“Artık Zeki Müren Dönemini Kapama Zamanı Gelmedi Mi?”

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Yavuz Pak

 Sevgili Hocam Kürşad Kahramanoğlu anısına…

“Arkadaşlar, bugün dersimiz ibnelik!”  diyerek sınıfa dalmış ve kinayeli bakışlarını yüzümüze çevirerek sınıfın şaşkın bakışları arasında kendini tanıtmıştı: “Ben Kürşad Kahramanoğlu, bu dersi size ben vereceğim. İbne eşcinsellere hakaret olarak kullanılan bir sözcüktür ve onlara dönük toplumsal baskının ve ötekileştirmenin dehşet verici bir yansımasıdır. Dersi bu hakaret sözcüğüyle açtım çünkü eşcinselliğin bugün en önemli sorunu ‘farkındalık’ yaratarak toplumsal cinsiyet kimliklerinin kabulünü sağlamaktır.” Bilgi Üniversitesi İnsan Hakları Hukuku Yüksek Lisans Programı’nda Cins, Irk ve Cinsellik dersinin açılışını böyle yapmıştı sevgili Kürşad Hocam. Geçtiğimiz ay kaybettiğimiz Kürşad Kahramanoğlu, akademisyen, gazeteci-yazar, LGBTİ ve insan hakları aktivistiydi. Türkiye’nin alanındaki en önemli entelektüeli olan Kahramanoğlu, 30 yıl yaşadığı Britanya’da öğrenci dernekleri ile sendikalarda yöneticilik, üniversitelerde felsefe hocalığı yapmış ve dünyanın en büyük eşcinsel örgütü ILGA’nın (Uluslararası Lezbiyen ve Gey Birliği) en uzun süre liderliğini yapan isim olmuştu. Türkiye’ye 2007 yılında döndüğünde LGBTİ mücadelesine omuz vermiş ve işe en baştan, toplumsal cinsiyet kimliklerinin deklarasyonu ve varlıklarının kabul ettirilmesinden başlamıştı: “Esas sorun ailelerde başlıyor. Çocuklarının eşcinsel, biseksüel, travesti ya da transseksüel olduğunu öğrenen ebeveynlerde önce bir şok yaşanıyor. En aydınları bile ‘bu bir sapkınlıktır, bizim ailede olamaz’ diye, düşünüyor. Ve ilk reaksiyonları, ‘biz bunu nasıl hallederiz’ oluyor. Bir hap versek de, çocuk iyileşip heteroseksüel olsa diye, beklentileri var. Ama böyle bir şey yok!… Bireysel olarak bir eşcinselin, kendisine ve eşcinsel harekete yapacağı en büyük katkı “come out” yani, “açılmaktır”. Farkındalık yaratarak kamuoyu oluşumuna ve katkısı olan bu deklarasyonu insanların davranışlarını çok önemsiyorum. Çünkü O insan da bir evlat, bir iş arkadaşı, o insan da toplumda, ailede yeri olan biri. Ve bir sürü insan kazanıyor bu deklarasyonuyla. Oğlunun eşcinsel olduğunu öğrenen bir baba bir süre sonra ‘benim oğlum eşcinselse, bu eşcinsellik kötü bir şey değil’ diyebiliyor. Arkadaşları aynı şekilde düşünebiliyor. O nedenle, kendini deklare etmek, çok önemli politik bir harekettir. Genel anlamda, bireysel politika her şeydir, önce kendisine, sonra çevresine dürüst olabilmektir.” (1)

Mam’art Tiyatro’nun Ekim Ayı’nda prömiyer yapan yeni oyunu “Kızgın Damdaki Kedi”, Kürşad Hocamın ısrarla ve önemle üzerinde durduğu “cinsel kimlik deklarasyonunu” merkezine alırken, kapitalist toplumun değer yargılarını bir bütün olarak tartışmaya açıyor. Tennessee Williams’ın 1955 yılında kaleme aldığı Pulitzer ödüllü oyun, muhafazakâr yapısıyla bilinen Güney A.B.D.’den bir aile özelinde, kapitalist toplumun çıkarcı, bencil, yalancı ve yozlaşmış değer yargılarıyla dolu yapısı üzerinden eşcinselliğe dair ikiyüzlülüğü teşhir eden oyun, daha evvel defalarca tiyatro sahnesine ve beyaz perdeye taşınmış bir klasik. Oyunda, yaşlı bir çiftin iki oğlu ve iki geliniyle birlikte geçirdikleri, hayatının son demlerini yaşayan Koca-Baba’nın doğum gününde patlak veren aile için tartışmalarla birlikte toplumsal/bireysel çelişkiler sergileniyor.

Orijinali dört perdeye kadar uzayan oyun, 80 dakikalık bir sürede, özünü koruyarak başarıyla tek perdeye taşınırken, Serkan Salihoğlu rejisi, dramatik kurgusu ve teknik veçheleriyle Williams’ın bu klasikleşmiş eserinin ruhunu adeta avuçlarına alıyor. Oyunun merkezine aldığı ikiyüzlü toplumsal yapının bastırdığı eşcinselliği, Brick ve eşi Maggie’nin yatak odası üzerine kurduğu minimal bir sahne tasarımı ile yalın ama işlevsel bir tiyatral uzamda işliyor. Feri Baycu Güler, Serkan Salihoğlu ve Tuğrul Tülek’in birlikte çevirdikleri metin, kısaltılmış olmasına rağmen tematik özünü koruyor ve gereksiz kimi karakterlerden arındırılmış bu metne, oyununun ruhuyla bütünleşen sade bir dekor ve karakterlerle oldukça uyumlu kostümler eşlik ediyor. Sahnede rolü olmayan oyuncuların sahne arkasında oturarak zaman zaman sahneye müdahil olmaları dinamizmi arttırırken, evin diğer bölümünde süren doğum günü kutlamalarını da yansıtmış oluyorlar seyirciye.

Tuğrul Tülek, Brick rolünü olağanüstü bir performansla taşıyor sahnede. Karakterinin iç çatışmalarını, çelişkilerini, içinde patlayan volkanlara rağmen önüne geçemediği çekingenliğini jest ve mimikleriyle yansıtırken, bizde genellikle arabeskleştirilen, kadınsılaştırılarak çarpıtılan eşcinsel karakterini kendi doğallığında ve her türden abartıdan uzak bir biçimde yansıtıyor bedeniyle. Maggie rolünde Sezin Akbaşoğulları yeteneği ile göz doldururken rolüyle adeta bütünleşiyor. Maggie’nin dalgalı ruh halini ve uzlaşmaz çelişkilerini, güzel ve seksi bir kadın olduğu kadar kadınlığının bastırılmışlığını, sevecen olduğu kadar engel olamadığı saldırgan çıkışlarını kusursuz bir biçimde yansıtıyor.  Koca-baba rolünde Ünal Silver, daha evvel Zenne filminde canlandırdığı eşcinsel babası rolündeki başarısını sahneye taşırken, usta oyuncu Ayten Uncuoğlu koca-anne rolünde eş olarak yaşadığı acıları, çaresizlikleri ve ailesini bir arada tutmak için çırpınan anneyi etkileyici bir derinlikle ve büyük bir başarıyla canlandırıyor. Gelin rolünde Bennur Duyucu (Mae) ve ağabey rolünde Ömür Kayakırılmaz (Gooper) özellikle oyunun sonlarına doğru daha çok görünür oldukları sahnede, sahici oyunculuklarıyla başarıya ortak oluyorlar.

“Kızgın Damdaki Kedi”, oyun boyunca süren miras kavgaları, imalı sözler, dolaylı/dolaysız çıkar çatışmaları ve yalanlar üzerinden çürümüş bir sistemin kokuşmuş aile yapısını tiyatral eyleyişin tüm gücüyle teşhir ediyor.

“Koca-baba: Hayatta kalabilmek için yalanlarla yaşamayı öğreneceksin”(*)

Sevgisizlik ikliminde yeşeren “ikiyüzlülük”, her ne kadar Tennessee Williams doğrudan vurgulamaktan çekinse de, en çok ailenin küçük oğlu Brick’in eşcinselliği üzerinden dışavuruyor. Oyun boyunca, Brick’in eşine, ailesine ve hatta kendisine bile itiraf edemediği eşcinselliğini açıklamasını ve böylece tüm aileyi ve hatta toplumu saran koca bir “ikiyüzlülük balonunu” patlatmasını bekliyor seyirci heyecanla.

“Sen kendin söyledin Büyük Baba, riya, içinde yaşadığımız sistemin adı”(*)

Kapitalist toplumsal yapının bu ikiyüzlülüğünün tarihsel arka planını en iyi açıklayan Foucault’dur. Foucault, Antik Yunan’da, heteroseksüel ve homoseksüel ilişkiler arasında günümüzdeki gibi bir ayrım olmadığını, eşcinsellik konusunu, bu yönde bir kategorilendirmeden çok, hazların ölçülü ve etik bir biçimde kullanımı etrafında ele aldıklarını belirtmektedir: “Yunanlılar, insanın hemcinsine duyduğu aşkla öbür cinse duyduğu aşkı, birbirini dışlayan iki tercih, birbirinden kökten bir biçimde farklı iki davranış türü olarak karşı karşıya getirmiyorlardı. Böyle bir ayrımcılık yoktu. Eşcinsellik, doğal bir özgürlükle yaşandığı Antik Yunan’ın ardından, günümüze gelene dek, cinselliğin kendisi gibi doğallığını yitirmiş, baskıya maruz kalmış ve gizliliğe itilmiştir… Burjuvazi ‘tutuk, suskun, ikiyüzlü cinselliğimizin’ sorumlusudur. Çünkü kapitalizm her şeyden önce bedeni baskılar ve karı kocadan oluşan aile el koyar cinselliğe. Karı kocadan oluşan çiftin kendini model olarak kabul ettirdiği ve cinselliğin üremeyle düzenlendiği toplumda, bunun dışında kalan tüm cinsel eğilimler ‘anomali’ olarak görülür ve bunun yaptırımlarına katlanmak zorunda kalır. Üremenin düzenlemediği, toplumun kabul ettiği çift modeline uymayan ‘eşcinsellik’ burjuva düzeni tarafından, hem kovulmuş, hem reddedilmiş hem de suskunluğa mahkum edilmiştir… Burjuva toplumu var olanı yok saymak gibi ikiyüzlü bir tavırla baskısını uygulamıştır. Artık eşcinselliğin ne mekânı vardır ne yetkisi ne de söz hakkı. İşte burjuva toplumlarının ikiyüzlülüğü, kendi sakat mantığı içinde, böylece yol alır.” (2)

“Kızgın Damdaki Kedi”, kapitalizmin asırlarca baskıladığı eşcinsel hakları mücadelesinin filizlenmeye başladığı yıllarda kaleme alınır. Ve bu mücadele Gandi’nin yol haritasından esinlenir. “Mahatma Gandi, bütün kurtuluş mücadelelerinin dört evresi olduğunu söyler: Birinci evrede “yok sayılırsınız”, ikinci evrede “küçümsenerek alaya alınırsınız”, üçüncü evrede “en büyük tehlike haline gelmişsinizdir – toplumun bütün sorunlarının ana kaynağı ve düşmanı sizsinizdir”, dördüncü evrede “kabul görürsünüz.” (3)  Bugün, hemen her toplumda, %10-12’lik bir eşcinsel topluluk olduğu bilinen ama dillendirilmeyen bir gerçeklik. Reddedilmek istense de, bu gerçek Hollanda’da, İran’da da, Kanada’da ya da Arabistan’da hükmünü sürüyor. “Belki de insanlığın tarihi boyunca en çok üzerini örttüğü, bastırdığı, sakladığı kavram eşcinsellik. Bu yüzden, Gandi’nin işaret ettiği “birinci evre” yüzlerce yıl sürmüş. Ve bu ilk evrenin aşılması LGBTİ mücadelesi için kilit önemde. Saklamadan, sakınmadan kimliğin ifşa edilmesi yok sayılanın “varlığını kabul ettirmesinin” ilk şartı.“ (4) İşte bu şartın yerine getirilmesi ancak ikiyüzlülük balonun patlatılmasına bağlı ve oyunun kahramanı Brick’ten o hamleyi bekliyoruz oyun boyunca. Salihoğlu’nun rejisi bu bekleyişin yarattığı gerilimi besleyen ve giderek yükselten olay örgüsünü başarıyla kurguluyor. Oyunun sonuna doğru, Brick’in o meşhur repliği ile salondaki gerilim tavan yapıyor:

“Klik… Kafamın içinde duyduğum bu klik sesi bana huzur veriyor. Bunu duyana kadar içmek zorundayım.”(*)

Karakteriyle bütünleşen Tuğrul Tülek, adeta tüm bedenini “klik” sesine ulaşmak için odakladığında, adım adım heyecanı zirveye taşıyor. O “klik” sesinin bir isyanın başlangıcı olacağını hissediyor bütün salon. Ve fakat Williams, şiirlerinin aksine, tiyatro oyunlarında sergilediği o çekingen tavrını yineliyor ve ikiyüzlülük balonunu patlatmaya cesaret edemeyerek Brick’i uysal bir sarhoş gibi çaresizce karısının kollarına gönderiyor. “Klik” sesi ürkekçe sönüyor boşlukta. Aynı tavır, eşcinselliği oyunda açıkça dillendirilen karakter Skipper’ın, ölmüş biri olarak sahne dışında bırakılmasında da rahatça okunabiliyor.

Tennessee Willams’ın bu tavrını Aliye Ummanel şöyle özetliyor: “Eşcinsellerin toplumda gördükleri baskının, toplumun aynası olan tiyatroya yansıdığı, bu baskıyla birlikte eşcinsel tiyatro yazarlarının, kendilerini ifade etmek için farklı yollar keşfetmek durumunda kaldıkları görüşünü paylaşan John M. Clum’ın konuyla ilgili yorumu şu şekildedir: Tennessee Williams eşcinselliği andığı oyunlarında, onu ele alış biçimi, onu belirsizlikle ya da karakterleri rahatsız, ölmüş gibi biçimlerde sunması açısından eleştirilmiştir. John M. Clum, Tennessee Williams’ın eserlerinde eşcinselliğin etkisini yumuşatmak için “belirsizlik ve dolaylı anlatıma başvurmak” ve “homofobik söylem”i kullandığını söyler. Tennessee Williams oyunlarında, gerçekten de eşcinselliğe karşı, yazarın kendi içselleştirilmiş homofobisinden kaynaklanan olumsuz bir tavır hissedilmektedir. Williams gerçek yaşamında eşcinselliğini açığa vurmuş olmasına rağmen, oyunlarındaki olumsuz tavrı, onunla barışık olmadığı izlenimini vermektedir. Kızgın Damdaki Kedi oyununda Brick karakteri, ruhsal açıdan mutsuz, fiziksel açıdan yaralı bir karakter olduğu gibi, aynı zamanda homofobiktir. Ölmüş olan eşcinsel Skipper’la yakın arkadaşlığı eşcinsel imalar barındırsa da, Brick bunu inkar edecek, toplumun eşcinselliğe bakışını anlatırken, kendi olumsuz duygularını dile getirecektir. Brick kendi eşcinselliğinden iğrenen, nefret eden bir karakterdir.” (5)

“İnsanların bu tür şeyler hakkında ne hissettiğini bilmiyor musun? Bu tür şeylerden ne kadar iğrendiklerini?” (*)

Bu noktada, 34 yıl evvel, Türkiye’de eşcinsellik üzerine ilk yüksek lisans tezini kaleme alan Pınar Çekirge’nin sıklıkla kullandığı “latent (gizli) eşcinsellik” terimini anımsamak gerek: “Latent eşcinseller cinsel sevi nesnesi olarak kendi cinsinden bireylere eğilim duydukları halde bunu şiddetle yadsırlar. Homoseksüel ilişki toplumsal olarak korkutucu geldiğinden bu eğilimlerini bastırır ve yok sayarlar. Heteroseksüel ilişkilere yönelip eşcinsel yönelimlerini gizlemeye çalışırlar. Bu yüzden, latent eşcinsellerde homofobi oldukça yaygındır.” (6) Tipik bir latent eşcinsel karakter olarak Brick, Tennessee Williams’ın oyunlarında eşcinsel karakterleri yerine izleyiciyle işbirliği yaparak, toplumun görüşleriyle ters düşmeme çabasının kurbanıdır. “Williams’ın izleyiciyle yaptığı bu işbirliği, kendisinden önce gelen ve eşcinselliği içeren oyunların yazarlarının tavrını tekrarlamaktadır. O’nun tiyatro açısından eşcinselliğe olumlu katkısı, oyunları yazmış olduğu dönemde, böyle bir konuyu sıklıkla sahneye taşıyarak, ondan saha sık bahsedilmesine olanak sağlamak şeklinde sınırlanmıştır. (7)

Öte yandan, Pınar Erol’un Tiyatro…Tiyatro Dergisi için oyun üzerine yaptığı söyleşide belirttiği gibi, Serkan Salihoğlu oyunu yerelleştirmek ya da belli sınırlara mahkûm etmekten çok, evrensel bir dili ve kurguyu inşa ediyor: “Oyunun Güney Amerika’da geçmesi de, ailenin Güney Amerikalı olması da bizi ilgilendirmedi. Oyunu edebiyat olarak okuduğunda çok fazla şeyler çıkıyor ama bunlar bizim temizlediğimiz ve biraz daha globalleştirdiğimiz, yani güncel tarafa çekmeye çalıştığımız şeyler olarak karşımıza çıkıyor bu oyunda. Biz burada bilmem ne eyaletini görmüyoruz da; bir aile görüyoruz. Her yerde olabilecek, her yerde yaşayabilecek bir aile görüyoruz.” (8) Gerçekten de, 1950’lerde başlayan “Küçük Amerika olma” rüyasını (!) 21. asırda nihayet gerçekleştiren Türkiye ile ABD’nin muhafazakar/liberal toplumsal yapılarındaki benzerlik üzerinden bile, Salihoğlu’nun, oyunu globalleşen dünya üzerinden yorumlayarak, evrensel bir bakış açısıyla sahneye taşımasının çok yerinde bir tercih olduğu anlaşılabilir. Nitekim, eşcinsel olmasına rağmen bir kadınla evli olan Brick’in benzerlerinin ülkemizde de olduğunu ısrarla vurgulayan Kürşad Hocam “Türkiye’nin, dünyada eşcinsellerin en çok evlendirildikleri ülkelerden biri” olduğunu vurgulardı sıkça.

Benzer biçimde, oyundaki Amerikalı aile üzerinden anlatılan toplumsal ikiyüzlülüğün bizdeki izdüşümüne dair en çarpıcı ifade sevgili Haluk Bilginer’e aittir: “Türkiye Zeki Müren’dir. Zeki Müren ile Türkiye’yi birbirine benzetiyorum çünkü. Hani bir şeyi biliriz ya da yaşarız da konuşmayız. Bir şekilde geçiştirir, yok sayarız. Bir tür riya diyelim buna. Gerçek olandan, yüzleşmekten kaçış, diyelim. Resmi söylemin dışında gayri resmi bir söylem, anlayacağınız. Dedim gibi, bir şeyi bilir ama konuşmayız, Zeki Müren de yaşadığı sürece cinsel tercihini itiraf etmedi ve kimse de onun cinsel tercihi hakkında bir açıklamada bulunmadı. Onun cinsel tercihi, kimseyi ilgilendirmez. Ama gerçek başka, ifade edilen şey başka ise bu, toplumsal bir riyadır.(9) Kürşad Kahramanoğlu da Zeki Müren üzerinden “Kızgın Damdaki Kedi”nin çizdiği ikiyüzlü toplumsal yapıyı teşhir eder: “Allah rahmet eylesin, döneminin şartları Zeki Müren’e bile kadınlarla ilişkisi olduğu yalanlarını söyletmişti. Birçok bakire ile birlikte olduğu, Ajda Pekkan’la nişanlandığı gibi… Eşcinsel bir yazardan, sanatçıdan, entelektüelden minimum beklentim; sorulduğu zaman, bu konuda konuşmak istemese bile bir ‘Evet, eşcinselim’ cümlesini üretebilmesidir. Bu kadarcık yüreği ve birikimi olmayan insandan yazar, sanatçı olur mu? Zeki Müren öleli yıllar oldu,  aynı eziyetleri ve kişilik ikilemlerini gençlerin çekmesi gerekmiyor. Unutmamak gerekir ki, homofobik dünya ve heteroseksüel ‘iktidar’, eşcinselliği utanılacak, saklanacak bir şey olmaya zorlar, çünkü homofobi iktidar aracı olarak kullanılabilecek bir silahtır.” (10) Nitekim, Kürşad Hocamın şu sorusu hem Tennessee Williams’a hem Brick’e; hem Güney ABD’ye hem Türkiye’ye, yani tümüyle yaşadığımız dünyanın asırlardır süren ikiyüzlülüğüne dair haklı bir isyandır:

“Artık Zeki Müren dönemini kapama zamanı gelmedi mi?”

 

Kaynakça:

  • Yerlikaya, Çağlar. “Kürşad Kahramanoğlu ile Röportaj” http://caglaryerlikaya.blogspot.com.tr/2010/06/kursad-kahramanoglu-ile-roportaj.html :
  • Foucault, Michel. “Cinselliğin Tarihi”, ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2017
  • Kahramanoğlu, Kürşad. “Babalara Hediyeler”, alan Yayıncılık, İstanbul, 2014
  • Kahramanoğlu, Kürşad, a.g.e.
  • Ummanel, Aliye. “Amerikan Tiyatrosu’nda Eşcinsellik ve Bir Örnek Olarak Lanford Wilson’ın Bayan Bright’ın Deliliği Oyununun İncelenmesi, Ankara Üniveristesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, 2003, Ankara
  • Çekirge, Pınar. “Yalnızlık Adasının Erkekleri”, Altın Kitaplar, İstanbul, 1991
  • Ummanel, Aliye. a.g.e.
  • Erol, Pnar. “Mam’art’ta Hayat Var- Söyleşi” http://www.tiyatrodergisi.com.tr/mamartta-hayat-var.html
  • Çekirge, Pınar- Pak, Yavuz. “Dionysos’un Çocukları”, Opus Yayınları, İstanbul, 2016
  • Kahramanoğlu, Kürşad, a.g.e
Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Yavuz Pak

Yanıtla