“Kolay Değil Mekan İşletmek, Ekip Olmak”

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Mimesis Söyleşi / Mimesis Sahne Sanatları Portali Ayşegül Uraz, Burçak Çöllü, Gülhan Kadim ile bir söyleşi gerçekleştirdik. Altıdan Sonra Tiyatro’nun yirminci yılını, Kumbaracı50’nin on yıllık macerasını ve Altıdan Sonra Tiyatro’nun bu sezon seyirci ile buluşan oyunu “Nihayet Makamı”nı konuştuğumuz bu söyleşiyi sizlerle paylaşıyoruz.

Söyleşi: Beril Sarıaltun, Duygu Dalyanoğlu, Maral Çankaya

(Soldan sağa: Ayşegül Uraz, Burçak Çöllü, Gülhan Kadim, Maral Çankaya, Duygu Dalyanoğlu, Beril Sarıaltun)

Altıdan Sonra Tiyatro yirminci yılını kutluyor. Peki yirmi yıl önce Altıdan Sonra Tiyatro nasıl kuruldu, üniversitede tiyatro yapmaya başlayan ekip nasıl devam etti, biraz anlatabilir misiniz?

Gülhan Kadim: Altıdan Sonra Tiyatro’nun çekirdek ekibi İstanbul Teknik Üniversitesi’nde bir tiyatro kulübünde bir araya geldi. Üniversite yıllarında kendi bölümlerimizde okurken bir yandan da tiyatro kulübünde tiyatro yapıyorduk. 1999 yılında mezun olduk ama tiyatro yapabilmek için üniversiteye hala girip çıkıyorduk. Kendimize “bu ne kadar böyle gidecek” diye soruyorduk. Ama biz devam ettirmek istiyoruz dedik ve üç kişi bir araya geldi. Bu işi gerçekten devam ettirmek isteyen insanları davet ettiler ve bir yarı profesyonel grup kurma düşüncelerinden bahsettiler. Ardından tiyatronun adı ne olsun diye tartıştık. O zamanlar herkes başka işlerde çalışıyordu; basit bir cümlede birleşip Altıdan Sonra Tiyatro’yu kurduk. O zamanki hedefimiz yarı profesyonel bir grup olmaktı. Yapmak istediğimiz oyunları dışarıda oynayacak ve tiyatroya öyle devam edecektik. O dönem daha çok sahne vardı İstanbul’da; biz de farklı farklı yerlerde göçebe olarak oynuyorduk. Ama hiç kolay olmuyordu, siz de biliyorsunuzdur. Sürekli işten çıkıyor, dekorları bir yere taşıyor, onu kuruyor, oyunu oynuyor, dekorları geri taşıyor, ertesi gün işe gidiyorduk. Böyle çılgın bir dönem geçirdik. Maya Sahnesi’ni bulana kadar bu böyle sürdü. Ardından beş senemizi Maya Sahnesi’nde geçirdik. Bütün oyunlarımızı o küçük salonda oynamaya ve oraya göre çıkarmaya başladık. Beşinci senemizin sonunda orası kapanınca yine göçebe durumuna geçtik ama ısrarla bırakmıyorduk bu işi. Birkaç kişi gruptan ayrıldı ama çekirdek kadro bırakmadık. Çalışma yapmak için Çağlayan’da küçük bir depo tuttuk. Orada “orada şu var, burada bu var” diyip sahneyi hayal ederek oyunları çıkarıyorduk. Yeniden farklı farklı sahnelerde oynamaya başladık. 2005 yılına geldiğimizde “biz böyle nereye kadar devam edeceğiz, altıdan sonra tiyatro yapılır mı” sorularını sormaya başlamıştık çünkü hayat çok zorluyordu. Artık bizim bir mekanımız olmalı diye düşündük ve yer aramaya başladık. Mekanımızı da üç senenin sonunda bulduk. 2009 yılında bir buçuk ay içinde şu an “Kumbaracı50” olan yeri dönüştürerek bir sahne açtık. Avantajlıydık çünkü aramızda mühendis ve mimarlar vardı. O süreçte Aslı Can Kortan le Ebru Gözdaşoğlu mimar olarak çalıştılar. Böylece, hiçbir birikim olmadan, kendimize uygun bir model belirleyip mekan işletmeye başladık. Bu sahneyi sadece biz kullanacağız diye düşünerek açmadık. Bizim gibi göçebe yaşayan tiyatroların da gelip burada oyun oynayabileceği bir sahne olarak düşündük burayı. Hala böyle düşünüyoruz. Tabii mekan açınca devreye çok başka işler giriyor. Bunu sahneyi açtıktan sonra anladık. Bence biz iki üç senelik bir grup olarak mekan açsaydık bunu yapamayabilirdik, o ağırlığı taşıyamayabilirdik. Ama önceden on senelik bir deneyimimiz olduğu ve çekirdek ekip hep bir arada olduğu için birlikte bu sahneyi yürütebiliriz dedik. Oldukça destek gördük çünkü o zamanlar bu tür sahneler çok yoktu. Taksim’de “Dot” vardı, “Galata Perform” vardı. Ama tiyatrocu olmayan birilerinin, sadece kendilerinin kullanmayacağı, diğer grupların da gelip oynayabileceği bir sahne açması, insanlara cesaret verdi. Bunu birçok kişi belirttiği için rahatlıkla söyleyebiliyorum. Çünkü bizde oynayan birçok ekip bizden gördükleri cesaretle kendi sahnelerini açmaya başladı. Bu, tam böyle düşüncelerin arttığı, bir araya gelen insanların sahne açtığı bir dönemdi. Bir sürü sahnenin açıldığı, herkesin birbirine destek olduğu, herkesin birbirinden haberdar olduğu bir dönem geçirdik. Kumbaracı50’yi açınca, belki mekan sayesinde, çekirdek kadronun etrafında başka insanlar toplanmaya başladı. Ekip biraz genişledi ve birinci halka oluştu. Geçen sene ilk kez seçme yaptık. Bu bizim uzak durduğumuz bir şeydi. Sürekli “ekibe nasıl dahil olabiliriz” sorusu geliyordu. Ben de bilmiyorum diyordum, biz seçme yapmayız, böyle bir yolumuz yok. Birileri Kumbaracı50’ye geliyordu, konuşuyorduk, anlaşıyorduk, dahil oluyorlardı. Hep böyle oldu, çok organik ilerledi. Kimisi gönüllü geldi, bir şekilde oyunlara girdi. Ama gönüllü olunca mutlaka oyunda oynuyorsunuz diye bir kural da yok. Ama sonra bizim de artık gençleşmeye ihtiyacımız var diye düşündük. Enerjimiz bir yere kadar yetiyordu. Mekan ve daha çok üretim yapabilme olanağımız varken, insan gücü eksikliği nedeniyle çok da üretim yapamıyorsun. O yüzden bir seçme açmaya karar verdik. Bu bizim için çok öğretici bir süreç oldu ve hala öyle devam ediyor. O kadar çok başvuru geldi ki çok şaşırdık. Demek ki dışarıda bir yere ait olmak isteyen çok insan var. Bir araya gelmekte de güçlük çekiliyor büyük ihtimalle. Biz açtığımız seçmeyi oyuncu seçmesi olarak kurgulamadık ve görüştüğümüz oyuncuya da bunu söyledik. Bu bir oyuncu seçmesi değil, bu bir yol arkadaşı seçmesi, biz buna bakıyoruz, dedik. O yüzden çok yetenekli, sesi çok güzel, fiziğini çok güzel kullanıyor gibi kriterlerimiz yoktu. Çünkü bir yandan da Altıdan Sonra Tiyatro’nun çekirdek ekip gidince dağılmasını istemiyoruz. Birilerinin devam ettirebileceği, bizim yükümüzü alacağı hatta ileride onların yürüteceği bir şeye dönüşebilir mi burası diye düşünüyoruz. İnsan çok emek verince bunu yapmak istiyor. O yüzden seçmemiz hem bizim hem de katılanlar için farklı ilerledi. O sene üç tane oyun çıktı. III. Richard, Hayvan Çiftliği, Filifu’nun İntikamı. Çok ciddi bir prova ve çalışma süreci geçirildi.

(20. sezonuna başlarken Altıdan Sonra Tiyatro ekibi)

Bu oyunları yeni gelenler için eğitim oyunları olarak değerlendirmek mümkün mü? Bu oyunlar, Altıdan Sonra Tiyatro repertuarından farklı olarak, yeni gelen grubu kapsamak amacıyla mı çalışıldı?

Gülhan Kadim: Oradaki hedef, yeni gelenlerin bir çalışma temposuna girmesi ve onlarla tanışmamızdı. Hem tanışmak hem de onların nerede olduklarını görmelerini istedik. Bir yandan da bizim çalışma düzenimize gerçekten uyum sağlayabiliyorlar mı, bunu görmelerini istedik. Ama zaten hepsi o kadar açtı ki çalışmaya! Yeni gelenler bir nevi eğitim aldı, bir atölye çalışması yürütüldü. Üç oyun da birbirinden çok farklıydı. Hayvan Çiftliği fiziksel kullanımın yoğun olduğu bir oyun. Tasarımı başka. O oyun büyük sahneye uygun tasarlandı. Ortada bir roman ve onun sahneye uyarlanmış metni var. III. Richard’da başka bir dramaturji çalışması yürütüldü. Uzun atölyeler yapıldı. Metin olmasına rağmen atölyelerden çıkan tasarım kullanıldı. Filifu’nun İntikamı tamamen başka bir şey oldu. Tardieu’nün kısa oyunlarından yola çıkmıştık ama öyle bir prova süreci geçirdik ki “hayır biz kendi metnimizi oluşturup başka bir şey anlatacağız” dedik. Yani tüm oyuncular başka başka süreçler geçirmiş oldu. Zaten “Altıdan Sonra Tiyatro’da biz böyle oyunlar yaparız” denilebilecek bir ekolümüz yok. Ne istiyorsak onu yapıyoruz; bazı şeyleri yapmıyoruz, evet ama bütüne bakıldığında birbirinden hem dil hem metin hem de tasarım açısından farklı işler yaptık. O yüzden de bizim yapımız bu dedik ve onların da içinde bulunabileceği bir repertuar oluşturduk. İyi ki böyle bir seçme yapmışız. Bu çoğalma fikri hepimize çok iyi geldi. Çünkü ister istemez başka bir enerji geliyor gruba. O enerji ile tanışmanız gerekiyor, yeni gelenlere bir şeyler aktarmak istiyorsunuz, onlardan öğreneceğiniz bir sürü şey oluyor. İyi bir buluşma oldu, bu sezon da öyle devam ediyor.

Kumbaracı50’nin 10 yıllık macerasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu on yıl içinde Beyoğlu da bir dönüşümden geçti. Bu anlamda nasıl yorumlarsınız?

Gülhan Kadim: Beyoğlu’nun değişimini biz hem tam orta yerinden tanık olduk hem de çok etkilendik bundan. Biz 2009 yılında orayı açtığımızda Kumbaracı Yokuşu böyle değildi. Bizim aşağımıza inilmiyordu. Bizim bina sınırdı. Bunu açıldıktan 3 ay sonra mühürlenerek öğrenmiş olduk. Bütün mahalleliyle, oradaki cemaatlerle tanıştık 3 ay içerisinde.

Bir oyunun içeriği nedeni ile tepki çekmesi ile ilgiliydi değil mi?

Gülhan Kadim: Evet. Sahnemizde oynayan Yala Ama Yutma adlı oyun Vakit Gazetesi’ne haber oldu, bu yüzden.

(Yala Ama Yutma! / Biriken)

Yeni açılmış bir tiyatro mekanı olarak beklediğiniz bir şey miydi bu?

Gülhan Kadim: Gerçekten, daha yeni açılmışız her şeyi kuralına uygun şekliyle yapmaya çalışıyoruz. Ruhsat almak için başvuruyoruz, elimizden ne gelirse onu yapmaya çalışıyoruz. Bir anda hop böyle bir şey ortaya çıkıyor. Anında yükseldi her şey bir anda mühürlendik. “Yangın merdiveniniz yok” dediler. “Yangın merdiveniniz yok” deyince insan bir sürü şey düşünüyor. Beyoğlu’nda zaten nasıl oluyor ki bu? Sonra iş bizden çıktı zaten. O dönemde 2010 Kültür Başkentiydi İstanbul. Kendi tabanları da karşı çıktı “bu dönemde nasıl böyle bir şey yaptınız” diye. Bize “Yangın merdivenini yaptırın ruhsatınız hazır artık açalım şu sahneyi” dediler. Herhalde en hızlı ruhsat alan tiyatroyuz Türkiye’de, başka bir grup olduğunu düşünmüyorum. Sonrasında artan tiyatrolar var. Hatta bir ara nerede, hangi sahneler var takip edilebilmesi için harita basılmıştı. Alternatif Sahneler Birliği vardı, ortak program falan basılıyordu. Çok ciddi bir dayanışma ve birbirini görünür kılma durumu vardı. Birbirimize destek oyunları oynuyorduk, biri bir sahne mi açıyor oraya gidiliyordu hemen herkes onu tanıtıyordu. Çok ciddi bir çoğalma yaşandı. Yeni yazarların ortaya çıkmasına yol açtı, kendi metinlerini oluşturup sahnede oynamaya imkan tanındı, bunun olabildiği görüldü, bir de yazarlar da desteklendi. Bence çok güzel bir dönemdi ama biz o dönemi yaşarken de bu böyle uzun sürmeyecek diyorduk. Bu çoğalma bir gün azalmaya gidecek. Kolay değil mekan işletmek, ekip olmak. İki üç kişi bir araya gelerek olacak şey değil. Başka şeyler çıkıyor başka projeler yapmak istiyor insanlar dolayısıyla bir yerden sonra sönümlenecek ama kendi sistemini iyi kurmuş olan sahneler kalacak diye düşünüyorduk. 5- 6 sene sonra Beyoğlu’nun değişimi bunu çok hızlandırdı Bir anda maddi ve finansal sıkıntılarla insanların Beyoğlu’na gelmemesiyle birlikte tiyatrolar da etkilendi. Biz de o dönemde zorluk yaşadık, kapatmayı düşündük. Beyoğlu terk edilmişti, insanlar gelmiyordu çünkü. 2013 sonrası oluyor bu. Bilinçli olarak değiştirildi zaten bunu biliyoruz. Başka bir şeye dönüştürüldü. İnsanların gelip zaman geçirdiği, tiyatroya geldiği, sonrasında içki içtiği bir yerden çıktı. İnsanlar Kadıköy’e gitmeye başladılar ve burada çoğalmaya başladı tiyatrolar. Biz 1-2 sezonu acaba kapatsak mı Kadıköy’e mi geçsek diye de düşünerek geçirdik. Çünkü idare edemiyorduk, her yaz kredi alıyorsun, bir türlü denkleştiremiyorsun, sezon yetmiyor seneyi kurtarmaya. Ama sonra “hayır ya biz gitmeyelim, herkes gidiyor ve burada çok az tiyatro var” dedik. Zaten İstiklal çevresinde olanlar kapatıyor, en eski tiyatrolardan biri olduk 10 senelik geçmişimizle. Yani oradaki aktif olarak en eski tiyatro biz olduk. Ama iyi ki o değişime dayanmışız bir şekilde, şu anda da çok farklı. İki sezondur insanlar geri dönmeye başladı tiyatroya çok ilgi var. Ben böyle bir şeyi uzun zamandır görmedim. Aralık sonu ocağın ortasına kadar falan işte yılbaşı gibi, birtakım zamanlar çok düşük geçer. Bu sene gerçekten çok şaşırtıcı bir şekilde aralığın son haftası bile full oynadık. Ama bu sadece bizde olan bir şey değil. Bütün tiyatrolardan ben aynı şeyi duyuyorum. Çok ciddi bir ilgi var.

Yıllar içinde bir tiyatro seyircisinin yetiştiğini söyleyebilir miyiz sizce?

Gülhan Kadim: Türkiye’deki tiyatro seyircisinde de ama bizde de ciddi anlamda bir gençleşme var. Bu çok güzel. Mesela Nihayet Makamı’nda özellikle şaşırıyoruz. Oyunun dili, geçtiği dönem, oyunun müzikleri gençlerden uzak. Yani hiç konuşmadık gençleri nasıl yakalayacak bu oyun diye ama benim tahminim hep belli bir yaş üstü seyircinin daha çok ilgisini çekeceğine dairdi. Gençlerin gelip böyle inanılmaz etkilenerek çıkmalarını beklemiyordum. Hatta geçenlerde iki seyirci oyundan çıkmışlar İstiklal’e kadar yürümüşler, sonra “ya biz neden çıktık” deyip geri dönmüşler. Sonra geldiler bizimle tanıştılar. Biz sizinle konuşmak istedik dediler. Böyle bir şeyle karşılaşınca da insanın önyargıları da kırılıyor. Ha öyle değilmiş, başka bir şey de var diye düşünüyorsun. Benim için çok şaşırtıcı şu anda olan şey. Ama çok güzel geliyor, şaşırmak hoşuma gidiyor. Yani böyle bir şeyin oluşabiliyor olması. 10-12 senedir oynadığımız oyunlar var. Bunların hala dolu olması da bence şaşırtıcı bir şey. Tabii ki metinlerin başarısı vs. ama demek ki aktarılıyor yani. Şu anda mesela OBEB’i 12 senedir oynuyoruz. O oyun çıktığında çocuk olanlar şu anda seyredebiliyor oyunu ve aslında aynı keyifle çıkıyor. Belki bazı şeyleri yakalayamıyor kaçırıyor. Ama köklü oyunların devam edebiliyor olması seyirci ile de ilişkili.  Bitirmiyor aslında seyirci.

Bir mekana sahip olmanın sağladığı repertuar tiyatrosu olabilme imkanı da önemli, katılır mısınız?

Gülhan Kadim: Evet bir istikrar da var. Ayda bir kere bile olsa koyuyoruz o oyunu. Seyirci olduğu sürece de böyle olacak. Tabii o oyunlar genelde şu anda çekirdek kadronun oynadığı oyunlar umarım diğerlerinde de yakalayabiliriz aynı mantığı. Çünkü aslında 10 sene önceki Altıdan Sonra Tiyatro ile şimdikini aynı anda görebilme olanağı da sağlıyor. Yani bir grubun nerden geldiğini, nasıl metinler, nasıl oyunlarla geldiğini, şimdi ne yaptığını aynı sezon içerisinde görebiliyorsunuz.

Peki gelelim Nihayet Makamı’na. Şunu sorarak başlayalım: Burçak ve Ayşegül’ün yolları Altıdan Sonra Tiyatro ile nasıl kesişti?

Burçak Çöllü: Kumbaracı50 ilk açıldığı günden beri dışarıdan bakan, tiyatro yapmaya çalışan insanlar için prestijli bir yer oldu. Ben de o zaman 20, 21 yaşlarında amatör olarak tiyatroyla uğraşıyordum. Bir yandan da üniversite öğrencisiyim, kompozisyon okuyordum. Yazıp yönettiğim ilk oyunumu o civarlarda koymuştum. Benim Kumbaracı50 ile ilk projem Yalınayak Müzikhol oldu. “Şarkıları nasıl söylüyoruz gel bir bak” diye çağırdılar beni o zaman da Yiğit Sertdemir ile Şehir Tiyatroları’nda çalışıyorduk, ben Şehir Tiyatroları orkestrasındaydım. Bir sene sonra da 15 Temmuz yaşandı, iki hafta sonra, İstanbul Şehir Tiyatroları’nda on dokuz arkadaşımla beraber, geçerli bir sebep gösterilmeden işten çıkarıldık. Bu işten çıkarma kararını kimin, niçin verdiğini bugün bile tam olarak bilmiyoruz, hepimiz tiyatroda çok yoğun çalışan insanlar olduğumuz için, performans yetersizliği olmadığına eminiz ama. Dışarıda başka ekiplerle de çalışıyordum, ama Kumbaracı50 bir şekilde daha fazla ev gibi olmaya başladı benim için. Yani çok hızlı sahip çıktılar bana. Hemen atölyeler organize edildi, başka işlere dahil olundu falan. O dönem “eyvah nasıl geçineceğim”i önemsemekten çok “şimdi nerede tiyatro yapacağım, nerede üretmeye devam edeceğim” kaygısı yaşamıştım. O kaygı çok hızlı bir şekilde dağıldı. Zaten üretim içinde olmaya devam ettim ve Kumbaracı50 / Altıdan Sonra Tiyatro ile bağlar sıkılaşarak devam etti. III. Richard, Hayvan Çiftliği ile yeni ekibin dahil olmasıyla ve üst üste oyunlar çıkması döneminde daha yoğun iş yapabilmeye başladım. Sonra da Nihayet Makamı çıktı zaten.

Ayşegül Uraz: Benim için Kumbaracı50’nin yeri de Altıdan Sonra Tiyatro’nun yeri de çok ayrı. Ben ya daha konservatuvara girmemiştim ya da birinci sınıftaydım, o zamanlar Oyuncular Tiyatro Kahve’de 444’ü izlemiştim. Benim ilk izlediğim alternatif oyundu. Sonra ağzım açık ayrıldım, çok acayip dedim. Tekrar izledim. Altıdan Sonra ile ilk o zaman tanıştım. Aslında ilk profesyonel oyunumu da Ekip Tiyatrosu ile Kumbaracı50’de oynadım. Yani muazzam bir şey gerçekten o günden bugüne kendi hatıralarınızın içinde yoğrulduğu ve hala devam eden hatta şu anda da içinde bulunulan bir şey olması çok nostaljik bir yandan çok yeni çok taze o yüzden bence müthiş bir şey. Çok güzel, iyi hissettiriyor bu. Ondan sonra da Kumbaracı50’ye He-go oyunuyla dahil oldum.

(Fotoğraf: Murat Dürüm)

Peki, Nihayet Makamı projesi nasıl oluştu? Metinin oluşma süreci, oyunu çalışma süreci nasıldı?

Burçak Çöllü: Her şey Nazan Bekiroğlu’nun Nun Masalları adlı kitabındaki “Nigâr Hanım Sevgili” öyküsü ile başladı. Zaten kendisi Şair Nigâr Hanım üzerine ciddi bir çalışma yapmış tek akademisyen. Sanırım doktora tezi olarak yazdığı ve kitap olarak basılan kapsamlı, güzel bir eseri var. Biz de çok faydalandık o eserden. Yazar onu yazarken Nigâr Hanımla son derece duygusal, bir çeşit aşk olan bir ilişki kurmuş ve bunu da bu öyküde yazmış. O kadar da tatlı anlatıyor ki bunu. O, mesela bende yer etmiş, bunu sonradan anladım. Yani onun anlattığı gibi ya da şair Nigâr Hanım gibi ulaşılamayacak bir karakterle kurulan ilişki üzerinden bir şey yapma fikrinin rahat beş altı senesi var. Bir noktada iki-üç sene kadar önce de Sabriye karakteri geldi. Şöyle bir kadın olsun şair Nigâr Hanım -ya da onun yerine geçebilecek Şehvar- ve onun bir hizmetçisi olsun sürekli gölgede kalan ve biraz da onun üzerine düşünelim. Yani bir besteci olsun bu, o sınıftan bir kadına yakıştırılmayan bir şey ama öyle olsun “Kimin tekelinde ki sanat? Beste yapmak, müzik yapmak kime ait ki”yi biraz sorabilelim istedim. Dramaturgumuz Sinem Özek’e söylemiştim ilk.  Sonra ufak ufak taslaklar yazmaya başladım ama çok uzun süre ilerlemedi. İki sene yazdım durdum düşündüm. Sinem, “haydi yazıyor musun? Yaz, yaz, yaz” dedi. Sonra Ayşegül’ü He-go‘da izledim, daha çok yakın değildik. Muazzam bir aurası var sahnede. Daha sonra Kolonfoni Orkestrası’nda arkadaş olduk ve dedim ki Ayşegül “ne güzel Sabriye oynar” aslında. Ona söyledikten sonra gerisi çorap söküğü gibi geldi. Yani olabilirliğini görmeye başlayınca insan daha çok şevkleniyor. Geçen sene mayıs ayında Ayşegül’e “böyle bir şey var ama elimde daha bir sahne var, pek bir şey yok bir bakar mısın” dedim. Çok heyecanlandı hemen geldi olanı okudu bana. “O zaman yapalım” dedik.

Şu anda oyunda olan ilk sahne mi?

Burçak Çöllü: Evet. İlk sahne ve şu an oyunda olmayan çıkarılmış bazı taslak, monologlar vardı. Birinci tekil şahıs anlatılmış hikayeler, kısa diyaloglar falan ama şu an hiçbiri yok. Anlattı oynadı konuştu heyecanlandı derken hemen yazıldı oyun. Yazılma süreci böyle… Sonra “gelin” dedik “hanımlar toplanın okuyoruz.” Gülhan, Candan, Sinem, Ayşegül, ben ve Dolunay… Siz Dolunay’ı izleyemediniz oyunda şarkıları Dolunay Pircioğlu ve Ayşegül Aykaç dönüşümlü oynuyorlar ve Dolunay da netti mesela kafamda o zaman. “Şarkılar var ve o şarkıları senin söylemen lazım” demiştim. Sonra işler gelişti. Gülhan, Şehvarımız oldu. İşte böyle.

Peki aslında o iki hafta içinde yazılan metin, bugün izlediğimiz metin mi yoksa prova sürecinde değişti mi, gelişti mi?

Burçak Çöllü: Hemen hemen son hali gibiydi. Çok radikal bir değişiklik olmadı ama bayağı bir sadeleştirdim de. Metinde çok güzel okunan ama sahnede gerek duyulmayan yerleri çıkardık.

Oyunun müzikal dili nasıl oluştu?

Burçak Çöllü: Prova aşamasında oluştu. Yani “oyun yazılırken hiç yoktu” da diyemem, bence vardı ama daha ortaya çıkmamıştı. Neye benzemesini istediğimi biliyordum. Vermesini istediğim hissi biliyordum. Onu yazacağımı da biliyordum zamanı gelince. Makamını biliyordum mesela ama bu aşamaya gelmesi provalarda oldu, iyi de oldu. Çünkü sahnenin neye ihtiyacı olduğunu o kadar iyi bilemiyoruz okurken. Oyuncular oraya çıkıp kendi aksiyonlarını yürütmeye başladıklarında “burada böyle bir şey lazım”ı insan daha iyi anlıyor. O yüzden sona bıraktım.

Şarkıların nasıl icra edilmesi gerektiğine, enstrüman kullanımının nasıl olacağına dair ne tür bir tasarım şekillendi süreçte? Vokal yorumunu tasarlarken kafanda -Şair Nigar’da olduğu gibi- dönem yorumcularına benzer bir kadın vokal var mıydı?

Burçak Çöllü: Yoktu. Bir de ben pek nostaljik değilim o anlamda eski kayıtları pek beğenmiyorum. Yani vokal tekniği anlamında ayıla bayıla dinlemiyorum. Taş plak sesleri aslında vokal anlamında yetersiz söyleyişler… O da normal. Çünkü vokal pedagojisi bugünkü gibi gelişkin değildi. Oyunda bir yerde Enrico Caruso’nun bir parçası var.  Bugün yüzüne bakmayız ama döneminin çok ünlü bir tenoru… O dönemde teknik o kadar yeterli değil ve oralara çıkılabiliyor. Bu yüzden aslında daha modern bir vokal yorumu kullandık. Çok temiz, düz biçimde söylettik çünkü çok sade ve güzel duyulandan nasıl zalim bir şey çıkarabilir açıkçası biraz bunun üzerine gitmeye çalıştım. Kendiliğinden kötü olandan ziyade güzel olan nasıl acıtır bizi biraz orada durmaya çalıştık.

(Fotoğraf: Murat Dürüm)

Sabriye aslında hep açılmaya, kendini ifade etmeye, konuşmaya çalışıyor ve son ana kadar tam olarak başaramıyor. Ama müzik, hafızasında ondan bağımsız olarak akıyor oyunda. Sabriye’nin kelimeleri akamıyor ama müzik akabiliyor oyun boyunca ve bu tezatlık güçlü bir etki yaratıyor.

Burçak Çöllü: Hatta fazla bile akıyor. Evet öyle bir tezatlık kurmaya çalıştık. Yani onun o kadar rahat ve kendiliğinden akıp gidebilmesinin Sabriye için kötü bir şey olduğu, aslında istemediği ilaç aldığı onu susturabilmek için ama zapt edemediği bir şey olması üzerine durduk biraz.

Sabriye karakteri üzerine biraz konuşalım o zaman. Sabriye’nin aşık ve bestekar “olamama” tartışması oyunun temelini oluşturuyor. Bir kadın olarak aşkını yaşayamaması, bestekarlığını icra edememesi, aynı zamanda bir hizmetkar olarak da bu anlamda önünde engeller olması hem sınıfsal hem de toplumsal cinsiyet dramaturjisi açısından bize ne söylüyor?

Ayşegül Uraz: Yani bana şöyle geliyor aslında söylediğiniz her şey okunduğu anda böyle anlaşılabilir ama bence sadece Şehvar, Şehvar olduğu için yaşanamamış bir şey var gibi hissediyorum. Bunun toplumsal cinsiyetle bir bağlantısı yok. Yani Şehvar “haydi” dese yaşanır gibi geliyor bana. Ya da Şehvar dinlemek isteseydi bu şarkıların hepsi o anda da akardı. Şehvar, Şehvar olduğu için cesareti kırılmış gibi geliyor bana.

Burçak Çöllü: Buna katılıyorum. Mesela ben Sabriye’nin bir bestekar olabildiğini düşünüyorum. Mesela oyun ilk taslaklarımda Sabriye’nin şarkılarından oluşmuş bir konser ile başlıyordu. İşte Sabriye’nin çocukları ona bir sürpriz yapmışlar, annelerinin şarkılarından oluşan bir konser düzenlemişler ve sonra Sabriye bu şarkıları canlı duyunca geçmişe dönmeye başlıyordu. Ben Sabriye’nin bir Cumhuriyet kadını olarak hayatta kendini var edebildiğini düşünüyorum. Sabriye sınıf farklılıklarının ortadan kaldırıldığı bir Cumhuriyet fikri ile yeni alfabe ile okuma yazma öğrenmiş, belki muhtar olmuş, belki belediye başkanlığına adaylığını koymuş güçlü ve ayakta kalabilen bir kadın. Köşede kalmış bir kadın değil. Sadece Şehvar’a karşı kendini var edememiş, kanıtlayamamış olmasının trajedisi var bence.

(Fotoğraf: Murat Dürüm)

Peki bu bağlamda Sabriye’nin oyunu başlattığı noktadaki ruh halini nasıl yorumlamak lazım?

Burçak Çöllü: Oyunun finalinde Şehvar ona “dişinle tırnağınla kurduğun hayatı sev Sabriye” derken “iyi bir şey kurdun kendine, kocan var, çocukların var, bir hayat kurmuşsun, bir ülke yaratmışsın, yapmayı ümit ettiğin devrimi yapmışsın” -sonrasında ne bulmuşsun o tartışılır ama- diyor. Sabriye başarılı bir kadın. Başarısız olan Şehvar.

Gülhan Kadim: Çünkü Sabriye değişebilmiş, zamana uyabilmiş.

Burçak Çöllü: Evet çünkü Sabriye’nin buna ihtiyacı varmış. Şehvar’ın elinde ise eski döneme ait her zenginlik varmış. Buna tutunmaya çalışan, statükocu olan Şehvar.

Şehvar karakterinin Şair Nigar Hanım’dan esinlenildiğini de düşünerek Şehvar’ın şair olabilmek, evinde entelektüel bir salon ortamı kurabilmek için mücadele ettiğini söylemek yanlış olmaz. Az önce söyledikleriniz ışığında Şehvar’ın mücadele etmeyi bir aşamada bırakmış bir kadın karakter olduğunu söyleyebilir miyiz?

Burçak Çöllü: Bırakmamış ama eskimiş bir dilden mücadele etmeye çalışıyor. Yoksa son derece mücadeleci. Şair Nigar Hanım da öncü bir kadındı. Şehvar da öyle… Kadının toplumsal cinsiyeti üzerine bugün bize eskimiş gelse de o dönem için çok öncü olan fikirleri, şairliğini kabul ettirmek üzerine fikirleri, istediği adam ile evlenebilmek, istediğini boşayabilmek üzerine fikirleri var. Hatta vatanperverliği açısından da kendi dilinde ciddi bir mücadelesi var.

(Fotoğraf: Murat Dürüm)

Şehvar karakterini yazarken ve oluştururken Şair Nigar Hanım’ın yaşadıklarından ya da dilinden ne derece etkilendiniz?

Burçak Çöllü: Şair Nigar ve Şehvar ciddi anlamda paraleller. Oyunda sadece küçük farklar var.

Gülhan Kadim: Sadece Sabriye olan ilişkileri kurmaca ve bu ilişki oyunu başka bir düzleme taşıyor.

Burçak Çöllü: Mesela savaş zamanı Şehvar’ın yaşadığı yoklukların hepsi gerçek. Şair Nigar Hanım’ın günlüklerini okuduk. Bir sandala binip seyrana çıkmak isteyip ama o sandala vereceği para ile un alabileceğini fark ettiği için sandala binmekten vazgeçmiş ve bunu çok kırılarak günlüğüne aktarmış. “En adi bisküvinin kıyyesi 350 kuruş” repliği doğrudan onun günlüğünden aldığımız bir cümle. Nazan Bekiroğlu’nun çok güzel bir cümlesi var Şair Nigar Hanım için. “Unutuluşun kucağına zirveden düştü” diyor. Bence bu her iki kadını da çok güzel anlatıyor.

Sabriye’nin kılık değiştirdiği bölümlerle ortaya çıkan “oyun içinde oyun” düzlemi Nihayet Makamı’nı zenginleştiren bir katman yaratıyor. Aynı zamanda da finali, Necip kılığına girerek yaşanan bir yüzleşmeyi hazırlıyor. Bu sahneler oyun dinamiğinde nereye oturuyor?

Gülhan Kadim: Sabriye Şehvar’dan yola çıkarak, Şehvar’ın o an neye ihtiyacı olduğu üzerinden bir oyun kurarak onu mutlu etmeye çalışıyor. Sabriye’nin Şehvar üzerinden böyle bir oyuna dahil olması ama Şehvar’ın da bu oyunu bilerek davranması… Bu oynadıkları oyunlarda Sabriye söylemek istediklerini hatta bazen Şehvar’ın duymak istemediği şeyleri başkasına söyleterek ilerliyor hayal dünyasında. Ayrıca o oyunlar sayesinde de bir sürü katman açılabiliyor oyunda. Tekdüze bir ikili ilişkiden ziyade oyunsu bir yapı var aslında. Şehvar hakkında da bir sürü şey öğreniyoruz, Sabriye’nin başka insanların ağzından söylediği pek çok şeyi de öğreniyoruz.

Ayşegül Uraz: İki çocuk gibi oyun oynuyorlar. Bu çok acayip bir şey. O kadar çok ortak hatıraları, mazilerine, bir arada kalmışlıklarına dair ipuçları var ki… Sabriye ilk girdiğinde ne vaad ediyorsa Şehvar’a, ona hepsini yaşatıyor. Belki bir tek kafasında kendisine Necip biçmiyordu. Tabi son konuşmasının Necip tarafından olması çok acıklı bir şey bence. Öte yandan kendisi olamayacağı da çok aşikar. Belki de Necip olarak veda etmek zorunda kalması Sabriye’nin kendi iç dünyasındaki hesaplaşmasında kendisine kestiği bir ceza.

Burçak Çöllü: Bu karakterlere ilk bakışta Sabriye Şehvar’ı eğliyormuş gibi görünebilir. Mesela bence tam tersi. Aslında Şehvar Sabriye’yi eğliyor. Bu oyunları oynamasına, kendisini teselli etmesine izin vererek… Çünkü bence Sabriye’nin buraya geri dönmesinin sebebi sonsuz bir suçluluk duygusu ve kendini affettirme ihtiyacı. Bana göre oyunun baştan sona taşıdığı yer Şehvar’ın Sabriye’ye baştan sona müsaade edip edip sonunda “malum sebeple yapabileceğim bir şey yok, çünkü bende artık o güç yok. Senin hikayeni ben tamamlayamam, kendin tamamlıyorsan tamamlayacaksın. Yani şarkıları alıp uçurması gereken sensin, ben onları alıp bir yere koyamam” demesi, mesela bana daha kilit bir izlek gibi geliyor.

Gülhan Kadim: Oyunda şöyle bir durum da var: Sabriye’nin kopup gideceğini gördüğü yerde aslında Şehvar onu oyuna geri çağırıyor. Onun kaybolduğu yerlerde ona “gitme, daha bitmedi” diyen Şehvar. “Daha söyleyeceğim var, onları duyman lazım” diyen…

Söyleşini başında Kumbaracı50 seyircisinin gençleştiğinden bahsetmiştiniz. Genç seyirci bu oyuna nasıl tepki veriyor?

Burçak Çöllü: Özellikle genç seyircinin bu oyunla kurduğu bağ bugün çok hayatlarında bulamadıkları başka bir incelik biçiminden bahsediyor olması ile ilgili.  Ben en çok bunu fark ediyorum. Bizim bir makam müziğimiz var, küçük bir topluluk içinde bu çalınıyor, besteleniyor, yaşıyor. Ama bunun çok fazla farkında değiliz belki. Zaten sahip olduğumuz, bu coğrafya insanına ait olan ama olduğuna farkında olmadığımız bazı güzel şeyleri hatırlatıyor olduğunu düşünüyorum ben. Bir retro hissi var yani aslında. Genç seyirciye öyle bir yerden de dokunduğunu düşünüyorum. Gündelik hayatlarında yaşamadıkları bir alternatif gösterdiği için.

Gülhan Kadim: Ben de şöyle bir his de oluyor. O kadar kaba bir dönemde yaşıyoruz ki. Kurulan ilişkiler, dil… Neredeyse birilerinden zarafet görünce gözümüz yaşarıyor. İncelikli bir şey görünce duygu olarak yükseliyoruz. Bu metnin içinde sert şeyler de var aslında. Ama o sertliğe rağmen bütün o kurulan dilin, hayatın o zarafet içerisinde olması çok hoş.

Paylaş.

Yanıtla