Bir Küçük Tanrı: Faustus

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Özer Önder

Batı düşüncesi Rönesans aşamasına ulaştığında evreni anlama, tanımlama konusunda büyük atılımlara sahne olmuştu. Öncesinde gelişen ve kıta Avrupa’sı ile İngiltere’yi kasıp kavuran Ortaçağ baskısı, yerini bireyin özgürleşme çabasına ve evrensel kural ve kanunları anlama gayretlerine bırakmıştı. Sonradan aydınlanma düşüncesinin temellerine evrilecek olan düşünceler, böylesi bir özgürlük ortamında kendini gerçekleştirme fırsatı bulabilmişti. Bireysel maceracı ruh, kıtaların keşfinde, evrenin ve mikrosistemlerin algılanmasında etkin rol oynamaktaydı.

Bizim küçük tanrımız Faustus ise, Christopher Marlowe’un metninde işte bu Rönesans ruhunun küçük bir özeti gibidir adeta. Her şeyi bilmek ister; gökteki yıldızları, yerdeki insanlığı, kahramanları, öte dünyayı… Dünya hakkındaki sınırlı bilgisini sürekli arttırmaya çalışır; bilimle, büyüyle, tanrıbilimle uğraşır. Tanrı’yı sorgularken, kendisini tanrının yerine koyar.

Bildikçe böbürlenir, böbürlendikçe de daha fazla bilmek ister Faustus. Tıpkı modern olarak nitelediğimiz insanlık gibi; Faustus da üzerinde hakimiyet kurmaya çalıştığı doğayı tahrip eder, onun biricik efendisi olmak ister. Bilgiyi edinmek için de ruhunu şeytana satar. Kimsenin bilmediğini bilmek, kimsenin görmediğini görmek ister.

Dokuz Eylül Üniversitesi Sahne Sanatları Deneme Topluluğu, Dr. Faustus metnine farklı bir açıdan bakıyor. “Faust Öldü” adı verilen oyun, Marlowe’un metni baz alınarak, dramaturgi ekibi tarafından yeniden yorumlanmış. Uyarlamada Faust, “baskıcı iktidar tarafında yer alan bir entelektüel” olarak tanımlanıyor. Faust, iktidarın baskıcı gücüne boyun eğmiş ve elindeki bilgiyi güç ve statü elde etme uğruna kullandığı için akıl sağlığını kaybetmiş bir entelektüel olarak resmedilmekte.

Oyunun iki düzlemi var. Birinci düzlemde, baskıcı iktidarın suyundan giden ve sonrasında gelişen süreçte bu durumu kendisine yediremeyip akıl sağlığını yitiren bir entelektüel yer almakta. İkinci düzlemde ise, akıl sağlığını yitiren entelektüelin, takıntılı bir biçimde Marlowe’un klasikleşen metnini okudukça gerçeklik kazanan ve Elizabeth dönemi oyunculuk biçimi ile şekillendirilen orjinal Faustus yer almakta. Bu ikililik, iki farklı yapıyı tek bir sahne içinde eritiyor. İki Faust’a karşılık iki Mephistofeles ve genel bağlamda iki düzlem, geçmiş ile günümüz arasında bir dualite kurmayı hedefliyor.

Bilme Arzusu

Faustus karakteri, insanın doğa üzerinde kurmaya çalıştığı hakimiyetin bir simgesidir adeta. Kültür olarak kavramlaştırdığımız bu doğaya hükmetme arzusu, Faustus karakterini, trajediye iten en önemli unsurdur. Faustus bilmek isterken, aslında Tanrı’nın yerine geçmek ister. Doğa üzerinde mutlak bir hegemoni kurmayı amaçlar ve bu iktidarı elde etmek için Şeytan ile, yani insanı hırslarla birlikte olma yoluna gider.

Günümüzde bilimsel bilginin zaferi, doğa karşısında üstünlük elde etmemizi sağlamıştır. Ancak, bilgi edinme yolunda gösterdiğimiz çabaların bu zafer üzerinde olumsuz yönleri de vardır. Küresel ısınmanın, kanserin, nükleer savaş riskinin ve tarihte eşi benzeri görülmemiş saldırgan davranışların sorumlusunun, bilim alanında gerçekleşen atılımlar ve şehirleşme – sanayileşme – sonucu gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Faustus, bilmek isteyen, ama öte yandan da doğaya zarar veren insanın bir prototipidir aslında.

Bu bilgiden yola çıkarak sahneye baktığımızda orjinal metinde yer alan göndermelerin, uyarlama metinde oldukça farklı bir boyutta ele alındığını ve oyunun odak noktasının yer değiştirmiş olduğunu görüyoruz. Uyarlama Faustus, “baskıcı iktidarı destekleyen eserler” kaleme aldığı için pişmanlık yaşar ve bu pişmanlığı, onu şizoid bir kişiliğe hapseder. Bilim adamı, kendisini sürekli olarak Faustus karakteri ile takıntılı bir biçimde özdeşleştirir.

Uyarlama metin, orijinal metne kıyasla bir “ussallaştırma” yoluna gitmiş. Faustus’un gördüğü sanrıları, oyun metnine takıntılı bağlılığını genel anlamda dramatik aksiyonu bu hastalık bağlamında ele alıyor uyarlama metin. Öyle ya, günümüzde melek ve şeytanla konuşan birini deli olarak niteleriz. Ancak oyunun oturduğu düzlemi günümüze getirmek için kullanılan bu yöntem, oyunun odağını farklı yerlere çekiyor.

Oyunun başında doktor, akli dengesini yitiren uyarlama Faustus’un yaşadığı psikolojik buhranları aktarıyor seyirciye. Aktarılana göre deli Faustus, baskıcı iktidarın yanında olduğu için pişmanlık duygusu yaşamakta ve bu pişmanlık duygusu da onu kişilik bozukluğuna varacak bir noktaya getirmiş. Şizotipal kişilik bozukluğuna yakalanan deli Faustus, kendisini Marlowe’un Faustus’u gibi görmeye başlamıştır.

Bu noktada aklıma gelen ilk soru, “baskıcı iktidarın” suyundan giden deli Faustus’un, neden ülkeyi terketme yolunu seçmediği ve delirmekte karar kıldığı oldu. Öyle ya, yarı entelektüellerin tipik bir hastalığıdır nabza göre şerbet vermek. İktidarın suyundan gidip istediğini aldıktan sonra, daha fazlasını alamayacağını farkedince yön değiştirir yarı entellektüel. Delirme yolunu pek kullanmaz. Diyelim ki entelektüelimiz ülkeden kaçmak yerine kalmayı tercih etti. Peki neden yeni iktidara boyun eğmedi? Bir önceki iktidar baskıcı olduğu için mi ona boyun eğmişti? Ve daha genel bir soru, hangi iktidar baskıcı değil?

Baskıcı iktidar göndermesi oyun boyunca bir daha karşımıza çıkmıyor. Onun yerine, deli Faustus’umuzun Süperego’su ile İd’i arasında amansız bir çatışmaya tanık oluyoruz. İd sürekli olarak kadın, güç, para, şöhret isterken, süperego ise pişmanlık içinde tanrıya yakarmaya çalışıyor. Melek, deli Faustus’un Süperego’su haline gelirken, Şeytan, İd kılığına bürünüyor. Kısacası oyunun sözü ideolojik bir çıkarımdan ziyade, psikolojik bir noktaya geliyor. İdeolojik çatışma üzerine başlayan oyun, bir anda form değiştiriyor ve bir daha eski formunu yakalayamıyor. Orjinal Faustus’un uşağı ve onun uşağı arasında geçen sahne, iktidar-aydın arasındaki ilişkiyi efendi-köle bağlamında değerlendirebilmemizi ve oyunun bağlamını kafamızda net bir şekilde oturtmamızı sağlayamıyor bir türlü.

Oyunun aktarmak istediği ana düşüncenin değiştirilmesi yani merkezin kayması, oyun üzerine yepyeni bir dramaturjik çalışma yapılmasını ve tüm oyun gerçekliğinin, aktarılmak istenen yeni malzeme üzerine yeniden kurulmasını gerektirirdi. Oyun bu şekliyle, baskıcı iktidarın altında kalan entellektüelin yaşadığı buhranları bizlere göstermekten ziyade, Faustus’un ruhunu Şeytana satıp satmama ikileminden, hezeyanlarından ve sanrılarından ibaret kalıyor. Öyle ki, oyun çıkışında konuştuğum seyircilerin bir kısmı oyundan, “Tanrı’ya inanmanın iyi bir şey olduğu” sonucunu çıkarmış. Elbette oyun böyle bir sonuca varmıyor. Ne var ki oyunun ele aldığı felsefi tartışma, bir türlü seyircinin zihnine giremiyor. Seyirci, yüksek temponun ve gösterişli dekorun altında kalıyor.

Tüm bunların yanı sıra, oluşturulan yeni Faustus’un karakterinin yeterince ince işlenmemesi de bu kafa karşıklığına zemin oluşturuyor olabilir. Uyarlama metin, Faustus’un kişiliğine psikolojik anlamda bir göndermede bulunuyor, ancak bu sadece çıkış noktasında işimize yarayan bir bilgi olmaktan öteye gidemiyor. Deli Faustus’umuza bir türlü tanıyamıyoruz ki, yaşadıklarına inanalım! Belki bir terapi sahnesi, yeni Faustus’umuzun karakterini algılayabilmek açısından işimize yarayabilirdi diye düşünmekteyim.

Dekor – Kostüm – Tasarım

Oyunun belki de en etkileyici kısmı, dekor ve kostümlerde karşımıza çıkıyor. Mephisto’nun yer aldığı platform, heykeller, melek ve şeytanın kostüm ve makyajları, uyarlama Faustus’un zihin dünyasını algılamak için oldukça büyük bir önem teşkil etmiş ve seyircinin ilgisini çekmeyi başarmış. Bunun yanı sıra büyü sahnesinde yaratılan atmosfer de oldukça etkileyiciydi. Ancak gösteriş ve ilgi çekme bağlamında oldukça başarılı olan dekor, yer yer işlevsellikten uzak kalıyor. Özellikle sahnenin sol üst tarafında kalan hastane odası, oyunun büyük bir kısmında kullanılmıyor. Karanlıkta kalan bu bölüm, oyun boyunca yaratılmak istenen dualite açısından büyük bir handikap yaratıyor. Belki bu alan, “baskıcı iktidara boyun eğmek” dışında hiçbir psikolojik verisi olmayan ideolojik Faustus’umuz için bir bilinçaltı işlevi görebilirdi. Hem böylece uyarlama Faustus’un, değişen ideolojik ortam içinde neden ülkeyi terketmeyip delirmiş olduğunu daha net algılama fırsatı bulmuş olurduk.

Dramaturjik yaklaşım

Oyunda yer yer oyunun oynandığı coğrafyaya ve zamana ait olmayan kelimeler ve cümle kalıpları yer alıyor. Zaman zaman “lanet olsun” gibi çeviri türkçeleri karşımıza çıkıyor. Ama bundan daha önemli bir sorun, uyarlama metinde yer alan deli Faustus’umuzun pek de deli olmamasıydı. Kalıplaşmış deli estetiği, yeni Faustus’un deliliğinde inandırıcılık problemleri yarattı. Belki de diyalog ya da tavır aracılığıyla bu inandırıcılık daha iyi sağlanabilirdi. Belki de bir bakış bile yeterdi onun deli olduğuna inanmamız için…

Diğer taraftan oyunun geçtiği zaman hakkında pek bir bilgi edinemiyoruz. Faustus’un deli gömleği giymemesinden anladığımız kadarıyla oyun yakın bir zamanda geçmiyor. Şizotipal kişilik bozukluğunun 1970’lerin sonlarında şizofreniden ayrı olarak tanımlanmaya başlandığı bilgisi de, oyunun geçtiği dönem hakkında bilgi edinmemizi zorlaştıran etmenlerden.

Oyuna bir anlatıcı eklenmiş. Belki de uyarlama metnin ve sahnelemenin en olumlu tarafı, anlatıcının eklemlenmesiydi. Sahne geçişlerini akışkan ve doğal kılarken, sürekli olarak yüksek tempoda ilerleyen oyunda bir nebze olsa soluk alabilmemizi sağladı.  Ancak, anlatıcı figürünün oyuna daha fazla dahil olması, uyarlamanın daha sağlam bir temele oturmasını sağlayabilirdi. Belki de onun üzerinden dramatik aksiyon gelişebilirdi. Böylece dramatik aksiyonun ilerlemesinin ardındaki sıkıntılar giderilebilirdi. Anlatıcı rolündeki Name Önal’ın başarısı göz doldurucu. Açıkcası, oyunun Ergün Metin ile birlikte en iyi isimlerindendi Name. Ergün zaman zaman oyunun yükünü tek başına üstlendiği için sıkıntı çekmiş olsa da, başarılı bir iş çıkardı. Son olarak Mephisto rolündeki Murat Sönmez de oldukça başarılı bir oyunculuk sergiliyor.

Orjinal metinden parçaların yer aldığı sahnelerde oyunculuk biçimi olarak Elizabeth dönemi oyunculuk biçiminin sergilendiği belirtilmiş. Ancak bu oyunculuk biçiminin reji anlayışına, aktarılmak istenen düşünceye ve genel olarak sahne estetiğine ne açıdan katkı yapmış olduğu pek açık değil. Öte yandan, sahnede izlediğimiz oyunculuk biçimi, gerçekten de Elizabeth dönemini mi yansıtıyordu, yoksa Elizabeth dönemine günümüzden bakan, karikatürize edilmiş bir anlayışı mı? Bu zor uygulama biçimini bir okul projesinde denemek oldukça güç, ancak bu biçimin yer aldığı sahneler, zaman zaman metinde yer alan komedi sahnelerinden bile daha fazla gülümsetti yüzleri.

Cinsiyet belası

Şeytanın avukatlığını yapmak gerek: deli Faustus’u sürekli ikna etmeye çalışan melek ve şeytan neden kadın? Neden yukarıdan gelen Mephisto erkek ve neden yeraltından gelen Mephisto kadın?

Zorlama gibi gelsede bu soruların önemli olduğunu düşünüyorum. Oyun, efendi – köle ilişkisi bağlamında sıklıkla bu cinsiyetçi yaklaşımı sergiliyor. Dramatik aksiyon bir erkek üzerinden ilerlerken, onu vazgeçirme ya da ikna etme görevi kadınlara düşüyor. Aynı bağlamda, Faustus’un uşağının uşağı da bir kadın. Genel olarak eyleme giren erkeklerle, edilgen kadınlar var karşımızda. Bunun bilinçli olarak yapıldığını düşünmüyorum. Ama bu algının bilinçli olarak değiştirilmesi gerektiğini düşünüyorum.

En tepedekinin kadın olması ihtimalini bile düşünmek istemiyoruz. Ya da düşünemiyoruz bile. Erkek, öylesine iktidar yapısı ile bütünleşmiş ki, en tepeye sürekli olarak onu yerleştiriyoruz. Bilinçaltındaki cinsiyetçi tepkilerimiz, sürekli olarak bizi aynı yöne itiyor. Cinsiyetçi düşünüşümüzü sürekli olarak yeniden üretiyoruz.

Kişisel olarak, tiyatro sahnesinde sürekli adam görmekten bıktım. Bir takım adamlar, kişisel hırsları, öfkeleri, pişmanlıkları v.s. içsel duygulanımları ile sahnede bulunurken, neden kadınlar, Faust Öldü oyununda da gördüğümüz gibi, sadece ve sadece melek ya da şeytan olarak karşımıza çıkıyor. Bir kadın neden sadece anne veya yosma olmak zorunda?

Düşünce sistemimizin darlığı, oyunda yer alan kadın erkek karşıtlığında da kendisini gösteriyor. Kavramları değerlendirirken ak-kara karşıtlığından bir türlü kurtulamıyoruz. Pembeler, maviler, sarılar, eflatunlar bir türlü aklımızın ucundan dahi geçemiyor. Cinsiyetin kadın ya da erkek olmadığını, kadının  sadece iyi ya da kötü olmadığını evrimsel süreç umarım en yakın zamanda bizlere ispatlar. Allahtan LGBT örgütleri var da, gökkuşağını bir nebze olsun görebiliyoruz.

Sonuç olarak, Faust Öldü, günahıyla, sevabıyla Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Özdemir Nutku Sahnesi’nde ücretsiz olarak sahnelenmekte. İzmir’de olup oyuna gitmeyen, ruhunu şeytana satmış demektir. Ben olsam giderdim. Üç kere gittim yine giderim…

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Özer Önder

1 Yorum

Yanıtla