Sanat ve Siyaset: Yeni Dünyalar Yaratmak, Dünyayı Yeniden Yaratmak

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Barış Yıldırım

Sık sık, “sanata siyaset bulaştırmayın” diye uyarırlar da da siyasete sanat bulaştırmayın, demezler. Siyasinin –sağdan olsun soldan olsun– şiirle ilgileneni iyi karşılanır. Oysa sanat insanı iyi yapmaz. Piyanoda bir eliyle Beethoven çalıp diğer eliyle tutsakları kurşuna dizen katiller; diktatörlüğe heves salmadan önce amatör ressamlık yapan führerler; geçmişinin tuvalindeki kanı yağlıboyayla kapatacağını sanan diktatörler; şiir yazıp çevirip okuyup sonra da onlarca insanı hapishane enkazlarının altına gömen başbakanlar görmüştür bu dünya.

Sanatçının siyasetle ilgileneni daha çoktur, bir iddiaya göre de bütün sanat siyasetin bir altkümesi olarak okunabilir. Upton Sinclair, Altın Zincir’de “[S]anat eserleri[ni]hem hâkim sınıfların elinde bir propaganda ve baskı aracı olarak, hem de iktidara doğrudan yönelen sınıfların elinde bir hücum aracı olarak” inceliyor ve şu sonuçlara varıyordu: “Büyük sanat eseri, gerçekten büyük ve hayati önemde bir propagandanın belirli bir zamandaki sanat biçimine göre mümkün olan bütün teknik mükemmeliyetle ifade edilmesi sayesinde meydana gelir.” (s.11, 13)

Pazarlığı yüksek açtık ki uygun noktada anlaşalım! Yanlış okumuyorsak Sinclair bize bütün sanatın propaganda olduğunu söylüyor. Aslına bakılırsa kitabında epey örnek de sunuyor bu hususta. Ama “bütün”ü kucaklamaya çabalayan bütün yargılar bir yanılgıya gebe olduğu için bu kadar ileri gitmeyebilir ve şu noktada anlaşabiliriz belki:

Sanat ve siyaseti birbirinden ayırma çabası ta başından beridir bir fanteziden ibaretti. Sanatı, siyaseti ve tarihi az bilenlerin, yahut sanatın siyasette oluşturacağı güçten ürkenlerin, yahut sanata kafası basmayan siyasetçilerle siyasete kafası basmayan sanatçıların, yahut iflah olmaz bir yüzeysel “sağduyu”dan mustariplerin, yahut hepsinin fantezisi.

Sanat, sanatçı, iktidar

Sofokles bir devlet adamıydı; Shakespeare’in hemen bütün oyunlarının görünmeyen asıl kurgusu, iktidar mücadelesiydi; Yunan tanrıları dinsel amaçlardan ziyade güçler savaşının bir parçası olarak tanrılaşıyor, yontulaşıyor, resimleşiyordu; egemenlerin Bizans’ı yıkılmadan önce meleklerin cinsiyetini tartışıyor olabilir ama halkın Komünü yıkılmadan önce Paris’teki tiyatro hayatını tartışıyordu; Brecht oyunlarını, Kolwitz resimlerini, (geçtiğimiz günlerde erken ölümünün 25. yılını idrak ettiğimiz) Ruhi Su türkülerini devrim için üretti. Doğrudan siyasetle ilgisi olmayan pek çok sanat eseri örneklenebilir ama birazcık üstü eşelendiği zaman onların birçoğunun da bilerek ya da bilmeyerek, dolaylı ya da doğrudan siyasi yaşamın bir yerlerine oturduğunu, bir yerlerinden aktığını görürüz.

Alman düşünür Clausewitz, savaşın politikanın başka araçlarla devamı olduğunu söylüyordu. Aslında politika da bazen apaçık bazen dolaylı biçimde bir savaştır; devleti, iktidarı eline alma, elinde tutma savaşı. Her savaş gibi bir şiddet öğesini içinde barındırır. Sanat tarihinin başından beridir baskılara maruz kalmışsa bu yüzdendir, saf estetik nedenlerden değil.

Filmler, şiirler yasaklanır; yapanlar, yazanlar, izleyenler, okuyanlar tutuklanır; şarkıcılar işkenceyle öldürülür; resimler yakılır; heykeller kırılır; galeriler basılır. Bunları bazen iktidarlar doğrudan yaparlar, bazen kışkırttıkları, esinlendirdikleri, eline sopa, silah, çekiç tutuşturdukları altyükleniciler eliyle. Velhasıl, insan toplulukları sınıflı bir sistemde bir iktidar altında yaşamaya başladıklarından bu yana siyaset varsa, siyasete bir yerinden mutlaka bulaşan sanata karşı baskılar da vardır.

Sanatın da eli armut toplamaz, zira armudun mühimmat değeri yoktur. Gitar çalan parmaklarını kırıp “Şimdi şarkı söyle de görelim,” dedikleri zaman Victor Jara Venceremos, Biz Kazanacağız diye bir şarkıya başladı ve Şili Stadyumu’ndaki tutsaklar asker dipçikleri altında ona katıldılar. Bugün Pinochet ismi bir küfür, Jara ismi bir bayraksa bunda sanatın bu intikamının da payı vardır. Ceket takım çekip seçim kürsülerine, omza silah atıp dağ başlarına çıkan sanatçılarla doludur geçmiş. Sanatçı kiminde sanatıyla, kiminde başka silahlarla, sıklıkla ikisiyle birden iktidar kavgasındaki payını üstlenmiştir; cık cık çekenlerin cıklarını ağızlarına tıkayarak.

Tüm bunları düşününce, mesela Tophane’de sergilere saldıranların yaptıklarında öfkelenecek çok şey var da şaşıracak bir şey yok. Sanat siyasete müdahale ediyorsa siyaset de sanata müdahale eder ve bu böyle gider. Saldırıya uğrayan serginin başlığı “Extramücadele” idi ve “büyük işaretler, egemen imgeler, hakim yüzler”le bir derdi vardı. Fakat böylesi politik bir içerimi olmasaydı bile Tophane saldırısı bir siyasi fenomen olmaya devam ederdi. Bir başka yönden alkollü içkiye tepki olarak bile okunabilir saldırı, ama alkolün politik bünyede şişede durduğu gibi durmadığı düşünülünce, promil oranları birden oy oranlarına karışır, üstelik bu alkolden kaynaklanan bir görme bozukluğu da değildir!

Saldırıya karşı “Tophane galerileri, sanatçılar ve sanatseverler” imzasıyla açıklama yapanların IMF protestolarına karşı linç girişiminden bahsetmeleri tesadüf değil. Aynı şekilde, TAYAD’lılar neredeyse yıllardır profesyonel linç mağduru oldular bu topraklarda. İster “Yahudi’yi dövdürtmeyecektik” fıkrasını hatırlayalım ister sonunda kendisi de toplama kampına götürülen Alman rahibin “Önce komünistleri götürdüler,” diye başlayan sözlerini. Gerçek şu ki, haksızın haklıya saldırısına seyirci kalanların bir saldırı hedefine dönüşmesi fazla uzun sürmüyor. Tüm bunların sebebi linç kültürü, sanat düşmanlığı, ötekine tahammülsüzlük, mahalle baskısı gibi müphem kültürel fenomenler değil sanat ve siyaset arasındaki (aslında toplumun bütün veçheleri arasındaki) bölünmez bütünlük.

(Bu arada saldırmak isteyenlere iyi bir sergi bulduk; öyle içkidir, kokteyldir lafı dolandırmaya gerek yok. “Uluslararası Çağdaş Sanat Trienali” Portİzmir’in ikincisine paralel bir proje olarak K2 Güncel Sanat Merkezi’nde gerçekleştirilecek olan “Bellek Araştırmaları ve Eski Tütün Deposu” başlıklı serginin ilk ayağında fotoğraflarıyla Ertuğ Balkan, Güzin Tezel, Simber Atay Eskier, Suzan Orhan ve Süleyman Duman, video çalışmasıyla Nezaket Tekin bu sergide bize eski tütün depolarını “hatırlatıyor.”

Kapitalizm hep vahşi ama o zamanlar vahşet daha bir çıplak. 7-8 yaşında kız çocuklarına varana dek insanlar bu depolarda ciğer çürütmüşler. Kızları Suzan Orhan’ın kolajında, ciğer filmlerini Ertuğ Balkan’ın reprodüksiyonunda görebileceğiz. Nezaket Tekin’in videosunda rüzgârla salınan naylon pırtık perde imgesi zihnimizde “kalkınan” bir ekonominin erken üfürdüğü hayatları mı uyandıracak, perdenin kapı niyetine konulduğu yerden her geçişlerinde ömürlerinden gün eksiltenleri mi? Ekonomi siyasete, siyaset sanata, sanat etiğe ne çabuk dönüyor yurdumda! (Dönüşüm silsilesinin bu son halkasına birazdan geleceğiz…)

Sanat siyasete dolaşınca

Sanatla siyasetin hep ilişkili olduğunu söylemek başka şey, sanatın siyasetle ilgilenmesi, bunu yaparken de ezilen kesimlerden yana saf tutması gerektiğini söylemek başka. Sanatın toplumsal bakımdan ilerici bir konumda durması gerektiğine dair argümanları ne kadar da arasak da pür sanat alanının içinde bulamayız. Sanatın tarihi Jara, Nâzım, Picasso gibi yüz aklarından ibaret değil. Dali, Marinetti, Borges gibi faşizme yataklık eden sanatçılar öyle tek tük örnekler sayılmazlar. Yine, en azından ilk bakışta, siyasete bütünüyle kayıtsız kalmaya çabalayan köşe taşlarıyla doludur sanat tarihi.

Sosyalist gerçekçi savunular bazen belli bazen belirsiz, “iyi sanat toplumcu sanattır, toplumcu sanat iyi sanattır” varsayımını barındırırlar. Önermenin ikinci kısmıyla baş etmek kolaydır. Bir sanat eserinin içeriğinin onu iyi yapmayacağını görmek için gerekenden fazla kötü örnek vardır. Ama önermenin ilk kısmında işler biraz daha karışıktır. Bir sanat eserinin içeriği onu pekâlâ da kötü yapabilir; eğer sanatı “sadece sanat” olarak görmüyorsak.

Salt sanatsal bakımlardan düşünüldüğünde Dali’nin saatlerine falan ayılıp bayılabiliriz de resimlerine siyasi tutsakları idam ettiği için Franco’ya gönderdiği tebrik mesajıyla yan yana koyup baktığımız zaman şunu rahatlıkla söyleriz: İyi ressam olabilir ama alçağın teki! (Dali’nin diğer suçları için: http://goo.gl/SFmu)

Ressam önlüğü alçaklığı örtemeyeceğine göre, sanatında da bir sorunlar olmalı. Nitekim yeterince ararsak, varsayımsal olarak öne sürebileceğimiz bir “ideal sanat eseri”yle bu gibilerin eserleri arasındaki açının hiç dar olmadığını da görürüz. Sanatları, dünyaya bakışlarındaki çarpıklıkla maluldür. Sırf teorik amaçlarla öne sürdüğümüz, asla gerçekleşmeyecek olan, ama varamasak da yolunda öleceğimiz farazî “ideal sanat eseri”nde yalnızca biçim değil içerik de kusursuz olmalıdır; kötü yahut eksik içerik iyi sanatı “bozar.” Onu otomatikman köpkötü yapmaz, sanat eseri olmaktan çıkarmaz belki, ama eksikli kılar. Bu anlamda, fırçasını iyi tutamayan, çalgısına yeterince hâkim olmayan toplumcu sanatçı, o ideale gerici dâhiden daha yakındır. Kısa vadede gerici dâhiden daha fazla şey öğrenebiliriz, ama bir an önce öğreneceklerimizi öğrenip yola ilerici öğrenciyle devam etmek gerekir.

Tüm bunları söylesek de soru olduğu yerde duruyor: Sanatın ilerici saflarda durması gerekliliğini nasıl temellendireceğiz? Estetik açıdan bunu ancak kısmen yapabiliyoruz. Gerici sanat ancak sınırlı bakımlardan iyi olabilir, dedik. Ama Dali yahut Borges olma sınırına seve seve razı gelecek çokları vardır. Sanata katkıysa katkı, şansa şan. Hele sanat eğitimine ve eleştirisine de çoğunlukla egemen olan egemen, kendinden yana olanların sanatsal hasletlerini alabildiğine yüceltirken; hele ilerici sanatçıların çoğu Picasso yahut Neruda değilken.

Siyaset etiğe karışınca

Sanatçının siyasi mücadelede ezilenin, halkın, ilerici güçlerin yanında olması gerekliliğini ancak herhangi bir insanın bu saflarda olması gerekliliğini nasıl ileri sürüyorsak öyle ileri sürebiliriz. Halkın yanında olmak, estetik bir görev olmaktan ziyade etik bir görevdir.

Dünya nüfusunun altıda birinin dünya zenginliklerinin %80’ine konduğu bir düzende yanlış giden bir şeyler vardır. Az sayıda insan tuvaleti bir servet eden binalarda yaşıyorken, onların tuvaletlerini temizleyenler, (bir gerilla olarak savaşırken vurulan Guatemalalı şair Otto René Castillo’nun sözleriyle) onlara “her gün ekmek getirenler, süt getirenler, çörek ve yumurta getirenler, giysilerini dikenler, arabalarını sürenler, köpeklerine, bahçelerine bakanlar, onlar için çalışanlar”dan başlarını sokacakları iki göz gecekondu esirgeniyorsa insan olma sıfatından vazgeçmeyenler için seçilecek tek saf vardır.

Altıda birin içinde yer almakla yetinmek, tuvaletini temizleyenin evini başını yıkanın yanında yer almak, aynı zamanda etik bir sorundur. Doğrudur, dünyanın çarkı etiğin değil ekonominin ve (dolayısıyla, ekonomik zenginliklerin ne şekilde paylaşılacağının kavgası olan) siyasetin etrafında döner. Ama o siyasi saflardan hangisinde yer alınacağı sorunu bireyler bağlamında son noktada etik bir sorundur.

Burası iyi bir açıklamaya ihtiyaç duyuyor. Öyle ya, madem dünyanın çarkı siyasi iktisadın etrafında dönüyor, bu çarkın ürünü olan biz bireylerin etik seçimleri neden bu kadar önemli? Burada zaman akışı yahut neden-sonuç zinciri içinde değil mantıksal sıra bakımından bir “son nokta”dan bahsediyoruz. Toplumsal ve psikolojik bir etkenler silsilesi tarafından belirlenen bir insan teki, eninde sonunda bir karar alarak safını belirler. İsterse bu kararını en ağır baskı koşulları altında alsın, yine de ortada bir karar vardır. İşte doğru ya da yanlış olabilen bu karar etiğin alanına girer. Elbette kararı alanın etik kodları da döner, yine toplumsal olan tarafından belirlenir. Ancak ortada bir irade olduğu sürece etik sorunu baki kalır.

Bazen bu sorun basitçe çözülür: Ezilen ezilenlerin, ezen ezenin bayrağı altına toplanır. Açlık gırtlağına dayanmış işçi greve katılır, patronu lokavt yapar. Lakin saflaşma her zaman bu kadar berrak değildir. Hele de ağırlıklı orta-üst sınıflardan gelen sanatçı tabakası için işler daha karışıktır. Elbette o da toplumsal olarak belirlenir, ama kendini dünyada koldan ziyade kafa emeğiyle kuran bir özne olarak onun safını seçişi çok daha güçlü bir biçimde gelir etiğe dayanır. Bir kez etik seçimini yaptıktan sonra istese de istemese de sanatı bu seçimi yansıtacaktır. Siyaset dışı sanat yapıyorsa bu dışında kalışın siyasi içerimleri olacaktır. Doğrudan siyasi sanat yapıyorsa bulunduğu safın.

Sanatçımızın seçimini ezilenden yana yaptığını varsayarak devam edelim: Ortada dönüştürülmesi gereken muazzam büyüklükte bir sistem vardır. Bu dönüştürme mücadelesi dünyanın en güç mücadelelerinden biridir. Tek avantajı haklı ve çoğunluk olmaktır. Fakat çoğunluğun çoğunluğu haklı olduğunu bilmediği için bu avantaj uzun süre salt teori dünyasında kalmaya mahkûmdur. Dünyayı dönüştürme kavgası aslında son tahlilde çoğunluğa kendi hakkını ve haklılığını anlatma çabasıdır. Bu çaba için her ama her araca ihtiyaç vardır. Sanat nasıl bunun dışında kalabilir?

Akıl yürütmemiz aşağı yukarı şu aşamalardan geçti: Sanat, direnen halkın yanında olmalı, onunla direnmelidir. Belki bir dereceye kadar iyi sanat yapmanın tek yolu bu değildir, ama bu şekilde iyi sanat yapıldığı vakidir ve idealar dünyasında bir yerde bir ideal sanat varsa bu ancak bu şekilde yapılabilir. Dünyanın mevcut halinde insani değerlerini koruyan birinin etik seçimini haklı çoğunluktan yana yapması gerekir. Bir kez yaptıktan sonra da bütün gücüyle onun yanında olmalıdır. Sanatçının “bütün gücü”nün önemli bir kısmı sanatıdır.

Sanat siyasete, siyaset sanata bulaşalı, dolaşalı, karışalı çok oldu. Tüm bu yün yumağı içinden bireyi etik, halkı siyasi açıdan doygun kılacak ip ucunu aramak her insan teki gibi sanatçının da görevi. Sanatın tamamlanmış bir tarifi yok, ama herhalde herkes sanatçının eserlerinde bir takım yeni dünyalar yarattığında hemfikir olacaktır; en gerçekçi resim de söz konusu olsa, tuvaldeki manzara gerçekteki manzaradan başka, yaratılmış bir dünyadır.

Ama sanatçılar yeni dünyayı eserlerinde yaratmakla yetinmemeliler, çünkü asıl sorun onu gerçekte yaratmaktır.

NOT: Bu yazı, Dikmen Vadisi Halk Festivali Festivadi dahilinde 25 Eylül 2010 günü gerçekleşecek “Direniş ve Sanat” başlıklı panel için tutulan notlardan yararlanarak RH+ Artmagazine Ekim Sayısı için hazırlandı ve orada yayımlandı. Tarık Çalışkan’ın oturum başkanlığını yaptığı panele Barış Yıldırım’ın yanı sıra Tufan Taştan ve Vedat Kuşçu katıldı.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Barış Yıldırım

Yanıtla