“Duende”nin Zweig’a Yaratıcı Dokunuşu: “Satranç”

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Yavuz Pak

İspanya İç Savaşı’nın başında, henüz 38 yaşındayken Franco’nun faşist milisleri tarafından kurşuna dizilen sanatçı Federico García Lorca, Buenos Aires’te 1933 yılında ‘Juego y teoria del duende’ (Duende Kuramı) başlıklı bir konferans verir. Lorca bu konferansta, büyük Endülüs halk ozanlarından Manuel Torre’nin, kendisine şarkılarından birini okuyan müzisyene şöyle dediğini nakleder: “Sende ses var; tarzı da yakalamışsın; ancak başarılı olman pek mümkün görünmüyor. Çünkü sende ‘duende’ yok.” Bu alıntı, ‘duende’nin neyi işaret ettiğini göstermesi bakımından önemlidir… Sanat mevzu bahis olduğunda, sanatçının yaratıcı bir sermayeye sahip olması gerekmektedir. Kendine üflenmiş bir şeydir o. Arayıp bulabilmesi; çalışıp edinebilmesi güç. Goethe’nin deyimiyle; herkesin hissettiği; ama hiçbir düşünürün izahını yapamadığı gizli bir güç…” (1) Gerçeküstü bir kavram olan “duende”nin kökenini ise şöyle açıklar Lorca: “Duende aslında karanlık ve sarsıcı bir güçtür. Sokrates’in neşeli mi neşeli şeytanının soyundandır. Baldıran zehrini içtiği gün onu öfkeyle tırmalayan, mermer ve tuzdan şeytandır. Karanlıkta kaos yaratan sesler çıkaran cindir. Bu karanlık sesler, hepimizin bildiği, kimsenin çözemediği ve sanatın özünü barındıran muammadır, köktür.” (2) Kısaca, “duende”, bir yetenek, çalışma ve düşünce meselesi değildir; bir güç, mücadele, gerçek bir yaşama üslûbu, kültür ve aynı zamanda da anında yaratma meselesidir, sanatın ruhudur.

2013 yılında kurulan “Duende Tiyatro”ya adını veren “duende” kavramının kaynağı Lorca’nın bu konferansıdır. Yepyeni, incecik ve özgün bir tiyatro deneyimi yaratmak için kendi “duende”sinin izini süren tiyatronun kurucularından İpek Taşdan, özgün tiyatro anlayışlarını şöyle özetliyor: “Öncelikle üretmek için illa bir tiyatro metnine ihtiyaç duymuyoruz. İlk çalışmamızda bu bir şiirdi, sonra bir tablo, bir roman, belki de bir cümle.  Kısaca üzerine düşünmek, derinleşmek ve göstermek istediğimiz her şey bizim için bir üretimin başlangıç noktası olabilir. Maksat incelelim, kabuklarımızı soyalım, hayallerimiz büyüsün… Alışılmışımızı sarsalım ki, devrim kaçınılmaz olsun.” (3) Gerçekten de, yerleşik kalıpların dışına çıkarak katharsisten arındırılmış, derinlikli ve yaratıcı bir tiyatral eyleyiş anlayışıyla yola çıkan Duende Tiyatro, bu bağlamda değerlendirilebilecek Edip Cansever’in “Çağrılmayan Yakup” şiiri ve Oruç Aruoba’nın felsefi metni “Yürüme”’den sonra yeni sezonda Stefan Zweig’ın son romanı “Satranç”ı sahneye taşıyor.

Oldukça yaratıcı bir kalemi olan Zweig, sadece yaşadığı çağa damga vurmakla kalmayan, bugün de kitapları milyonlarca okurla buluşan güçlü ve etkili bir yazar. Ahmet Arpad, “özgürlüğüne düşkün, savaş karşıtı, insancıl” biri olarak tanımladığı yazarı şöyle özetliyor: “Stefan Zweig yapıtlarında bir şeye hep sadık kalır: Doğruya ve insancıllığa dikkatimizi çeker, karşıtlar arasında aracı rolünü üstlenir. Okuru O’nun inandırıcı gücüne, anlatımı ve diliyle ulaşır. Zweig iyimserdir, bir umut yazarıdır. Özellikle öyküleriyle okuru hep yüreklendirir, ona yaşama sevincini götürür… (Ancak) Nazi faşizminin özgür düşünceyi yok etme girişimleri Zweig’ları ölüme sürüklemiştir! Barışın ve iyiliğin üstünlüğünü hep umut etmiş olan Zweig, nasyonal sosyalizmin ve Hitler diktatörlüğünün kurbanı olmuştur. ‘Bir yazar, sansür yaşamadığı sürece inandığı yolda yürümek zorundadır’ diyen dünyaca ünlü bu aydın hümanistin Hitler rejiminin dayanılmaz baskıları altında yazar ve düşünür kişiliğini yitirip ruhsal çöküntüye uğraması çok trajiktir.” (4)

“Satranç”, Zweig’ın, 1942 yılında, Hitler iktidarından kaçarak sürgün hayatı yaşadığı Buenos Aires’te yayımlanır. Yazarın intiharından önce bıraktığı bir veda mektubu gibidir ve doğrudan Nazizm’i hedef aldığı tek kurmaca eseridir. Kitap, dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic’in, bir gemi yolculuğu esnasında kendisi için beklenmedik bir rakip olan Dr. B. ile karşılaşmasını anlatır. İsimsiz bir amatör olan bu gizemli rakibin satrançla tanışmasının olağanüstü bir hikâyesi vardır. Bir Nazi kurbanı olan Dr. B., o kara günlerde sadece satranç sayesinde ayakta kalabilmiştir. Hikâyenin diğer kahramanı Czentovic ise iletişim kurmakta zorlanan, yaşamında satranç dışında hiçbir şey olmayan, kazanmaya kurulu bir saat, soğuk, küstah, kuralcı, yüzeysel, kültürsüz, karacahil bir “dahi”dir. Bu kısa anlatıda, Zweig’ın tüm izleklerini bulmak mümkündür: Dünün dünyasından bugünün dünyasına geçiş, marazi tutkular, sapkın zekâlar, felaketlerini yaşamları boyunca taşıyan bireyler ve nihayet faşizm karşısında insanlığı kaderi…

“Satranç”, faşizmin kaba şiddete dayalı fiziksel boyutunun ötesinde, toplumsal ve özellikle psikolojik veçhelerinin bir eleştirisidir. Dolaysız bir biçimde, bugün dünyanın dört bir yanında hüküm süren “post-faşizme” de ışık tutarak, dünden yarına uzanan bir köprü niteliği taşır. Bu bağlamda, bugün bu metnin sahneye uyarlanması, her şeyden önce, tiyatral eyleyişini yaşamla bütünleştirme çabasındaki Duende Tiyatro’nun oldukça isabetli bir tarihsel tercihi.  Benzer biçimde, İpek Taşdan’ın rejisi, oyunun merkezine romanın “faşizm kurbanı” karakteri olan Dr.B.’yi yerleştirmek suretiyle, hem bu tarihsel tercihini pekiştiriyor hem de Zweig’ın kendisiyle özdeşleştirdiği, hatta bir bakıma üzerinden otobiyografisini yazdığı bu isimsiz kahramanı öne çıkararak kitabın kalbini avuçlarına alıyor. Zira, bir bakıma Zweig’ın intihar mektubunun imzacısı Dr.B.’dir. Zweig, Dr.B.’yi kendi yolculuğuna çıkartarak, diyalektik bir bütünsellik içinde, bir yandan bir “direniş ve varoluş”, diğer yandan bir “tükeniş ve yokoluş” hikâyesi anlatır. Varoluşçuluğun etkisinde bir yazar olarak, kitabında Sartre ve Camus’ya göndermeler yaptığı gibi, “satranç taşının yazgısı, insan yazgısının anolojisidir” diyen Beckett’e de selam çakar adeta. Kaçınılmaz sonun, satranç oyununun başlamasıyla geri dönülemez biçimde kendisini hissettirdiğini bilir Dr.B. sanki. Tıpkı Zweig gibi… Taşdan’ın rejisi, özellikle finale doğru daha yoğun biçimde bu duyguyu besleyerek Zweig’ın bu son eserinin ruhunu başarıyla taşıyor sahneye.

Artık “klasik” olduğu söylenebilecek böylesi önemli bir eseri, Beliz Demircioğlu ile birlikte sahneye uyarlayan Taşdan, oyunun hem rejisini üstleniyor hem de çok karakterli bu metni tek başına oynuyor. Duende Tiyatro’nun “bedeni odağa alan” ve “beden üzerinden yeni ifade biçimleri” arayan tiyatro anlayışı “Satranç”a sahnede yepyeni bir yorum kazandırıyor. Taşdan, ifadenin kaynağı olarak bedeni merkezileştiren ve bedensel enerjinin özgürleştirilmesine dayanan oyunculuk tekniğini başarıyla sergiliyor. Oyun boyunca, fiziksel kapasitesini metinle upuygun bir biçimde kullanırken, kostüm ve dekor üzerinden farklı konsantrasyon noktaları yaratarak hareket merkezini sürekli yenileyebiliyor. Kimi sahnelerde yalın bir dinginlik halinde görünürken, içsel dinamizmini metne usulca nüfuz ettiriyor. Kimi sahnelerde ise, bedeninin enerjisini yükselerek metni adeta tutuşturuyor. Nitekim, doğal bir anlatıcıya dönüştürdüğü bedeni metnin ritmik yapısına büyük bir uyum sağlıyor. Oyunu monologla açıyor, ilerleyen bölümlerde farklı karakterleri diyaloglara sokuyor. Yetenekli bir oyuncu olarak, karakterleri jest, mimik ve tonlama farkları kullanarak ayrıştırmayı ve belirginleştirmeyi başarıyor.  Öte yandan, tiyatral uzam, Taşdan’ın fiziksel hareket enerjisine odaklanan kostüm, dekor ve ses unsurlarının kullanımıyla bu performansı besliyor: Doğruluğu ve erdemi simgeleyen sade, açık renk elbise ve mizansene uygun bir paltodan oluşan kostüm; oyunun omurgasını oluşturan merdiven, yüzleşmeyi somutlaştıran ayna parçaları ve temanın vazgeçilmez unsuru satranç taşlarından oluşan soyut ve minimalist bir dekor; ve itinayla seçilmiş klasik müzik ezgileriyle metnin ruhunu yakalayan müzik oyunun başarısına büyük destek sunuyorlar.

Taşdan’ın “Stefan” adını verdiği merdiven, kâh okyanusta süzülen bir gemi, kâh bir satranç tahtası, kâh bir işkence mekânı, kâh bir askılık olarak oyunun başat dekoru olmanın ötesinde, Duende Tiyatro’nun yolculuğunu da simgeliyor adeta. “Grotowski’nin düş gören Yakup’un öyküsüne göndermeyle bahsettiği gibi, bir sanatçının kendi dikey “merdivenini” yaratma uğraşısı sanatının merkezinde yer almalıdır. Bu merdivenin iş görmesi için her basamak sağlam olmalıdır. Terzopoulos ise, “merdiven” metaforuna gönderme yaparken, dışarıdan biriktirilmiş malzemeye, içedönük bir sanatsal arayışta dinamizm kazandıran ve tecrübeyi üslûba ve daha önemlisi forma dönüştüren unsurların tiyatronun kendi iç dinamizminden sağlanabileceğini vurgular: “Merdivene çıkar, araştırma çalışmamın eşiğinde durur ve derinliğine dalardım, sonra da elimdeki bütün destekleyici bilgilerle merdivene bir tekme savurur ve malzememi keşfetmek için kendi içime düşerdim. Derken bu sorun yavaş yavaş aydınlanmaya başladı, dışarıdan merdiveni atmak yerine orada olmaya, derinde olmaya çabaladım. Bu da sürekli bir farkındalık durumunu ve malzemenin kendisiyle bitmek tükenmek bilmeyen bir aşk ilişkisini gerektirir.” (5) İpek Taşdan, “Stefan”ı reji ve oyunculuktaki başarısıyla süsleyerek bedensel dinamizmini sanatsal bir şölene dönüştürüyor. Aklı ve yeteneği ile biriktirdiği estetik malzemeyi bütünleştirerek bir tür tiyatral aşka yelken açıyor. Benzer biçimde, “Satranç” oyunu, Duende Tiyatro’nun kendi dikey merdivenini son derece sağlam basamaklarla inşa ederek, özgün ve yenilikçi bir anlayışla tırmandığını kanıtlıyor.

“Flamenko sanatçısının sesindeki tınıda, resmin karanlık bölgelerinde, tragedyanın ve şiirin içerdiği ölümde titreşip durur duende. Ölüme bağlı, ölüm bilincinden kaynaklanan bir farkındalığın acısıdır yani. Başka her şeyi anlamsız kılan, ne yazsanız ölümü hecelediğiniz bir olma biçimi. Ölüm ile yaşamı birbirinden net ve herkese güven verecek biçimde ayıran uçurumun bataklığından doğar duende. Belki de bu nedenle bu denli tehditkâr ve bu denli çekicidir sanatçı için.” (6) İpek Taşdan da, sahip olduğu “duende”nin yaratıcı dokunuşuyla Zweig’ın ölüme en yakın eserinin düşünsel dizgelerini ve duygusal patlamalarını yansılıyor.  Nihayet, finalde Stefan’ın en üst basamağından seyirciye dönerek Zweig’ın intihar mektubunun son, ama aynı zamanda O’nun vaat ettiği yeni yaşamın ilk satırlarını fısıldıyor: “Bütün dostlarımı selâmlarım. Hepsine uzun geceden sonra gelen tanın kızıllığını görmek nasip olsun. Ben her zamanki sabırsızlığımla önden gidiyorum.” (7) Işık usulca kararırken, Taşdan’ın “duende”si Zweig’ın “duende”siyle buluşuyor ve Sokrates’in şeytanı neşeyle gülümsüyor…

 

Kaynakça:

 

Tiyatro Dergisi

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Yavuz Pak

Yanıtla