Maraton Bir Şifaydı, İyileşme Uzun Vadede

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Mimesis Söyleşi / Şehir Tiyatrolarına yapılan yönetmelik darbesi skandalından sonra pek çok şey yapıldı. Taksim’de yahut İKSV açılışında eylemler organize edildi. Ancak doğrudan halkla buluşan, ona yönelen ve üstelik de sanat dünyasında pek çok farklı cenahtan sanatçıyı bir araya getiren bir eylem olması niteliğiyle Sanat Maratonu çok daha farklı bir yerde duruyor. Çok sayıda grup ve sanatçı bu eyleme iştirak etti. Sahneyi boş bırakmamak adına 152 saat el ele verdi. Katkısını sunduktan sonra sözünü söyledi. Eylem aynı zamanda form olarak da sıra dışıydı. Aslı Öngeren ve Tolga Yeter ile Sanat Maratonu üzerine konuştuk.

Öncelikle maratonun bilançosu nedir diye soralım.

Aslı Öngören: Ortalama her gün 100 civarında sanatçı sahnede yer aldı. Gün içerisinde de hemen hemen 30 gösteri sıralandı. Toplam 70 tiyatro gösterisi, 50  kadar konser ve dinleti, onlarca dans ve pandomim  gösterisi, onlarca atölye çalışması ve şiir dinletileri, kısa metraj, uzun metraj film gösterileri, kukla ve çocuk oyunları ve okuma tiyatroları izlendi. Yücel Erten’in yazdığı “Devletin Tiyatrosu Olmaz! (mı?)” adlı kitabı, Sanat Maratonu’nun üç sabahında kaldığı yerden devamla okunarak tamamlandı. Sahne hiçbir an  boş bırakılmadı. Hiç durulmadı! Hiç susulmadı!  Binlerle ifade edilebilecek bir seyirci sirkülasyonu yaşandı. Sanat Maratonu, Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nin özverili katkısı ile 151 saat 43 dakika 53 saniye boyunca video kaydına alındı. Büyük bölümü internet üzerinden canlı yayınlandı. Yüzlerce sanatçının, elliyi aşkın sivil gönüllünün fiili katılımının yanı sıra, onlarca sanatçı ve aydının, yaklaşık 20 sivil toplum örgütünün mesaj, katılım, katkı ve destekleri ile güçlenerek tamamlandı.

Peki bizzat organizasyon için koşturanlar olarak sizler bu eylemi nasıl değerlendiriyorsunuz. Bugünden baktığınızda neler kazanıldı? Hatta ilk olarak şundan başlayalım: bu eylem fikri nereden çıktı?

Aslı Öngören: Bizde fikir çok. (gülüşmeler) Yaratıcılıktan yana sorun yok çok şükür. Bize yaraşır eylemler neler olabilir diye düşününce birçok şey geliyor akla. Bu eylem fikri ise Engin Alkan’ın “bitmeyen bir tiyatro gösterisi olsa” diye ortaya attığı bir fikirdi. Gelişti süreç içinde. Günlerce süren, sahneyi boş bırakmayan bir direniş olacaktı. Böyle bir şey dünyada da olmadığından Guinness’e bile başvurulabilir dedik. Açıkhava’da yapılması doğru olacaktı. Kadıköy Belediyesi çok yardımcı oldu. Organizasyonun detayı çok. Profesyonel organizatörler için bile güç olabilecek boyutta bir etkinlik bu. İşin uzmanı olmayan, kendi telefon rehberlerini kullanan kişiler tarafından organize edildi. (gülüşmeler) Genç arkadaşlarımız emek sundular. Uzak bakanlarımız vardı, heyecan duyanlarımız vardı, başı çekenlerimiz vardı, kaygıyla bakanlar vardı. Çünkü asıl mesele, bu eylemin  “ne diyeceği ve ne yapacağıydı.” Ben kendi adıma organizasyonda gerçekten bir maraton koşucusu gibi koştuğum için yarışın içinde çok bir şey fark edemedim. “Sahne boş kalmasın!”‘dan başka bir mesele yoktu o anda. Üst başlığı sonuç olarak derdimizi anlatmak, aslında toplumun değişik kesimlerindeki dertlerin buluştuğu bir meydan yaratmak idi. Denenmemiş bir şey olduğu için bunun ne kadar mümkün olacağını biz de bilmiyorduk. İşin doğası çok samimiydi, çünkü haklıydık. Haklı olduğumuz bir şeyin dile gelmesi için insan ve ortam arayışıydı bu. Çünkü biz en büyük iletişimi kurma gücüne sahipken en güçsüz pozisyonda kaldık. Ciddi karalamalarla karşı karşıyayız. Ödenekli kurumlara dair bir bilgi kirliliği ile karşı karşıyayız. En korkuncusu da aslında şu: herkes o kadar kendi meselesi ile meşgul ki maalesef tiyatro çoook çok geri sıralarda bir öneme sahip toplumumuzda. Bir de bunun önemini anlatmaya çalışmak, var olan ve kabul görmüş “orada da bir tiyatro varmış, içinde de sanatçılar varmış” denilen şeyi dahi yeniden inşa etmek zorunda kalmak, statükocu görünme riskine rağmen yeniden savunmak zorunda kalmak. Bunun alanını bulmak zorundayız. Maraton da bunun için iyi bir meydan oldu sanırım. Şimdi bu meydan yaratıldı, bu meydanın okunması kaldı. Gerçekten iyi okumak lazım. Bir avuç insanın “ben bu sahneden inmeyeceğim” direnciyle orada durması, oraya birçok önemli ismin destek vermesinden önce bir grup insanın yalnız da olsak o sahnede olacağız kararlılığıyla meydanda bulunması çok önemli. O anlamda birçok boşluk da doldurmak zorunda kaldık. Programda kaymalar oldu çünkü. Ben arada sahnede oynarken buldum kendimi; “yarım saatlik bir kayma, bir boşluğumuz var, hadi sahneye” diye. En güzel yanı seyircinin giderek büyüyen ilgisiydi.  Zaten, önceki eylemlerimizde oluşturulan İstanbul Seyirci Platformu’ndan gelen gönüllü destekçi grubumuz  başından beri yanımızdaydılar. Onlarsız bu iş yapılamazdı..  Seyirci giderek çoğaldı. Hiçbir mesafe yoktu. Sahne bir yükseltiydi ama sadece daha iyi görünmesi için yüksekteydi. Başbakanımızın bizi tepeden bakmakla,  jakobenlikle suçlayarak oluşturduğu yanlış  imajın nasıl altüst edildiğinin örneğiydi eylem. Sunucuların seyircilerle el ele sahneyi doldurmak ve sahne içini dolu tutmak için nasıl dayanışmaya girdiğini oraya uğrayanlar biliyor.  

Sanat Maratonu Tiyatro Tarihinde Önemli Bir Yer Tutacak…

Aslı Öngören: Gerçekten “oradaydık” denilecek bir süreç yaşadık. “Biz oradaydık” diyeceğiz, “ben oradaydım” diyeceğim çocuklarıma. Bu etkinliğin gerçekten önemli bir yer tutacağını düşünüyorum tiyatro tarihinde. Zaman içinde okundukça daha iyi anlaşılacaktır. Çünkü sanatı kullanarak, sanatın estetik boyutunu unutmamaya elinden geldiğince gayret gösterip onu bir direniş biçimi olarak sunmak, bu kadar uzun soluklu göstermek yapılmamış bir şey. Tabii görmezden gelindi. Ama orada motive olan binlerce insana bu bulaşmıştır artık. Esasen tiyatro böyledir, uzun vadede iyileştirir. Sanat maratonu bir şifaydı bence bizim için de orada olan seyirci için de. Onun dışında neye yaradığını anlamak için zamana ihtiyaç var. Sanatçı arkadaşlarımızın ve seyircimizin çoğalmasına ihtiyaç var. Toplumun değişik kesimlerindeki dertlerle buluşulmaya ihtiyaç var. Her alanın iyileştirilmeye ihtiyaç duyduğu zor günler yaşıyoruz. Dayanışmaya ihtiyaç var. Birçok özeleştirel çıkarımımız da var elbette, ama önce büyük tehlikeye karşı alarmda kalmak zorundayız. Özeleştirinin de zamanı gelecektir, kaçınılmaz. Ama bu bir alarmdır, bu alarm durumunu kaybetmemek gerekli. Çünkü çok uyuyan, unutulan, unutturulan bir varoluş içinde yaşıyoruz. Uyumluluk göstermeye yatkınız. Zaman geçirmeye, 24 saati doldurmaya yatkınız. Maraton bu anlamda da bir ezber kırıyor. Gündelik ezberlerimize de bir yanıttır. 24 saat kavramı her birimiz için değişti. Bir gün gece 00.00’da başlıyor aslında. Bizim Salı gecesi dediğimiz şey aslında Çarşamba sabahıdır. Bizim terminolojimiz değişti. O anlamda birçok ezberi kırmak konusunda bizi biraz daha güçlendirdiğine inanıyorum maratonun. Ama daha ortak, daha cesur, daha riske girebilecek bir sözü söylemek veya doğru bildiğini söylemek herkesin sesinizi boğduğu yerde tarihin her döneminde zor olmuştur. Biz de öyle bir döneme girdik. Ne kadar kalabalıklaşırsak, sesimizi duyurma şansımız o kadar artacak. Birileri her zaman doğru bildiğini söylemeye devam eder, duyurabildiği yere kadar. İşte maratonda da ciddi bir dayanışma oldu. Onun sesi en azından Selamiçeşme Parkı’nın civarındaki bütün apartmanlara gitti. Aslında çok ötelere, duymak istemeyen kulaklara da gittiğini düşünüyorum…Ama dikkat çekmekten çok belki gerçeği anlatmanın yollarını aramak, bunun için de insanların ekmek gibi su gibi ihtiyaç duyduğu alanlarda yürütülen politika ile tiyatroda yürütülen politikanın ayrı olmadığının göstermek önemli. Bunun farkına varan pek çok usta sanatçı, aydın ve duyarlı izleyicinin katılımı gücümüzdür. Bu güç potansiyeli, doğru kanallar ve ortamlarla genişleyip, daha da hacimli bir vücut bulacak. O zaman her alanda meseleye sahip çıkmaya başlayabileceğiz. 

Tolga Yeter: 12 Nisan darbesinden sonra, muhtırasından sonra, biz bir anlamda özeleştirimizi yaptık. Bazı eylemlerde bulunduk. “Bize yakışan, yaraşan eylem ne, bizim derdimizi daha iyi ifade edebilecek şey ne” dediğimiz vakit Engin’in ortaya attığı ama herkesin biçimlendirdiği, sonuca vardırdığı bir eylem oldu sanat maratonu. 13 Nisan Cuma günü Harbiye Tiyatrosu’nun önünde bildirimizi okuduk, 24 Nisan’da büyük bir kalabalıkla yürüdük ki ondan sonra sanat maratonunu yapma ihtiyacı duyduk hep beraber. 29 Nisan günü Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nin önünde sabaha kadar uyumama eylemini gerçekleştirerek sanat maratonunun çok küçük bir provasını yaptık. İKSV İstanbul Tiyatro Festivali’nin açılışında beyaz eylemle birlikte olduk. Açıkhava yaz oyunları öncesinde seyircimizle birlikteydik. Ama sanat maratonunun bunun ötesinde hepimiz için, aslında İstanbul için, çok farklı bir anlamı vardı. Herkes birlikteydi ve herkes bir üretim içindeydi. Bir üretim için oradaydık ve bu üretimin bitmeyeceğinin de bir göstergesiydi. “Biz bu sahneden inmeyeceğiz” dedik. Saat sabaha karşı 04.30 iken, herkes uyurken, biz ayaktaydık, sahnedeydik. Bir şey söylemek için oradaydık. Çok ilginçtir, bu 152 saat boyunca bizim yanımızdan ayrılmayan gönüllü ekibi vardır ki bunların hiçbir zorunluluğu hiçbir bağımlılığı yokken bizimle beraberlerdi. Bu bir güç bence. Artık ben boyalı basın diyorum, bu olayı görmezden geldi. Ama 90 saatin sonunda artık görmezden gelemeyecekleri bir noktadaydı. Bir 152 saat daha devam ederdi abartmıyorum.

Sanat Maratonu Bir Nokta Değil Noktalı Virgül Olmalı!

Tolga Yeter: Bu 3 aylık süreçte insanlar çok fikir üretti. Hepimiz çok fikir ürettik. En büyük yaratım süreçlerimizin olduğu zamandı gerçekten, biz de bir uykudan uyandık diyebilirim. Bu bizim özeleştirimiz zaten. Sanat maratonu bunlardan sadece biri olmalı. Nokta olduğu takdirde şu günlerde yaşadığımız kabus dolu günleri kabullenmiş oluruz. O yüzden sanat maratonunun kuvvetli bir virgül, belki de noktalı virgül olması lazım. Ardından birçok parantezlerin açılacağı, içlerinin doldurulacağı bir etkinlik olmalı. Ne zaman ki doğru aklın, doğru düşüncenin mevcut olacağı gün gelir, o zaman elbette nokta konur.

Aslı Öngören: Muhalefetinden vazgeçmez zaten sanat. Kendi alanlarında ve kendi imkanlarıyla. Sanatçılar bunu zaten yapıyorlar o ya da bu biçimde. Önemli olan dezenformasyona karşı dayanışmanın yansıması üretilmesi ve diri tutulması… Bunun için de hem tehlikeyi iyi tarif etmek lazım, hem de hedefi iyi tarif etmek lazım.

Tolga Yeter: Tehlike aslında iyi tarif edildi.

Aslı Öngören: Toplumun geneli için emin değilim ama.

Tolga Yeter: Ama hedef konusunda hala soru işaretleri olduğunu düşünüyorum. Bu da normal bir süreç. Halkımız daha önce böyle şeylerle pek karşılaşmadı. Bir sürü tehlikeyle bugüne kadar karşılaşmış olabiliriz, birçok badire atlatmış olabiliriz ama hiçbir zaman bu denli büyük bir sorunla karşılaşmadık. Ne yapacağını bilmek ve yapmak arasında gerçekten büyük bir fark var. Bu işte şu anda karşılaştığımız sorun. Dolayısıyla hedef konusunda çelişkiler yaşıyoruz, yaşamaya devam edeceğiz gibi geliyor bana şu anda. Sanat Maratonu’nda olmayan, oradan benim tabirimce “kaçan”, oradaki varlığının gelecekteki varlığını tehlikeye sokacağına inanan görüşler benim için tehlikenin nerede olduğunu da anlatıyor. Orada olmamanın birçok haklı gerekçesi olduğu gibi reel duruma baktığımız zaman olmama sebebini tamamen az önce dediğim “gelecekteki varoluşuyla” açıklayanlar çoğunluktaydı. Ben gelecekte sanatı evrensel boyutta yapıp yapamayacağımla ilgili sıkıntılar duyuyorum. Niceliğinden ziyade niteliğiyle ilgili sıkıntı duyuyorum. O nedenle karşıyım bu söyleme ve bu yaklaşıma. Ve zaten maraton da geleceğe yönelik bu kaygılar nedeniyle yapıldı. 1 gün eyleme gelememiş olabilirsiniz, 1 gün İKSV açılışına gelememiş olabilirsiniz, 1 gün açıkhava oyunlarına gelememiş olabilirsiniz. Ama 7/24 süren, size ihtiyaç duyulduğu çok açık olan 152 saatlik bir etkinliğe gelmeme sebebinizin tamamen gelecekteki varlığınızın nicel yapısıyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Başından beri düşüncem bu. Bir taraf olmak zorundasınız. Neyi neden yaptığımızı iyi bilmek zorundayız. Bilmiyorsak da oraya gelip varlığını göstermemeye çalışmak, kameralardan kaçmak, bunlar gerçekten oldu mu bilmiyorum ama, hoş değil… Hiç gelmemek daha onurlu bir duruş. Neyse sonuç olarak bundan sonra yapılacaklar çok önemli. Maraton bizim için bir noktalı virgül. Hedefimizdeki çelişkileri artık tartışmamız gerekiyor, şimdi sıra onda. Onları ayıklamamız, biraz berraklaştırmamız gerekiyor. O yüzden de sanat maratonu gelecekteki üretim adına faydalı bir eylemdi.

Aslı Öngören: Devlet Tiyatrolarından bazı dostların da  yüreği, enerjisi ve emeği ile sürece katkısı çok büyük oldu. Birçok alanda umut verici desteklere, dayanışmalara adım atıldı. Aslında bu maratonda bir sürü tohum atıldı. Ama bunu bir deşarj değil şarj olarak görebilmemiz lazım. Yani buradan güç alıp bundan sonra ne yapacağımızı planlamamız lazım. Kendimizi sanatın eğlendirici ya da deşarj edici yanına kaptırmayıp sanatsal eylemin insanları motive edici, diyalektik bir ilişki içinde dönüştürücü yanına yatırım yapmalıyız. Tolga’nın az önce bahsettiği beklentiler, yaklaşımlar, belki korkular, kaygılar, bunların hepsi anlaşılabilir. Çünkü gerçekten zor bir dönemden geçiyoruz. Bir karanlık gerçeğin içindeyiz, karanlığa sürükleniyoruz. Karanlığa karşı mücadele de en zor mücadele, hiç bitmeyen bir mücadele. Şimdi bunu bir böyle okuyanlarımız var, onlar için bu sadece bir yeni mevzi. Ama uzun yıllardır apolitize olmuş, bu gerçekle yüz yüze kalıp büyük şaşkınlık yaşayanlarımız da var. Onları da anlayışla karşılamak gerekir. Bu kadar bireysel kaygılarla yaşamaya alışmışken, büyük resme bakmak zorunda kalmak,  bu doğrultuda seçimler ve bedeller le karşı karşıya kalmak  bazılarımız için yeni bir durum. Her zaman karşımıza çıkan sınavlar değil bunlar. Ülke de tek tek her birimiz de bu sınavdan geçiyoruz. Ben her eylemin ileri doğru olduğuna inanırım. Yani en karanlık yöneliş, karanlığa götürmek isteyen adım bile önemli, çünkü mutlaka çözülecek; sizin, onun ötesine geçmek için karşı adım atmanız gerekecek… Uzun vadede umutsuz değilim. Ama hemen önümüzdeki sürece baktığımda da; bunlar iyi günlerimizdi diyorum maalesef.  İşte bunun için herkesin neyin değerli olduğunu yeniden düşünmesi gereken bir dönemeçteyiz. Hem ülke olarak hem bireyler olarak. Ekmek parası denilen derdin yarın çocuklarımızın ekmek parası demek olduğunu unutmadan ekmeğimizi yemek zorundayız. Sanatçılar da buna örnek olmak zorunda. Şu gelinen süreçte bu çok ciddi bir sorumluluktur. Derdin ekmek parası, günü kotarmak, kendi akçesinin peşinde olmak değil yarın bu ülkede nasıl bir ortamda yaşanacak, hangi demokrasiyle yönetileceğiz biz, bu demokrasi kaç adettir, nasıl herkes işini huzurla yapıp birbirine yeniden saygı ve güven duyabilecek… Bu kaygıları kendinden başlayarak dillendirmek büyük yükümlülüktür. Bunu olabildiğince omurgalı, yani örgütlü biçimde yapabilmek gerekli. Bu anlamda deneyimli olanlarımızın diğerlerine yol göstermesi gerekiyor. Eğer oralarda da sen ben kamplaşmasına gireceksek kısa vadede özellikle ödenekli kurumlar için çok parlak sonuç alınacağını sanmıyorum. Uzun vadede bu kapatılma bile söz konusu olsa mutlaka çözülecektir. Tiyatro öyle bir şey çünkü.

İnsanı Yok Etmediğin Sürece Tiyatroyu Yok Edemezsin…

Aslı Öngören: İnsanı yok etmediğin sürece tiyatroyu yok edemezsin. Bir yolunu bulur. Sanatçı da bir yolunu bulup sözünü söyler. Ama böyle dönemlerde birlikte ve daha güçlü söz söylemek için yalnız sanatçıların değil toplumda sözü olan her kesimden temsilcilerin bir araya gelmesi gerekir. Sanatçıların da, aydınların da bunun çağrıcılığını, öncülüğünü yapması gerekir. Dolayısıyla bizim öncelikli çağrımız onlara. Çünkü biz hep diyoruz; sanat bir tek şey söyler. Bu yüzden büyük bir gücü vardır. İnsana dair temel bir şeyi tarif eder. “Yalnız değilsiniz” der. Çünkü yalnızsan yoksun. Yok olursun. İnsan tek başına olamayan toplumsal bir varlıktır. Ve sanat “yalnız değilsin” dediği sürece güçlüdür ve çok etkilidir. Bugün burada bir müzik üretirim, dünyanın öbür ucunda biri benim varlığımı, aramızdaki bağı fark eder. Öyle etkin bir güçtür ki, politikacının, hiç bir günlük köşe dönmeciliğin, hiç bir kazancın karşılığını veremeyeceği bir güçtür. Bizim bu ülkenin sanatçıları ve aydınları olarak bu gücü yeniden anlamamız ve yeniden doğru kullanmamız gerekiyor. Bunun da yolu üretmek herhalde. Yeniden üretmek. Üretmenin önündeki bütün engellerle mücadele etmek ve birincil meseleyi üretim olarak koymak. Bir geçiş dönemindeyiz. Akla karanın çok karışacağı bir dönemdeyiz. At izinin it izine karıştığı bir dönemdeyiz. Çok tehlikeli bir dönem. Burada tek tek, emin olmasak bile, tutarlı adımlar atmalıyız. Kendime de, arkadaşlarıma da söylediğim bu. Bu tutarlılığı da “üretmek ama üretimin nasılıyla, yani niteliğiyle ilgili bir derdi bir an bile unutmadan üretmek” diye koymak lazım. Sanatçının sorumluluğu gerçeği söylemektir. Görünenin ardındaki gerçeği!

Şu anda ödenekli kurumlarda örgütler var. Tabi bunlar yeterince aktif, toparlayıcı, çağrıcı ve başı çekici bir şekilde davranamıyorlar. Birlikte davranamazlarsa, bu demektir ki gerçekten örgütlü bir davranışa hazır değil bu kurumlardaki sanatçılar. Bu durumda ne kalır geriye? Birbirini anlayan gruplar halinde, küçük gruplar halinde davranacaklar. İşte orada ölçü, seyirciye biz sahne üzerinde ne diyoruz derdimizi nasıl anlatıyoruz gibi niteliğin tartışıldığı üretimler olursa, en azından bu geçiş dönemini sağlıklı geçirebiliriz diye düşünüyorum. Küsmek, geri çekilmek, üretimden vazgeçmek, durup beklemek büyük korkaklıktır bu süreçte. Tabi üretimin yeriyle ilgili bir tarifte bulunmuyorum yalnız, ona dikkatinizi çekerim. Heryerde üretilebilir. İnadına üretmek gerekir. İnadına gerçeği söylemek! Her korkan kaçmaz ama her kaçan korkaktır ya hani. Başka türlü katiyen tarif edilemez. Yani,  dediğim gibi mesele “nasıl”da. Peki siz neler düşünüyorsunuz olan biten hakkında?

Her şey yönetmelik darbesiyle başladı. Pek çok insanın “bu bir skandal” dediği sıralarda konu başbakanımızın dikkatini çekti. Başbakan mevzuyu oradan alıp başka bir alana savurdu ve şehir tiyatrolarına yapılan darbeyi gölgelemeye yarayan bir tartışmayı başlattı. “Devletin tiyatrosu olur mu hiç!” gerekçesi ile devlet tiyatroları da hedefin içerisine alındı. Gerçi “özerk sanat” bağlamında memleket için hayırlı bir tartışma mı açılıyor diye de düşünüldü ilk başta. Ancak meselenin sulandırılmış ve çarpıtılmış olduğu gün gibi ortadaydı. Aslında olan biten şöyle yorumlanabilir: Büyük resme baktığımızda, artık toplum olarak ‘Türk İslam sentezi’ bağlamında bir hizaya getirilme süreci yaşıyoruz. 12 Eylül’ün taçlandırılması yahut farklı bir üslupta bir 12 Eylül süreci denebilir bu yaşadıklarımıza. Devlet nasıl eğitim alanını yeniden şekillendirmek istiyorsa, kültür sanat alanına da el atmak ve doğrudan kendi devlet ve toplum anlayışı ile insan yetiştirmek istiyor. Devletin sanat alanına olan bu türden müdahaleleri geleceğe yönelik böyle bir anlam taşıyor… Tabi aynı zamanda kültür ve sanata ayrılan bütçelerin pek çok gelişmiş ülkede kısılmasına yönelik uygulamaları da duyuyoruz. Sıkıntının neoliberal trendle, global ekonomik krizle ilgili bir boyutu da var şüphesiz…

Tabi burada devlet eski ve köhne düzeni değiştiriyorum diye bir söylem üretiyor.  “Jacoben, statükocu, halktan kopuklar” denerek parmak sallanıyor. “Seçkinci, elit, halktan kopuktur bunlar” deniyor. Sanat maratonu bu söyleme bir yanıt üretiyor ve bir ezberi bozuyor. Gerçi bu ezberin bir kesim için haklılık yönleri de var ne yazık ki… Sanat Maratonu’yla bu süreçte sorunlar ne ise asıl muhatap ile halka paylaşılmış oldu. Bu yöndeki çabanın devam etmesi gerekiyor. Örneğin bir anekdot anlatayım. Şehir Tiyatroları darbesinin protesto edildiği Taksim eylemi sırasında bir sokak arasında iki lokanta çalışanının sohbetine rastlamıştım. Biri diğerine soruyordu: “Ne olmuş yav, ne eylemi bu?” Diğeri de emin olamayarak: “Ne bileyim yahu? Tayyip tiyatroları mı kapatmış ne?” diyordu. Yani insanlar tarafından tiyatroların kapatılabilme ihtimali gayet doğal bir değişim olarak görülebiliyor. İşte sanat maratonu tam da meselenin kalbine dokundu halkla buluşma noktasında. Tabi bir önemli nokta daha var ki o da şu; farklı düşünen farklı politik tercihlere sahip birçok tiyatrocu bir eylemin içerisinde yer aldı.

Aslı Öngören: Hem de başka disiplinlerden de. Ressam, müzisyen.  Uğrayarak olsun, sahne üstünde olsun, çok büyük bir dayanışma.

Peki bundan sonrasına dair neler söylendi?

Aslı Öngören: İnanın bunları konuşmaya fırsat olmadı. Gerçekten “sahne boş mu? şimdi kim çıkıyor?”la geçti. Hakikaten bir mola vermemiz gerekiyordu aslında. “Bir durun, bir konuşalım arkadaşlar” demek gerekiyordu galiba.

Tolga Yeter: Çok farklı, sahne üzerinde söylediklerinin aksine ya da bunun dışında bir şey yok. Zaten ne varsa söylenecek sahnede söylendi. Yani kulis olmayan bir maratondu bence. Gerçekten her anlamda anlayabileceğiniz bir şekilde kulisi olmayan bir maratondu. Kulisi fuaye olan bir maratondu.

Bu arada belirtmem gerek, şu konuda bir bilgi kirliliği var. Mesela sayın başbakanımız ilk söyleminde, Kadir Bey’in (İstanbul BŞB Başkanı Kadir Topbaş) yaptığı şeyin, İstanbul Belediyesi’nin çok doğru olduğuna inandıkları değişikliğin aynısını Melih Bey’den (Ankara BŞB Başkanı Melih Gökçek) de rica etti. Fakat orada ciddi bir bilgi eksikliği var zaten, gözler önüne seriliyor. Melih Bey’in elinde zaten böyle bir güç yok. Böyle bir kurum yok. “Ankara Şehir Tiyatrosu” diye bir kurum yok. (gülüşmeler) Buradan da zaten her şey çok net anlaşılıyor. Bunlar insanların atladığı çok küçük ama can alıcı ayrıntılar. Bilgi sahibi olmadan konuşmamak gerekiyor. Dolayısıyla mesele Devlet Tiyatrosu meselesi değil. Mesele tiyatro… Ki yıllarca İstanbul büyükşehir belediye başkanlığı yapmış birinin bu ayrımı atlaması doğaldır, Türkiye büyük bir ülke, ‘yönetememek’ pardon, ‘yönetmekle’ ilgili bir sıkıntıyla söylenmiş olabilir. Mesele şu ki, bu anlamda ilk müdahale edilecek şey tiyatroydu. Daha önce heykelimiz, resmimiz, balerinimizdi, ki hala öyle. Daha durmuyoruz ki, durulacak bir şey yok. Önümüzde kaldı mı sanat? İşte en son Mimesis’in başına gelenlere bakın…

Karanlıkta Yol Almak Zor!

Tolga Yeter: 80 çocuğu değilim ben. 80 üretimi bir çocuğum. Bazen bakıyorum. Herhalde 80 öncesi ya da Türkiye’nin geçirdiği birçok dönem buradan daha aydınlıktı. Az buz değil yani, karanlıkla baş etmek zor. Çünkü karanlıkta el yordamıyla bir şeyler bulmaya çalışmak çok zor. O zaman çarpıyorsunuz, kafanızı vuruyorsunuz bir yere, yarılıyor kafanız. Kan akıyor, kanı durdurmaya çalışırken yürümeniz gerekiyor. Tünelin ucunda bazen ışık görüyorsunuz, serap gibi geliyor size. Bu anlamda zor. Bilmiyorum, yaşamadığım için bilmiyorum o zamanları,  biraz önce bahsettiğimiz o büyüklerimiz var ya, onlar o dönemi yaşamışlardı. Bu dönemi de yaşıyorlar. Bu yönden bize yardımcı olmakla yükümlüler. Gerçekten yükümlüler. Zorunlular. Çünkü o zamanlar kaybettiğimiz birçok aydınımızın vebali var üzerimizde. Daha geç olmadan onların bizi yönlendirmesi gerekiyor. Sanat maratonunu yaptık ama hepsini el yordamıyla yaptık. Ve diyoruz ki örgütlenmenin çok daha iyi yapılabileceğini bilen büyüklerimiz var. Onlar bunu yapmakla zorunlular. Benim bundan sonraki, umarım olmaz da, olabilecek zamanlarda, bundan bir otuz sene sonra, benden otuz sene geriden gelen arkadaşlarıma yapmak zorunda olacağım gibi. Bu yüzden çok ihtiyacımız var. Bu bir çağrıysa, umarım ulaşır çağrı, bu çağrıya kulak kesilmek gerekiyor. Bu benim için değil. Bu işte diyorum ya, o zaman bir hiç uğruna mı öldüler? Neden o kadar acı çektiler? Şu anda bizim çektiğimiz acıdan öte bir şey. Bunların veballeri var. Bununla beraber, şu anda bunlar sanki yokmuş gibi davranıp “su yolunu bulur” düşüncesiyle varlığını devam ettiren bence aydın olamamış ama kendini aydın zanneden sanatçılar ya da birçok kişinin de ipi kesilmiş olur. Höst denir. Yani gereken edep yahu! der, gereken höst! der.

Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın yakın zamanda yaptığı “özelleştirme değil özerkleştirme” açıklamasına ne diyorsunuz?

Aslı Öngören: Özelleştiremeyeceklerini anladılar. Özelleştirilemez çünkü. Bu ticari, kâr eden bir kurum değil. Kâr etmesi mümkün olan kurumlar değil bunlar. Amacı da kâr etmek olan kurumlar değil. Dilimizde tüy bitti bunu anlatmaktan. Nasıl ulaşacağız, sokaktaki insana nasıl anlatacağız? “Bu senin için. Bunun daha iyi olması senin olduğu kadar bizim de derdimiz. Bunun daha kaliteli hale gelmesi, daha sağlıklı hale gelmesi.” Ama büyük bir çarpıtma var. Gerçekten bir tüccar mantığının sakıncalarını yaşıyoruz burada. Çünkü bazı kazanımlar para sesiyle ölçülmez. İstanbul’u bir dünya başkenti olarak lanse edeceksiniz. 80 yıllık, cumhuriyetten eski bir sanat kurumunu, bir geleneği olan, kendi içinde jenerasyonlar yetiştirmiş, jenearasyonlar boyu seyircisini yetiştirmiş, çocuk tiyatrosu, gençlik tiyatrosu anlamında okul olmuş bir kurumu göstermelik, içi boş ve kâr amaçlı bir şey haline getirerek çölleştireceksiniz. Ülkeyi çölleştireceksiniz. O zaman neyiniz ile övüneceksiniz? Kimi yetişmiş “sanatçımız” diye göstereceksiniz yurtdışından buraya çağıracağınız o büyük kongrelerde? Çünkü dünyanın önemli başkentleri, kültür sanat kurumlarıyla, kişileriyle övünürler. Bunlar çok uzun vadeli yatırımlardır. Eğer bunlara sahip değilseniz, bunları yok ediyorsanız, hangi büyük gelişmiş ülkeyle baş edebilirsiniz? Yani bu bindiğin dalı kesmektir. Yetişmiş sanatçısını karşısına almak, yetişmiş doktorunu, yetişmiş kalifiye işçisini karşısına almak kime kâr getirebilir? Bütün bunlar bu ülkenin ortak değerleridir ve her hükümet bu ortak değerlerin hakkını vermek zorundadır. Bunun hakkını vermek üzere oraya gelmiştir zaten. Göreve çağırmak lazım herhalde. Yani asıl göreve!

Şöyle bir absürdlük var aslında: “devlet tiyatroları özelleştiriliyor ama görece özerk bir yapı olan şehir tiyatroları devletçi bir mantıkla bürokrasiye bağlanıyor. “

Tolga Yeter: DT’ye yapılanla Şehir Tiyatrolarına yapılan şey çok farklı değil.

Aslı Öngören: Yine de Devlet Tiyatroları’na somut bir şey yapılmadı. Parmak sallanıyor aslında. “Bakın çok kötü şeyler olabilir ha!” deniliyor. “Ömrü bitmiştir deniliyor şu an AKP’nin resmi sitesinde. Ayıp şeyler var burada. Randıman, sanatsal yeterlilik falan tartışılıyor iktidar partisinin sitesinde. Yargılara varılıyor. Kimlerle, nasıl, hangi süzgeçlerden geçilerek bu yargılara varılıyor?

Tolga Yeter: e-muhtıra veriliyor…

Aslı Öngören: Devlet Tiyatroları’nda gerçekten bir bilgi kirliliği var. Nereden, ne yöne doğru bir bilgi kirliliği olduğunu anlamakta da güçlük çekiyoruz. Devlet Tiyatroları’nı da bir tür bölgesel, vilayetlere bağlı hale dönüştürme planlarından bahsediliyor. Bunların hepsi varsayım şu anda. Uzun vadeye yayılacağını, çok hızlı da bir sonuç çıkmayacağını seziyorum ben kişisel olarak. Bir plan var belli ki ama o ne bilmiyoruz. Fal bakmak gibi şu anda. Ama Şehir Tiyatroları somut bir yönetmelik dayatmasıyla karşı karşıya. Bu yönetmeliği çok keskin uygulamayacaklar ki bu da sürece yayılsın diye. Tabi bu da Şehir Tiyatroları’nı çok güç bir duruma sokuyor. Demin dediğim gibi üretime devam etmek gerekiyor. Bizim ilk bildirimizde de dediğimiz gibi sanatın içinden sanatçı kovulmak isteniyor. Bu yönetmelik başka türlü okunamaz. Sanatçıyı kovup sanatmış gibi bir şeyler yapılmasına imkân vermemek değil mi birinci sorumluluk? O zaman demek ki bu kurumda mücadele etmek lazım diye bir sonuca varıyor birçoğumuz. Yönetmelikte bize henüz “şunu oyna, bunu oynama”yı henüz çok net dayatmıyor. Bu dayatma olursa işte biz bunu uyarmıştık deriz. Ama şimdiden bizim geçen yıldan süren oyunlarımız var mesela. Onlar oynanmaya devam edecek.

Bu saldırı aynı zamanda seyirciye de!

Aslı Öngören: Bir de şunu belirtmek lazım; bu saldırı yalnızca sanatçılara yapılmıyor. O sanatçıları baş tacı eden, alkışlayan, her gün var eden ciddi sayıda bir seyirci kitlesine de yapılıyor bu saldırılar, bu karalama. Bu homojen bir kitledir. Her türlü görüşten, sosyal, ekonomik düzeyden insan, salonlarımıza doluşuyor bizim. “Siz doğru göremiyorsunuz” deniliyor onlara. Böyle bir kitle yok sayılıyor. Bu kurumlar yüzde doksanın üzerinde dolulukla oynamıyorlar mı? Bu realite ne olacak? O seyirci kim? O yüzden o seyirci de biz de ciddi bir travma yaşıyoruz şu anda. Vergi alırken ayrım yapmıyorsunuz, hizmet götürürken de yapamazsınız. Sanatı ve tüm temel ihtiyaçları sağlarken, kendi yandaşlarına ve onların ihtiyaçlarına öncelik veren zihniyetlerin yaşayamadığı gerçek demokrasinin takipçisi olmalıyız hep birlikte.    Yeni yönetmelikte bizim asıl tedirgin olduğumuz  tehlike, dışarıdan ihaleyle prodüksiyon satın alınması yolunun açılması resmi olarak. Bu da işte yine bir tüccar mantalitenin buraya el atmak istediğini gösteriyor. Oysa ödenekli sanat kurumları, ticari ya da ideolojik önceliklere teslim edilemez..

Tolga Yeter: Ki bunun örneğini yaşadık. Son oyunlarda Kültür İşleri Daire Başkanı’yla beraber teklif edilen üç oyun için ihale açıldı. Bunlar resmi rakamlar olduğu için açıklamakta sakınca yok, hatta bilgilendirmek gerekiyor. Şehir Tiyatroları’nın neredeyse yıllık bütçesinin onda biri rakamlarında üç prodüksiyona ihale açılıyor. Bu ne demektir? Burada çok ciddi bir dış prodüksiyon alınıp, bununla birilerinin kâr etmesi isteniyor. Sonuçta satın alınmadı. Ama yönetmeliğe böyle bir madde koyarsanız, almamanız için de bir engel yoktur.

Aslı Öngören: Şimdi söz gelimi, Şehir Tiyatroları’nda hangi oyunların yapılacağı konusunda hiç olmadığı kadar bir duyarlılık gösterildi. “Tamam. Siz oynamayın. Buyurun maaşınızı alın. Ben dışarıdan oyun alıyorum” deme imkânı cepte tutuluyor şu anda bu yönetmelikle.   Dolayısıyla mücadele biçimi olarak ağır seçimler bekliyor bizi. İşlerimizi yapmaya devam etmek ya da buradan gitmek. Bu tercihler birilerine göre doğru birilerine göre yanlış olacak. Beni ilgilendiren burada kalmanın da yahut buradan gitmenin de nasılını, doğrusunu bulmak. Ne için bunun yapıldığının deklare edilmesi gereken bir süreçte olduğumuzu düşünüyorum. “Buradayım ve bunun için.” “Buradan gidiyorum ve bunun için gidiyorum, şunu yapmak için…” denerek tavırların netleştirilmesi gerekiyor. Şu anki belediye, bu kurumun sahibi olmaktan ötürü tasarrufta bulunabilme hakkı buluyor kendinde. Oysa burada büyük bir yanılsama var. Bu kurumun sahibi bu ülkenin bütün vatandaşları! Bu tasarrufta bulunma aceleciliği, biçimi ve dozu tehlikeli bu nedenle. Biz dikkat kesildik bunun sonuçlarına ve herkesin dikkatini çekmeye çalışıyoruz. Bu kurumların dönüşmesi gerekebilir. Gerçekten, derdin nitelik olduğunu biraz hissetsek zaten şimdiye kadar çoktan masa başındaydık beraber “öyle değil böyle yapalım” diye. Bu kadar yolculuktan sonra derdin bu olmadığı galiba netleşiyor zaten. Karşıdan gelen eğilimin, hani bize demokratikleşme getiriyorlar ya! Yani “ben beyin cerrahımı çekiyorum ve sekiz tane hademeye devrediyorum operasyonu. Çok daha demokratik oldu.” demekten bir farkı yok şu an Şehir Tiyatroları’nda yaşanan şeyin. Genel sanat yönetmeninin yetkilerini aldılar genel sekreter yardımcısına verdiler. Bütün o yetkiye haiz şu an.

Tolga Yeter: Tabi bunu kabul eden, bu yönetmeliği kabul eden bir genel sanat yönetmenimiz de var. Bu da bir gerçek.

Aslı Öngören: Birileri olacaktı. Yani cehenneme giden yolun taşları iyi niyetle döşenirmiş. Belki iyi niyetli olunmuş olabilir. Biz bunu hiç tartışmadık. O çok uzun yıllardır tanıdığımız bir arkadaşımız. Ben iyi niyetli olduğuna inanıyorum o pozisyonu kabul edişinde. Ama “bizden hiç kimse bu pozisyonu kabul etmeseydi ne olurdu”yu da merak etmeden de duramıyorum. Yani “bu da bir alternatifti” diyorum içimden.

Tolga Yeter: Çünkü bu noktada iyi tahlil edilmesi gereken şey şu: biz bir yönetmeliğin karşısındayız. Bunun sebebi bugün çok açık ve net. Yönelimleri, düşünceleri falan bir kenara koyup söylüyorum. Devlet Tiyatrosu’na henüz bir şey olmadı. Ama bizim yönetmeliğimiz değişti. Yönetmelikte karşı durduğumuz birçok madde olmakla beraber temelde ilk başta hayır dediğimiz üç dört madde sayabilirim. Bunlardan birini iyi niyetle kabul etmek, bu yönetmeliğin yürümesini sağlamak, bir yandan bu yönetmeliğin yürümeyeceğini tecrübeyle, akılla, geleneklerle test etmiş olan bir düşünceyi yok saymaktır bence. Evet orada ben diyorum ki, belediye genel sekreter yardımcımız yeni yönetim kurulu başkanıysa, belediye genel sekreter yardımcısının yardımcısı da genel sanat yönetmeni olsaydı bu yönetmeliğin nasıl yürütülemeyeceğini görseydik, daha net görürdük. Çabuk görürdük. Hemen müdahale ederdik. Önümüze böyle kocaman bir taş çıkmazdı. Biz küçük bir şey varmış gibi yaparken kocaman bir taş çıktı; biz o taşı dönmekle uğraşıyoruz. Bu bize çok ciddi zaman, çok ciddi üretim kaybı yaşatıyor. Evet üretim kaybı da yaşatıyor.

Aslı Öngören: Yönetmelik bir kâğıdın üzerinde yazılı maddelerdir. Bizim eski yönetmeliğimizde de art niyetli yaklaşımlara imkân veren birçok delik vardı. Burada çok daha radikal bir değişiklik var ve biz belediye başkanına mektup yazdığımızda, kültür işleri daire başkanına randevu alıp konuştuğumuzda “hiç korkmayın hiç bir şey değişmeyecek” cümlelerini duyduğumuzda ben direk şunu sordum: “o zaman niye değişti; niye böyle bir ihtiyaç duyuldu?” (gülüşmeler) Bizim kaygı duymamamıza neden olacak bir teselli değil ki beklediğimiz. Var olanda bir değişikliğe neden ihtiyaç duyulduysa ve bunun yönü genel sanat yönetmeninin yetkilerini almak olarak ortaya çıkıyorsa tehlikeli bir şey var demektir. Bu resmen bir müdahaledir. Bu böyle değilmiş, “-miş -miş efendim” gibi bir süre gidebilir. Bu gittiği sürece, şimdi mesele burada, burası zurnanın zırt dediği yer, böyle gittiği sürece biz seyircimize sözümüzü sorumluluğumuzu dosdoğru söylemek yolunda mı yürümeliyiz yoksa gerçekten bireysel özverilerle, vedalarla, kırgınlıklarla, mücadelelerle veya bedellerle, “hemen bu yönetmelik geri alınmalı!” diyerek mi yürümeliyiz? Büyük bir ikilem şu anda Şehir Tiyatroları’nın içinde bulunduğu durum. Bu ikilem heyecanla yahut inançla falan aşılabilecek bir ikilem değil. Bu ikilem gerçekten akılla aşılmalı. Bugün burada siyasi erk ile organik bir bağ içindedir bu kurum. Dün de böyleydi. Bugün de böyle. Bu kurum bunun bilincinde de davranmak zorundadır. Dolayısıyla bugün genel sanat yönetmeni kendi görevini bu içi boşalmış haliyle kabul eder… Bu arkadaşımız ya da kabul edebilecek olan bir başka kişi  kurumun onurlu temsilcisi olarak durup duramayacaklarıyla test edilecekler. “Bu olur, bu olmaz” diyebilip diyememekle bu sınavı verecekler. Bu süreci nasıl değerlendirdikleri için aklanacaklar ya da karalanacaklar. Çok ağır zor bir sorumluluk bu süreçte.

Aysel Yıldırım, İlker Yasin Keskin / MİMESİS

Paylaş.

1 Yorum

  1. Ragıp Yavuz Tarih:

    Yukardaki söyelişinin fazlasıyla “NAİF” ve “ZARİF” olduğunu düşünüyorum… Oysa sosyal ve siyal direnç startejileri böylesi naiflik ve zarafeti reddetmek zorundadır gereğinde… Saanakt Maratonu büyük bir enerji koymuştur ortaya ama “HEDEF” koyamamıştır ne yazık ki!.. VE bir “YAPTIRIM” gücü de oluşturamamıştır… Bunu bile bile, olası öngerilerimi paylaşa paylaşa ve bütün sorularımı sora sora, bütün enerjimle içinde oldum elbette… Bizim geleneğimizde aslolan budur çünkü… Lakin siyasal ve sosyal alüstlük süreçlerini belirlemek, giderek yönetmek bir birikim ve deneyim işidir… Ne yazık biraz “BEN YAPTIM, OLDU!” şeklinde yaşadık bu süreci… Yazık…

Yanıtla