinde, sadece anlatıyoruz. Bunun çok örneği de oldu. Hepimiz bunu kanıksadık, doğal görmeye başladık, haberlerde görüyoruz geçiyoruz, okuyoruz geçiyoruz ve anlatıyoruz. Bunu “şeker vermişler” diye geçiştiriyoruz; böyle basit, rahat ve kendince. Halbuki çok şiddetli bir ifade söz konusu: Şeker vermek. Şeker vermişler ama görünen o ki biz artık bunlara da alıştık, kanıksadık ve komik buluyoruz. Çocuk üzerinden anneye gidersek de anne artık çocuğu umursamıyor, onun çok daha başka kaygıları var. Çocuk onun için sadece bir kamburdur.

Oyunda bu anlattığın bizim için o kadar acıtıcı bir şey olmaktan çıktı, komik bile bulunabiliyor. Sergileme biçiminde de biraz böyle bir etki yaratıyor. Sizler de sanki sahnedeki sanatçılar olarak, çocuğun durumunu çok da ciddiye almıyormuşsunuz gibi duruyor. Çocuğun oynanış biçiminden de kaynaklanıyor olabilir. Fazlasıyla grotesk, abartılı bir etki çıkıyor. Sanki ona gülmemiz isteniyor ama birden küt diye kalıyoruz. Bunun çarpıcı bir etkisi de oluşmuyor.

Biz bunu arkadaşlarla da konuştuk. Bu sahnede söyleyeceğimiz şeyin kendimiz bire bir eleştirisini yaparak, “durum budur ve yanlıştır ve biz başka bir alternatifi mi oluşturalım, yoksa kendimizce görünen şeyi sahnede yansıtmakla mı kalalım, ya da bu bakış açısının hiçbir şey ifade etmediğini mi göstermeye çalışalım” diye konuştuk. İki şey söylendi, birincisinde dedik ki, “biz buna eleştirel bir üslupla yaklaşalım, bu yanlıştır ve komik değildir”. İkincisinde de, “bu olaya nasıl bakılıyorsa sahnede de öyle canlandıralım” dedik. Bu ikinci eğilim ağır bastı ve “sanki bizler işin içindeyiz, var olan şey nasılsa biz de onu öyle yansıtıyoruz gibi yorumlayalım”, dedik. Ama oyunda birçok şey değişebilir, daha sert olabilir. Ne olur bilmiyorum, yani Kızıltepe’ye geri döndükten sonra nasıl ele alırız bilmiyorum. Ama niyet bunu komik bir öğe olarak devam ettirmek değil. Dışarıdan nasıl kayıtsızsak biz de bu kayıtsızlığı göstererek oynayalım ama seyirci bunu içersinden bir şey çıkarsın istedik.

Bahsettiğin yorumun çıkmasını engelleyen şey şu olabilir: Senin çizdiğin Hayyam tipi seyirciye en başından beri sempatik gelen bir tip ve seyirci onun sergilediği tavırlardan olumlu bir anlam çıkarmaya sevk ediliyor. Sonuçta bu adam toplum tarafından dışlanmış, kendisi de böyle bir şeyi tercih etmiş ve topluma da zekice saldırılar yönelten, bunu çok uygun biçimde yapan, belki de Şvayk gibi bir karakter. Böyle olunca Hayyam karakterinin, oyun içindeki bulmaca çözen adama, gelecek planı yapan çifte veya yaşlı kadına yönelttiği saldırılarla, biz seyirci olarak özdeşleşiyoruz. Ancak Hayyam, tacize uğrayan çocuğa yaklaşımıyla, onun annesine az önce bahsettiğin türde bir mesaj iletmiyor. O da toplumdaki genel yargıyı aynen sahne üzerine taşıyor. O zaman seyircide belki de bir kafa karışıklığı oluşuyor ve bu da genel tutarlılığı biraz bozuyor. Aslında mahkeme sahnesinde karşılaştığımız yargıç tiplemesini de bu yaklaşımla paralellik arz edecek biçimde değerlendirebiliriz. Yargıç, son derece babacan ve Hayyam’a yardımcı olan bir tip. Sen başlangıçta devlet kurumlarına yönelik güvensizliğini ortaya koymuştun. Ancak oyunda, toplumun adalet duygusuna sahip olmayan bireylerden oluşması ve adaleti verenin yine devlet olması, adaletin yine devletten bekleniyor olması gibi bir yaklaşım ortaya çıkarıyor o sahne. Senin görüşün bu mudur? Adaleti sağlayacak yegane kurum devlet midir?

Olmasını istediğim budur. Çünkü artık adaleti sağlamayı ya mafyadan bekliyoruz ya da kendimiz bir şekilde üstesinden gelmeye çalışıyoruz. Çizdiğim portredeki şey aslında özlediğimiz bir şeydir. Ama şöyle bir ayrıntıyı yoruma katmak isterim. Hakimin dağıttığı adalet, Hayyam’ı soğuktan kurtarmak için bir ay hapse mahkum etmek şeklindedir. Oysa bu belki de Hayyam’a yapılacak en büyük kötülüktür. Çünkü o her nefesini kendi bankında solumak isteyen ve ömrünü adadığı bekleyişe orada devam etmek isteyen biri. Hakimin ona sunduğu bu iyilik aslında ona yapılan başka bir kötülüktür. Böyle de bir ironi kurmak istedim.

Örneğin Kafkas Tebeşir Dairesi’nde de Azdak adalet dağıtır ama seyirci olarak sen bilirsin ki o gerçekte adalet kurumunun içinde olabilecek bir yargıç değildir, hatta adalet sisteminin ilk mahkûm edeceği insandır ve toplumsal karmaşa esnasında tesadüf eseri yargıç olmuştur. Gerçek adaleti veren kişi, aslında sistemin adaleti dağıtmasına izin vermediği kişidir. Ama bizim izlediğimiz oyunda, yargıç hakikaten devletin atadığı bir yargıç ve devletin adaletini simgeliyordu.

Herkes kötü olmasın, herkes duyarsız olmasın istiyorum. Hakim’in temiz bir tavır sergileyecek bir kimlik olmasını istedik. Hayyam’dan yana bir tavır bu. Hakim profili şudur: Görür ve haklı ile haksız arasındaki oranı orantıyı kestirir ve ona göre bir karar verir. Mahkemede beklediğimiz ve görmek istediğimiz şey “davacı olarak sizler haksızsınız” demesidir. Bu babacanlığı orada göstersin istiyorduk. Ve hakimin böyle olması çok da hoşuma gitti. Oyun içerisinde bir umuttur.

O zaman umut devlette gibi bir yere ulaşmıyor musun? Belki o hakimi farklı çizmek gerekir. Hayali bir hâkim fi gürü gibi, belki de Hayyam’ın kafasındaki bir hakim fi gürü gibi düşünülebilir, ya da gerçek bir fi gürse o zaman oradan oraya sürülen, adalet sisteminden muzdarip olmuş bir fi gür gibi de düşünülebilir.

Bunu ben bir yere not edeyim (gülüşmeler).

Hafta sonu bir gazetede, Agos’ta sanırım, emekli bir askeri hakimin yazdığı bir yazı okudum. Değerlendirmesi şu: 27 Mart e-muhtırası bir suçtur, bunu yayınlayanlar şu kadar seneye kadar hapis yatmalıdır. Bunu söyleyen bir askeri yargıç. Şimdi bu kurum içinden böyle birinin çıkması çok alışılagelmiş bir şey değil. Ama o adamın muhtemelen, arka planda yatan çok farklı bir hikayesi vardır. Çok sürülmüştür belki de. Senin hakiminin de böyle bir yönü olsa, farklı bir yorum çıkabilir.

Birkaç cümle veya tavırla bunu verebiliriz tabii.

Bir şey daha var. Oyunda seyirci Hayyam, Adonis ve Sarı tiplemelerinin tavırlarıyla empati kurmaya davet ediliyor. Hollywood ve Avrupa sinemasında ya da tiyatro edebiyatında da çok iyi örnekleri vardır bunun. Hayata ezilen fi gürün penceresinden bakmak, onunla bir duygu ortaklığı kurmak gibi bir yaklaşım vardır. Ancak son zamanlarda şöyle bir şey de gerekiyor gibi geliyor. Perihan Mağden’in de dediği gibi, “kahramanımız aslında o kadar da masum değil.” Bu yaklaşımını da artık devreye sokmak gerekiyor. Hayyam’ın da diğerlerinin de hayata bakışlarında, geçmişlerinde veya şu anda yaptıklarında, seyircinin de eleştirel noktalar bulmasını sağlamak gerekir gibi geliyor. Ama bunu, mesela tacize uğrayan çocuktaki bölümde yapmak doğru olmayabilir. Mesela Hayyam’ın, beklediği o kadınla ilgili olarak, geçmişte ilişkisinde yaptığı bir hata ortaya konabilir. Adonis karakterinde var aslında bu boyut: Karısını aldatıyor, başka bir hayata bulaşıyor ama sonra bir kırılma yaşıyor. Salt pozitif bir karaktere dönüşmemesi için, Hayyam yorumunda da sanki böyle bir şeye ihtiyaç var gibi.

Hayyam’ın da kendinden güçsüz birinin boğazını sıkması gibi bir durum oyunda var aslında. Artı, orta sınıf adam ve karısıyla olan sahnede, Hayyam’ın kadına direkt tacizde bulunan bir söylem içine girmesini de kullanmaya çalıştım. Ayrıca, kadın hakkında konuşurken, Hayyam’ın da tıpkı kadının kocasının yaptığı gibi, sözünü hiçbir yerde sakınmadan küfürvari bir söylem tutturmasında da buna benzer şeyler yapmaya çalıştım. Bunu biraz daha göstermek, vurgulamak ve seyirciye “bakın bu adamın böyle bir yönü de var” demek gerekebilir.

Hayyam’ın hikâyesindeki trajiklik ve kullandığı lirik dil seyircide çok güçlü etkiler oluşturuyor. Oyun içerisinde bu üslup fazla ön plana çıkıyor, senin bahsettiğin yan öyküleri bastırıyor. Hayyam aslında bu devirde yapılmayacak bir şeyi yaparak, hayatı boyunca, belki de hiç gelmeyecek bir kadını beklemeyi tercih eden bir adam. Burada şu da tartışılabilir: Bir kadını bekleme imgesi gerçekten temelde Hayyam’ın duyduğu büyük bir aşkın bir sonucu mudur, yoksa Hayyam bu iğrenç toplumsal yapıyla mücadele etmek yerine bekleme imgesi arkasına sığınarak kaçışçı bir yere mi gitmesidir? Hayyam, “ben kutsal bir amaç için burada oturuyorum ve bekliyorum, siz bunu anlayamazsınız zaten” gibi bir tavırla hiçliği tercih edişini anlamlandırıyor ve buna metafizik bir anlam da katıyor. Bu tavır oyunda çok da tartışmaya açılmıyor, tartışılması da gerekmez ama oyundan çıktıktan sonra bu soru da kafada kalıyor.

Hayyam’ın, benim düşündüğüm Hayyam’ın, dediğiniz gibi beklemekten başka bir derdi yok. Ona karışmadığın sürece sana bir şey yapmıyor. Sadece onun alanını işgal ettiğiniz takdirde birdenbire kendince bir şeyler söylemeye başlıyor. Karakterin böyle olması oyuna bir yön de katıyor diye düşünüyorum.

Oyundaki çirkin kız bölümü de yeniden ele alınabilir belki. Oyundaki diğer bölümlerin sahip olduğu derinliği yakalayamıyor.

Katılıyorum, zayıf kalıyor.

Erkeklerin kadınlara bakışında “çirkin” ya da “güzel” gibi fiziksel bir kategorizasyon vardır, bu da çok sorgulamaya tabi tutulmaz. Yani bu sahnedeki yorum da biraz bıçak sırtındaydı. Brechtyen bir yorumu sahipleniyorsak sahne üzerinde bir çirkinleştirmeyi daha çok karakterlerin iflah olmazlığını göstermek için kullanırız. Bir karakteri çirkinleştiren nedir? Fiziksel çirkinliğin toplumsal dramaturjisi nedir? Bunu araştırırız. Sahnedeki çirkin kadın ise böyle değil, ezilenler safından bir kadın olarak sunulmuş.

Olabilir. Ama Hayyam şunun da farkında. Zeka her zaman estetiği etkiler. Bilinen ölçütlere göre fiziksel açıdan kötü duran bir kadının söylemi ve tavrı aptalcaysa, bu onu Hayyam’ın gözünde daha da çirkin kılıyor. Onun derdi biraz bununla. Fakat şu eleştiriyi kabul ederim: O sahneye gereken derinliği veremedik.

Mesela Hayyam’ın şöyle bir yönü olabilir: Ben kadının güzelini severim. Oyun boyunca bunu ön plana çıkarmadığı için bir tutarsızlık oluyor. Hayyam’ın bekleme imgesiyle alay etmek için kullanılmış olabilir. Hayyam bekler ama arada bir güzel kızlara da laf atar ve çirkin kızları da aşağılar. Böyle bir tutarlı dramaturji yapılmış olsa, kullanılabilir de. Orada empatiyi Hayyam’ın üzerinden alıp kıza kaydırmak da gerekir. “Hayyam’da böyle tipik erkek bakış açısının dışına çıkamamış bir tiptir, güzel kadına laf atar, çirkin kadını da aşağılar” diye seyirciye gösterilebilir. Bu az önce bahsettiğimiz imgeyi de daha rahat çıkarır. Yani Hayyam’ın da o kadar masum olmadığını göstermek için kullanılabilir.

Tabii bu da bir yöntem. En azından üç defa sahnelenen bu oyundan bu tür yapıcı eleştirilerin çıkması ileriki aşamalarda oyunun yazım aşamasının devam edeceğini gösterir.

Oyunda aslında çok zengin bir öykü var. Öykünün ilginç ve cezbeden bir yönü var. Deneysel nitelikler içeren bir oyun. Bizim yorumlarımızı, daha iyi bir oyun olması için neler yapılabilir diye aramızda konuştuklarımızı sana aktarmak istedik. Oyun hem yapısal hem de kurgusal açıdan çok iyi bir oyun olabilir. Farklı denemelere ve çalışılmaya çok açık. Metnin güzel yerleri var, özellikle bazı diyaloglar çok güzel yazılmış.

Oyunu birçok bakımdan ele almak gerekiyor. Sizlerle böyle sohbet etmek de benim çok hoşuma gidiyor. Benim için en büyük handikap oyundaki eksikler için yeterince tartışamamak. Şu anki konuşma benim için çok önemli. Ben metni serbest bırakıyorum belki de 2 yıl daha çalışılacak üzerine. Belki de çok gitmeyecektir. Biz bunları çalışalım bir daha izleyin bakalım.

Bir dahaki sefere biz Mardin’e geliriz, orda izleriz bakarsın.

(Gülüşmeler) Buna çok sevinirim.

Biliyorsun sizin oyununuz, İATG 2007’deki “Kültürel Çoğulculuk Bağlamında Tiyatro” etkinliklerinin bir parçası oldu. Bu anlamda senin ve Etkin Sanat Merkezi’nin, kültürel çoğulculuk bağlamındaki yaklaşımınızı da merak ediyoruz. Senin bulunduğun bölge zaten birçok kültürün bir arada yaşadığı bir yer, bazıları yok oluyor ama bazıları hala devam ediyor.

Bizim ekibin kendisi zaten bu tavrı gösteren bir yapı. Bizim ekipte Arap var, Alevi var, Kürt var, Türk var. Bunu kültürel çoğulculuk bağlamında ele aldığımızda ise şunu görüyoruz: Sistemin öngördüğü şey ortada, sizin buna nasıl bir alternatif üreteceğiniz önemli. Bu yüzden kültürler arasındaki etkileşimi mümkün mertebe özendirmek gerekiyor. Bu kaygıları biz de fazlasıyla yaşıyoruz. Ama tiyatro bunu nerede ve nasıl ortaya çıkartır, bunu ben bilmiyorum. Kültürel çoğulculuğu ortaya çıkarabilecek midir? Kendi içinde var edebilecek midir? Şunu biliyorum. Tiyatro bundan etkilenmez ama var olan kültürü koruyacak mıdır? Benim ve ekibimizin kaygısı da bu yöndedir. Sistemin düşüncesinden farklı, alternatif bir şey ortaya çıkarabilirsek kendimizi mutlu hissedeceğiz.

İçinde yaşadığımız toprakların kültürel geçmişine yönelik bir araştırma çalışması yürüttüğünü söylemiştin. Biraz bahseder misin?

Şimdi Mardin’de bilinir ki çok fazla topluluk var: Süryani var, Hıristiyan var, Arap var. Biz tiyatrodaki birkaç arkadaşla beraber, “herkes kendi eteğinde neler varsa gelsin döksün ortaya ve biz bunlardan doğaçlama bir ürün ortaya çıkaralım. İlla bir metin olması da gerekmiyor, dans ortaya koyabiliriz, sadece bir duruş da çıkarabiliriz, böylelikle bir şey anlatabiliriz” dedik. Buradan çıkabilecek bir oyun olabilecek mi veya böyle bir ekip olabilecek mi, diye düşündük. Herkesin kendi özünde var olan şeyi çıkartıp göstermesini istedik. Bizim orada Süryaniler var, “gel tiyatro yapmak ister misin” veya “tiyatroya bu anlamda bir şey katmak ister misin” diye soruyoruz. Ya da “Arapsan kendi dilince, geleneğinle, bilginle, dedenden annenden duyduklarından bir şeyler katmak ister misin, ben Kürt olarak bir şeyler yapabilir miyim? Hepimiz çıkıp ortak bir dil kurabilir miyiz burada?” Ben bu ortak dil kaygısını taşıyorum. Bu illa tiyatro olmayabilir de. Bu çok başka bir şey de olabilir. Hala da çalışmalar devam ediyor bu yönde ama çok net ve profesyonel bir şey çıkacağı konusunda henüz umutlu değilim. Bu çalışma Diyarbakır ve Mardin’de birlikte yürüyor. Diyarbakır’da bizim arkadaşların kurduğu, “Arkabahçe” diye bir dernek var. Bu kültürel araştırmalar yapan bir dernek. Onlarla beraber otururken, “böyle bir şey yapılabilir mi” diye konuşmaya başlamıştık. Var olan bir şey, bir dil, bir söylem, edebi bir metin kaybolmuşsa, biz şimdi onu unutmuşsak, açığa çıkarabilir miyiz? Buna yönelik küçük bir çaba örneği bizimkisi. Ama dediğim gibi, bunun için gerçekten kurumlaşmak lazım, bunun için hakikaten vaktinin tamamını vermek lazım. Bunu için kendine bir kaynak oluşturmak lazım. Şimdi ayda iki gün toplanıyoruz. Aramızda bir arkeolog arkadaş var, folklorcu bir arkadaşımız var. Herkesin kendi uğraşları var, herkes kendi bölgesinde araştırma yapıyor. Mardin’deysek burada kimler var araştırıyoruz, özellikle oturup büyüklerle konuşuyoruz, başlarından neler geçmiş bunları öğrenmek önemli bizim için. Diyarbakır’daysak oradaki bir kişiyle oturup konuşuyoruz veya var olan mimarinin tarihini araştırmak, önceden bu bina neydi, neler yapılıyordu, bunları araştırmak gibi şeyler önümüze koyuyoruz. Ve ben mesela şunu çok merak ediyorum: Derik’te annemin giydiği o kendine has kıyafet çok başka, Derik’ten 40 dakika uzaktaki Kızıltepe’de kadınların giydiği kıyafet çok daha başka. Neden? Arada sadece yarım saatlik bir mesafe var ama bunun giydiği o yöresel kıyafet ile ötekinin kıyafeti arasında çok fark var. Neden? Ne oldu da bu kıyafet böyle değişti? Peki, bu bir tiyatro olabilir mi acaba? Bunu biz tiyatroda veya başka bir yerde kullanabilir miyiz? Neden ayrı bir kültür yaratılmıştır? Bu ve bunun gibi şeylerin kendimizce küçük bir araştırması içindeyiz. Oturuyoruz herkes kendi araştırdıklarını ortaya koyuyor.

Yazılı bir malzeme üretiyor musunuz?

Yavaş yavaş dönüşüyor. Ama daha sık görüşmemiz ve daha çok araştırmamız lazım.

Bizim de BGST içinde yeni oluşturduğumuz kültürel çoğulculuk bağlamında tiyatro araştırması yapan bir grubumuz var. Somut olarak yaptığımız ilk şey buydu, İATG 2007 içindeki bu etkinlikleri gerçekleştirmek. Böyle bir çalışmayı biz de merak ediyoruz. Siz kamuoyuyla paylaşmak isterseniz biz web sitemizde veya Mimesis’te yayınlamak isteriz.

Bu çok iyi olacaktır. Oradaki arkadaşlara çalışmak için başka bir şevk de verecektir, bir motivasyon da olacaktır. Mesela bizim orada düğünlerde eğlencelerde oynanan bir sürü oyun vardır. Her birinin ayrı bir hikâyesinin olduğunu daha yeni anlıyorum. Yıllardır izlememe, içinde olmama rağmen hiç merak etmemişim. Sadece oynuyorduk. Sonra sonra düşünmeye başladım, “bunlar nerden gelmiş” diye. Her birinin ayrı ayrı değerleri var. Her birinin ayrı bir alt metni var. O zaman diyorsun ki “ben niye bu oyunun çıkış biçimini tiyatroya taşımayayım?” “Bu kostümler, yöresel kıyafetler arasındaki değişimin aşamalarını niye ben tiyatroya taşımayayım? Ne oldu da bu yerde kadınlar sadece şunu bağlarken burada böyle daha uzun, beyaz daha iri-yarı bir şey giymeye başladılar. Ne oldu? Onu oraya iten şartlar nelerdi?” Dediğim gibi, işte bir arkeolog arkadaşımızdan biz bunun altyapısını öğrenmeye çalışıyoruz, coğrafyacı bir arkadaşımız bize coğrafi özelliklerin kültürlere etkisini anlatıyor, folklorcu bir arkadaşımız bir başka yönünü. Bunlardan bir şey çıkarmaya çalışıyoruz. Bir de şu var: Biz kendi kültürümüzü öldürdük yavaş yavaş. Sistem zaten bizi bir şeylere itiyor, bunu başaramadı ama fakat biz kendimizi reddedip veya kaybedip yitiriyoruz. Şu andaki kaygı, biz niye kaybettik, niye reddettik, niye kaybediyoruz? En azından şimdi bunları korumak adına bir çabamız var. Dediğim gibi bu uzun soluklu bir çaba.

Emrah çok teşekkür ederiz. Ayaklarınıza sağlık, buralara kadar geldiniz.

Vallahi bir zevkti. Tekrar geliriz, sizi de bekleriz.