Umuttan Bir Adım Ötesi: Varlık

Pinterest LinkedIn Tumblr +

[Fulya Paksoy’un Evrensel’de yayınlanan yazısını okuyucularımızla paylaşıyoruz.]

Tiyatro, çağlar boyunca insanın kendisiyle karşılaşması konusunda önemli bir yere sahip olmuş. Elbette her sanat için bunu söylemek mümkün. Ama onu diğer sanat dallarından ayıran biricik özelliği, tiyatronun ancak ve ancak akarak var olması. Tıpkı hayat gibi sabitlenemeyişi. Bu iddianın, hayatın akışı içerisinde ölü bir iddiadan ibaret olması.

İzmir’de kurulan ’arte oyuncuları, bunun farkındalığını temel alarak kurulmuş bir ekip. Kendilerini deneysel bir laboratuvar olarak görmelerinin nedeni de bu. “Deneysel, fakat ne deneniyor? Günümüzde karışık olan ve çoğu kez hiçbir şey anlatmayan her şeye çabucak deneysel denilebiliyor. ’arte oyuncuları’nın denediği bu değil. ’arte oyuncuları, örneğin Grotowskici bir izlek üzerinde yürüyerek, o izleği geliştirmek, belki başkalaştırmak üzerine denemeyi tercih ediyor.” diyor, Babil’in yazar ve yönetmenliğini üstlenen Bülent Yıldız.

SEYİRCİ İLE BULUŞMA KLİŞESİNİN GÜCÜ

Ekibin her seferinde yeniden deneme düşünceleri buradan besleniyor. “Seyirci ile buluşma” klişesinin gücü, bu buluşmanın her seferinde yeniden gerçekleşeceğini, zaten başka türlüsünün mümkün olamayacağını kabul etmeleri de. Tiyatronun var oluşuna dair bu farkındalık, onları Yoksul Tiyatro’yu temel alan bir anlayışla buluşturuyor. Ekip tiyatronun asal ögesinin oyuncu olduğunu yeniden böylece teslim ediyor. Bu yüzden de onun yaratıcılığını, tüketim kültüründe eşya yığınına dönen hayatların kötü bir taklidine dönüşen “dekor” kalabalığına hapsetmiyor. Oyuncunun, metin otoritesiyle takılmış bir plağa dönüştürülmesini reddediyor. Onların, metin baskısına başkaldırısı, bizim adımıza yazılmış ve hiç aksatmadan oynanmamız beklenen, sözüm ona sabitlenmiş senaryoları reddetmemiz için ilham verici bir özerklik alanı yaratıyor. ’arte oyuncuları’nın seyirciyi şahitlik eden bir yerde görme düşüncesi, en çok da bu konuda özel bir öneme sahip.

BİLİNÇ DIŞIMIZDAKİ ARKETİPLERE SESLENİYOR

İlk oyunları “Babil” insanın dil ile kurduğu ilişkiyi yeniden tartışmaya açıyor. Ardına eklediği “soy lanetleri” ile, bizi bir kez daha bu hikayelerin tuhaflığına götürüyor. Değişmez bir yasa olarak kabul etmemiz beklenen  bu mitler, hayatın akışı içerisinde aciz bir komikliğe sahip. Ama zulme neden olduğu ölçüde korkunç; bu zulmün işlediği cinayetler ölçüsünde acı da. ’arte oyuncuları, bu duygular karmaşasına bilinç dışımızdaki arketiplere seslenerek ulaşmaya çalışıyor.  Bize onların ne denli dehşet verici bir güce sahip olduğunu hatırlatıyor. Ama elbet bilinç dışımız, sadece bu lanetten duyduğumuz kederle kaplı değil. Orada bir yerlerde, hatırlamaya cesaret edebildiğimiz ölçüde,  göçüp konup küllerinden yeniden doğmanın neşesi de saklı. “Babil”, tüm bu “ama”ların içinde, insanın akışla arasına saklanan özgürlüğü, onu hatırladıkça yeniden uyanan yaşamak arzumuzu çağırıyor.

’arte oyuncuları, trajedi ya da komedi türünün temsilini gerçekleştirmeye çalışmıyorlar. Ekibin Komedi Dell’Arte’den devraldığı ismi tam da burada devreye giriyor. Komedi artık burada değil. Ama görünmez bir güç olarak sahnedeki yerini alıyor bir yandan da. Ekibin tiyatronun köşe taşlarından sayarak hakkını teslim ettiği Brechtyen estetik, hem de hiç eklektik olmayan bir şekilde oyunun içine böyle sızıyor. Bütün bu şahidi olduğumuz dünya hem trajik, hem komik. Bu yüzden biz ne ağlayabiliyor ne de gülebiliyoruz. Ama korkularımızla yüzleştirdiği ölçüde cesaretimizi kışkırtmak üzere orada, tam karşımızdalar.

’arte oyuncuları’nın performansa dayanan sahneleme anlayışı, oyuncunun bedene indirgenmiş bir seyir nesnesine ya da hikayesiz bırakılmış bir paramparçalığa dönüşmesine karşı duruyor. Böylece oyun, herhangi birinin mahrem alanının tesadüfi bir paylaşımına indirgenmekten kurtuluyor. Bunun arka planında, ekibi oluşturan  bireylerin halen devam eden eğitim sürecinden çok, yapmak istedikleri tiyatro anlayışları konusunda bir bütünlüğe ulaşmaları yatıyor. Bu bütünlük,  Babil’in ortaya çıkış aşamasında da devam ediyor ve oyuncu yaratıcılığına ulaşmak için sürdürülen uzun bir hazırlık sürecine dönüşüyor.

PARÇALARDAN SIZAN ŞİİR HÂLÂ ORADA

Oyunun dil ile lanetlenen insanlık soyu mitine başkaldırısı, oyuncu bedenine teslim edilen bir iletişim arayışına dönüşüyor. Oyun metninin şiirselliği oyuncunun akışına bir ahenkle böylece katılıyor. Bu dil artık paramparça olmuş olsa da, parçalardan sızan şiir hâlâ orada. Seyirciyi bunun şahidi olmaya çağırdığı ölçüde, işte; burada da.

Eğer sanat özerk bir alana sahipse, tiyatro kendi varoluşuyla buluştuğu ölçüde akıp giden bu döngünün içinde ilham verici bir “hare”ye kavuşabilir elbette. Hikayelerin içinden sızıp duran yeni hikayeler hâlâ buradalar. Oyuncuyu metnin üzerine çıkaran ’arte oyuncuları, bu mitleri aşmamız için umut var ediyor. Bunu gerçekleştirdiğine şahit olduğumuz oyuncular ise varlığın ta kendisi olarak çıkıyorlar karşımıza.

Evrensel

Paylaş.

Yanıtla