Ulusal Kimliği Tiyatro ile Kurmak

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Tülay Yıldız AKGÜL

Elif Çongur bir spor tutkunu, aslında futbol tutkunu diyelim. Ancak kendi spor geçmişinde (hem de buz pateni gibi ülkemizde yeni gelişen bir spor dalında) şampiyonluk madalyaları olan iyi bir sporcu. Antrenörlükten koreograflığa, hürriyet.com.tr de spor yazıları yazmasına ve “Senin Adamın Gol Diyo” adında bir futbol kitabı yazmışlığına kadar genç yaşta çok güzel işler yapmış yapmaya da devam etmektedir. Kanımca sporculuğunun kişiliğine kattığı olgunluk ve centilmenlik onu kısa süre içinde hocalıkta çok güzel yerlere taşıdı çünkü Dil Tarih- Tiyatronun vazgeçilmez hocalarından oldu. Elif, konularına ciddiyet ve içtenlikle çalışan bu çalışmayı sadelik ve basitlikle anlatabilen bir üsluba sahiptir. Bu hocalıkta “erken dönem” de kazanılması zor bir biçemdir. Elif’i, bizim gibi, bizden sonraki dönemin öğrencilerinin de çok sevdiğini biliyorum ve sırının burada yattığını düşünüyorum.

18190799_10154899438994902_146108607_n

Elif Çongur, ben Dil Tarih Tiyatronun son sınıflarındayken bölümümüze asistan olmuştu. Kendisinden okuldayken hoca olarak çok yararlanamadım.  Ancak daha sonra ben okuldan çıkıp yerime kardeşim (Bülent Yıldız) aynı bölümün öğrencisi olunca hakkında öyle güzel şeyler duydum ki bu yüzden kendimi hep yakın hissettim.

Elif, sağlam durmanın, bilinç üretmenin yüksek ses çıkarmaktan önemli olduğunu bilenlerdendir. Bu yüzden de hiçbir kurum ve düşüncenin militanı olmadan bir aydın olarak düşünce üretme becerisini göstermiş ve bu düşünceleri dile getirmekten çekinmemiştir. Fakat ve ne yazık Kanun Hükmünde Kararname ile Üniversiteden ilişiği kesilmiştir. Elif’le birlikte Dil-Tarih hocalarımın çoğunun okuldan ilişikleri kesilse de onlar durumlarını kişiselleştirmeden dervişçe gülümseyebilmişler, kendi kişiselliklerinin ötesinde durabilmişlerdir.

Elif Çongur’un bu ay çıkan yeni kitabı “Ulusal Kimliği Tiyatro ile Kurmak” kitabını okurken öğrenciliğimin bu güzel genç asistanı ile yeniden beraber olmanın mutluluğunu yaşadım.

Elif, tiyatronun “araçsallaştırılması” konusunu bizim Cumhuriyet tarihimiz çerçevesinde tartışmaya açıyor. Tiyatro iki bin beş yüz yıldır zevk almak için, ruhumuzu yüceltmek için, bilgimizi, görgümüzü, anlama becerilerimizi arttırmak için, ‘gönlümüzü hoş etmek’ için, aklımızı durulaştırmak için var olması yanında toplumu dönüştürme gücüyle de var olan bir sanat. Fakat bu yanı, metinselliğinin dışında sahne üzerinde maddi bir güce de ulaşan yapısı, tarihin belli dönemlerinde onun bazen salt bir “araç” olarak algılanılması ve kullanılması eğilimlerini de ortaya çıkarıyor. İşte Elif kitabında tarihimizin kritik bir evresinde tiyatronun bu yönü üzerinde duruyor.

18191201_10154899436739902_1407011831_n

Taşıdığı işlev yükü, kitleleri yönlendirme ve bilinçlendirme adına onu silah olarak ele alanlara bakan çalışması Osmanlıdan Cumhuriyete geçiş döneminde tiyatronun ne biçimde araçsallaştırıldığı üzerinde nitelikli bir tartışma yaratıyor. Niteliği, bütün gerçek bilimsel çalışmalarda olan yanından kaynaklanıyor; bir dönemi anlatırken çıkardığı yasalar ve anlatımındaki çağrışımların “başka dönemleri” de görmemize ve oluşum anında yakalamamıza yol açması…

Kuşkusuz bugünün “Türkiye”sinde bir geçiş dönemi yaşanıyor.

“Araçsallaştırma” geçiş dönemlerinde daha belirgin hale geliyor. “Araçsallaştırma” kavramının bu dönemlere özgü olması, estetiğin, yani duyuları açmanın yerine insanlardaki düşünme uzvunu kurban ederek söyleneni yapar hale getirmeyi daha pratik bulan bir anlayış olmasından kaynaklanıyor.

Aslında “kurban olmak” tiyatronun “kaderinde” var. Çünkü tiyatro kurban sunaklarında doğdu. Doğasında, kurban edilirken yeniden doğmak gibi bir büyüyü taşıyor. Bu yüzden 2 500 senedir insanlığın temel kültürel alanlarından biri olmayı sürdürüyor.

Elif, çalışmasının özellikle ikinci bölümünde çok kimlikli Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan yolda ulusal kimlik ve birey, toplum, millet kavramları üzerinden bunun nasıl inşa edildiği üzerinde duruyor. Kuruluş döneminde yazılmış oyun metinlerinin bu süreçteki yerlerini tek tek saptıyor ve sınıflandırıyor.

Behçet Kemal Çağlar’ın ‘Atilla’ oyununda Osmanlı dönemi boyunca küçümsenmiş “Türk” kavramına, demiri tersine büken bir çabayla nasıl abartılı bir vurgu yapıldığına örnek olarak İsa yerine takvimin başlangıcına Atilla’yı önerilmesini gösteriyor.

Keza Faruk Nafiz Çamlıbel’in Özyurt ve Akın metinlerinin ulusal bir geçmiş icat etme konusunda gerçekten üzerinde konuşulmaya elverişli metinler olarak saptıyor.

Ardından Münir Hayri Egeli’nin müzikal oyunu Bay Önder’de oyun kahramanının Atatürk’le özdeşleştirilmesi anlatılıyor. Kehanete göre oyundaki Bay Önder fırtınalı bir günde ölecektir. Kahin ölmeden göğsünde sakladığı altın tası Bay Önder’e verir. Bu tastan su içen Bay Önder milletine büyük hizmetler yapar. Ölümü yaklaştığında ise büyük bir şölen düzenler, bütün malını mülkünü ululara dağıtır. Altın tası da engine fırlatır. Oyunda yakın geçmişle kopan bağ yerine uzak geçmiş önerilir.

Fevzi Kutlu’nun Timurhan oyununda perde açıldığında Atatürk büstünde yazılması öngörülen “Mete-Cengiz-Atilla-Timur bunlar hepsi bir. Gözümüz kamaşarak baktığımız ‘Gazi’dir…” cümleleri görülür.

Yazar Nabi Nayır’ın Mete oyununda da Hun imparatoruyla Atatürk özdeşleştirilir. Oyunun başında Macbeth’in cadıları gibi büyük bir kurtarıcının geleceğini haber verirler. Oyunda Mete anlatılır ancak son sahnede büyücüler tekrar çıkıp bu kez Mustafa Kemal’i haber verirler ve Türk’ün tarihinin nasıl değişeceğini anlatırlar.

Bütün bu metinlerin Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş döneminde Türkiye modernleşme süreci içinde incelendiğini görüyoruz. Ancak kitap, iç düşman dış düşman oyunları olarak sınıflandırdığı üçüncü bölümünde Osmanlıcılık ve İslamiyet’in Türk kimliğinin “öteki”sini oluşturduğu tezini destekleyecek biçimde var edilmiş oyunları da ele almaktadır. Bu oyunlar da (Müsahipzade’nin Fermanlı Deli Hazretleri, Bir Kavuk Devrildi, Pazartesi Perşembe) Osmanlı eleştirisinin, (R.N.Güntekin’in Hülleci, Ertuğrul Şevket, Hülleci) de ise şeriatçı islâmın iç düşman olarak belirlendiğini saptıyor.

Sonuçta metinlerin tümünde ortak olan tiyatrodan uyandırıcı, hedeflendirici, yürütücü, fedakâr ve kahramanca yapıcı bir araç olma beklentisi açıkça görülüyor.

Elif Çongur, çalışmasının sonunda incelediği metin ve oyun kişilerinin Antik Yunan tiyatrosunun seyircisi ile kurduğu anımsama oyununa benzerliğinden söz ediyor: “Antik Yunan kişilerinin mitolojik hikâyenin kuvvetli askıları olarak yaratılmasına benzer biçimde, kuruluş dönemi oyun kişileri de yerleştirilmek istenen düşüncenin temsili olan alegorik kişiler olarak çizilmişlerdir. Türk tiyatrosunun kuruluş dönemi oyunlarında, oyun kişileri, yegâne görevleri yerleştirilmek istenen ideolojiyi taşıyan askılar olarak var edilmişlerdir. Bir başka ifadeyle dönemin oyun kişileri iletilmek istenen düşüncenin taşıyıcısı olarak araçsallaştırılmışlardır.”

Elif’in güzel ve ufuk açıcı kitabına küçük ve eleştirel bir boyut olarak bir soru ilave etmek istiyorum: Peki halka bunlar telkin edilirken halk ne okuyup ne seyretmekte idi? O dönemi araştırmış kaynaklarda Namaz Hocası, Kerbela, Hayber Kalesi, Battal Gazi, Kerem ile Aslı, Aşık Garip, Leyla ile Mecnun, Eski Mızraklı İlmihal, Hz Ali Mihr-i Süleyman Peşinde gibi kitapların en çok okunanlar olduğunu görüyoruz. Dönemi anlamak için sıtmadan ölümlerin, çocuk doğumundaki ölüm oranının çok yüksek, okuma yazma oranının çok düşük; her türlü beslenme ve yaşam faaliyetinin çağın çok gerisinde olduğunu unutmamak gerekiyor. Dönemin modernleştirmeci jakobenizmini eleştirirken bunlarla birlikte değerlendirme konusunda Elif’le aynı fikirde olacağımızı düşünüyorum.

Bu noktada Kemalizmin modernleşmeci ulusal bir kimlik oluşturma gayreti ile bunu yaparken o ulus insanlarına Türk olmanın en ulu ve kendi yollarının yeryüzü yaşamının tek ve en doğru yolu olarak gösterme arasındaki çelişkinin günümüzü anlama konusunda da son derece önemli olduğu açık. Çünkü ilki emperyalizm çağında devrimcilerin ikincisi ise tutucuların yolu oluyor.

Ancak tekrar tiyatro ve Elif’in kitabına dönerek bir sonuç cümlesi yazmak istersek, bu dönemin tiyatro pratiğinden çıkarılacak en önemli ders “milli” ya da “Türk” dediğimiz yaratıların en insani, modernleştirmeci, uygarlığa tutunmaya çalışanlarının bile ne kadar tekinsiz, temelsiz ve hedeflediği yerin karşısına savrulan bir pratik sergiledikleridir.

Kitabı bitirdikten sonra soğukkanlı bir bilim üretiminin her türlü iktidarı neden iğreti ettiğini bir kez daha anlamış bulunuyorum.“Eline” sağlık Elif Çongur… Düşünce üretmenin zor olduğu bir dönemde ayrıca “beynine” sağlık…

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Tülay Yıldız

Yanıtla