Korona Günlerinde Tiyatrocuların Üretimleri Üzerine

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Mimesis Söyleşi / Türkiye’de ilk resmi koronavirüs vakasının açıklandığı 11 Mart’tan bu yana tiyatro sanatçıları iki hayati soru ile başbaşa. İlk soru şu: Tüm faaliyetlerin durduğu bir süreçte tiyatrolar ve tiyatro sanatçıları kapsamlı bir destek olmadan nasıl ayakta kalacak? Yakın zamanda tiyatroculardan seyircilere uzanan ve şu anda 30.000’i aşan geniş bir kitlenin dahil olduğu  Tiyatromuz Yaşasın İmza Kampanyası bu soruyu detaylandırıyor ve tiyatrocuların somut taleplerini sıralıyor. İkinci soru ise salgının durdurduğu ve dönüştürdüğü sanatsal üretim anlayışı hakkında. Tiyatrolar evlerinden, uzaktan, online üretimlere devam etmeli mi? Nasıl devam etmeli? Mimesis Sahne Sanatları Portalı olarak geride bıraktığımız iki aylık süreçte online üretimlerine devam eden tiyatrolardan Aysel Yıldırım, Elif Temuçin, Kerem Pilavcı, Murat Mahmutyazıcıoğlu  ve Sami Berat Marçalı ile bu soru çerçevesinde konuştuk.

Söyleşi: Duygu Dalyanoğlu

Murat Mahmutyazıcıoğlu / BAM İstanbul

Evde serisi nasıl ortaya çıktı? Seyirci ile nasıl bir temas hedefleniyordu? Aldığı tepkiler, yorumlar nasıl oldu?

Benim de birçok meslektaşım gibi oyununun provasının yarım kalması yanı sıra gelecekle ilgili çok kaygılı olduğu bir dönemde (hala da içindeyiz) hislerimi paylaşabileceğim kısa bir oyunsu öyküyle başladı, güzel tepkiler alınca 7 adet okuma kaydettik ve sürecin ne kadar süreceğini bilmemekle beraber 10’a tamamlayıp, kişisel tarihimizde bir günlük işlevi görür diye düşünüyoruz. Her şey normale döndüğünde geriye bakıp bu günlerin içinden nasıl geçtiğimizi unutmayız belki ya da hiç görmek istemeyiz tekrar bilemiyorum.

Oyuncularla fiziksel mekanı paylaşmadan üretim, prova süreci nasıl geçti? 

Sürecin benim için en zevkli tarafı provalarıydı. Emre Yüksel ve ben oyunları yazdık, hepsi bu süreçte yazıldı… Oyuncu arkadaşlarımızla paylaştık ve okumaya katılmak isteyenlerle 3-4 saatlik provalar yapıp, okumaları hiçbir kurgu ve kesme yapmadan kaydettik ve yayınladık. Oyunlar ya da oyunsu öyküler diyelim,1 ya da 2 kişilikti. Yönetmen olarak hep karşıdan, uzaktan, biraz daha çerçeveyi görmeye çalışırım. Bu prova biçimi, biraz da okuma olmasından kaynaklı olarak,performans kaygısını daha azalttığı için ve başka uyaranlar en alt düzeyde olduğu için (rol inşaa etme, bir yere bir şey yetiştirme ya da oyuncunun set yorgunluğu gibi) 3-4 saatlik provaların çok konsantre geçtiğini söyleyebilirim. Bir şey tarif ederken daha net ve seçili sözcüklerle konuştuğumu ve oyuncu sayısı az olduğu için fiziksel mekan paylaşımı dezavantajının ortadan kalktığını söyleyebilirim.

Evde serisini neden Instagram üzerinden yaymayı tercih ettiğiniz? Bu eseri ne olarak tanımlarsınız?  Literatürde farklı farklı isimlendirmeler geçiyor. Instagram tiyatrosu, görüntü tiyatrosu, dijital tiyatro vs gibi. Bunlardan herhangi birini ya da tamamen bağımsız başka bir ifadeyi tercih eder misiniz? Neden? Tiyatro sanatı ile ilişkisi nedir sizce?

Canlı kaydedilmiş oyun okuması diyebiliriz bizim yaptıklarımıza. Bu tip görüntülerin kolayca yüklenip  paylaşılması açısından ve çerçeve olarak Instagram formatını kullandığımız için, “bam istanbul” instagram sayfasına koyduk, daha sonra da Youtube‘a ekledik, bir süre bu mecralarda izlenebilir, bir süre sonra da kaybolacaklar,bize anı olarak kalacaklar. Tiyatro sanatıyla tek ilişkisi seyirciye ve oyuncuya en azından şimdiki zamanı hayal etmesi için bir takım yönergeler ve fiziksel zorluklar vermek diyebilirim, bir de okumaların bir çoğunda bir tane de olsa bir izleyen oldu, o da ben, oyuncu okumasını yaparken kameranın karşısında nefes alan birinin varlığını hissediyordu. Biraz oyunsu biraz öykümsü biraz da amatör bir deneme. En güzel yanı da herkes provaya aynı saatte ve geç kalmadan geldi.

Bu konuda eklemek, değinmek istediğiniz başka bir şey var mı?

Tiyatral olanı sahnede arama çalışmaları yaparken ya da bam’ın oyunlarında tiyatro malzemesinin biricikliğini nasıl daha fazla ortaya çıkarırız diye düşünürken Instagramla ve oyun kayıtlarıyla başbaşa kalmak değişik bir deneyim oldu. Bu süreçte canlı, şimdiki zamanda ve seyirciyle yapıla

n tiyatro deneyiminin gelecekte çok daha özel bir şeye evrileceği inancım daha da büyüdü. Her türlü koşulda ekonomik kriz, toplumsal olaylar, savaşlar şimdi de küresel bir krizin içindeyken üstünde yürüdüğümüz ince ip daha da keskinleşti. Yeni koşulların ve teknolojinin yardımıyla hikaye anlatıcılığının fiziksel mekanı yok ederek bizde ya da yurtdışındaki daha nitelikli örneklerle bir arayüz oluşturduğunu görüyoruz ve bu serüveni takip etmek çok heyecan verici ancak bu arayüzlerin de ancak gerçekten tiyatronun sağlıklı koşullarda yapılabildiği zaman daha değerli olacağını düşünüyorum, yani Instagram’daki hikayeler bitti yarın tiyatroda prova için ya da oyun için buluşuyoruz diyebildiğimiz zaman.

Aysel Yıldırım / BGST Tiyatro

Her Güne Bir Vaka serisi nasıl ortaya çıktı? Seyirci ile nasıl bir temas hedefleniyor? Aldığı tepkiler, yorumlar nasıl?

İzolasyon farklı noktalardan hepimiz için zorlayıcı bir deneyim olarak başladı. Sevilay Saral da, kendi öznel izolasyon deneyimi içinden ve 10 metrekare bir hastane odasında refakatçi olarak deneyimlediği pandemi sürecinden bu izolasyon monologlarını hızlı bir biçimde, gerçekten her gün bir vaka yazarak, kaleme almaya başladı. Her Güne Bir Vaka farklı sınıfsal ve sosyal konumlardan, kimi Covid-19 pozitif, kimi negatif 7 farklı kadının izolasyon hikayesi. Ben, Bulut B. Sezer, Ayşenil Şamlıoğlu, Elif Karaman, Songül Öden, Berna Laçin, Zeynep Okan oynuyoruz. Salgın başladığında Pınar Öğünç bir yazı dizisi başlattı, hepimiz pandeminin yarattığı toz duman içindeyken ve bizler dört duvar arasında başımıza gelenin ne olduğunu ve çok haneli vaka ve ölü sayılarının ne anlama geldiğini anlamaya çalışırken, Pınar Öğünç’ün röportaj yaptığı kadınların sesini, hikayesini kendi soluklarından duymak çok iyi gelmişti. Ona benzetebilirim bu seriyi de; en azından Sevilay’ın metinlerini ilk okuduğumda bende uyanan duygu buydu.  Bizler kafamız ne olacağına dair hayli karışıkken, birbirinizin hikayelerine odaklanıyoruz. İzolasyon ve henüz insanlığın önüne geçemediği pandemi, aramıza fiziksel, sosyal, her türden mesafeler koyarken, bizler anlatının verdiği güçle o mesafeleri bir anlamda aşmaya çalışıyoruz diye düşünüyorum. Bu kadınların hikayelerini ‘sosyal hatta dijital mesafeden dinlerken, birbirimize Covid-19 değil, empati bulaştırabiliriz.

Oyuncularla fiziksel mekanı paylaşmadan üretim, prova süreci nasıl geçti? Olumlu, olumsuz yanları neydi?

İşimizi, bildiğimiz ya da yapmaya alışık olduğumuz biçimde ama hiç alışık olmadığımız koşullarda yapıyoruz; birbirimizle ve seyircimizle sosyal-fiziksel mesafe içindeyiz. Ama dijital dünya bu mesafeyi aşmak için bir alan sunuyor. Görüntü tiyatrosu, video sanatı içinden buraya dönük çözümler bulmaya çalışıyor sanatçılar. Diğer yandan dijital yollarla da olsa kolaylıkla iletişime geçebildiğimiz, bunun olanaklarının sınırsız olduğu bir dönem. Yazarla, oyuncular olarak birbirimizle ve sonra topluluktaki diğer arkadaşlarımızla uzun sohbetler, görüntülü provalar, sesli mesajlaşmalar yaptık, çekimlerimizi whatsapp gruplarında paylaşıp üzerine ayrıntılı konuştuk, yazıştık. Ekran karşısında oynamak konusunda bizden çok daha deneyimli arkadaşlarımızla bir buluşma oldu bu çalışma aynı zamanda; onlarla süreç daha da güzelleşti. Herkes kendi deneyim ve üslubunu çok yapıcı ve güzel bir şekilde ortaya koydu. Ben sürecin koordinasyon/reji kısmını üstlenmiştim ve videoların kurgusunu yapan İlker Yasin Kesin ile aynı evde yaşıyor olmak çok kolaylaştırıcı oldu süreç açısından. İlker ve ben izolasyon başladığında evde videolar çekmeye başlamıştık ve İlker video kurgu üzerine çalışmaya başlamıştı; bu sayede kendi kurgularımızı yapabildik. Ayrıca diğer arkadaşlarımız da  kurgu işi için kullandığımız bilgisayarın ram’ini yükseltmekten tutun da tanıtım hatta prova organizasyonu için çocuk bakımı gibi pek çok konuda destek verdi.

Her Güne Bir Vaka’yı neden Youtube üzerinden yaymayı tercih ettiniz? Bu eseri ne olarak tanımlarsınız?  Literatürde farklı farklı isimlendirmeler geçiyor. Instagram tiyatrosu, görüntü tiyatrosu, dijital tiyatro vs gibi. Bunlardan herhangi birini ya da tamamen bağımsız başka bir ifadeyi tercih eder misiniz? Neden? Tiyatro sanatı ile ilişkisi nedir sizce?

Görüntü tiyatrosu ya da dijital tiyatro açıklayıcı tabirler sanırım. Bildiğimiz anlamda tiyatro oyunculuğundan hem farklı hem onunla aynı. Örneğin ben bir tiyatrocuyum, kendi bildiğim şekilde oyunculuk yapıyorum ama ekranın da farklı kuralları varmış, onlara uymaya, onları anlamaya, keşfetmeye çalışıyorum. Örneğin en basitinden bizler seyirciye oynarız, hele de tek kişilik bir anlatı yapıyorsak. Anlatma isteğimiz de büyük ölçüde bu kanlı canlı ilişkiden gelir. Ama bu sefer anlattığınızı paylaştığınız bir seyirci yok karşınızda ama o yalnızlık duygusuna kapılmayıp kamera noktasının orda hayali bir seyiri kurgulamanız gerekiyor. Ya da fiziksel tiyatro, jest, postür bunlar yine çok önemli kavramlar ekran için ama vokal oyunculuk çok daha vurgu alıyor sanırım. Ekran için, bu proje özelinde Youtube için anlamlı videolar üretmek deyince tabii işin kurgu ve teknik boyutu apayrı bir vurgu alıyor. O konuda altyapımız çok eksik, eğitimimiz yoktu ama en azından içimizden bazılarının bu konuda heveskar olması ve çalışmaya başlaması güzel. Kurgu işinin de, teknik kısmının ötesinde, tiyatro sanatıyla ilişkisi çok büyük bence, tek planda çekilmiş monologlar, oyuncunun “oyunu” baz alınarak editlendi. Her Güne Bir Vaka monologları bir tiyatro yazarının elinden çıktığı, tiyatrocular tarafından icra edildiği ve bir tiyatrocu tarafından editlendiği için, görüntü tiyatrosu anlamlı bir tabir.

Bu konuda eklemek, değinmek istediğiniz başka bir şey var mı?

Bir oyuncu olarak, bu türde çalışmayı mesleki bir disiplini sürdürmek anlamında çok anlamlı buluyorum. Oyunculuk bir spordur deriz ya; biz oyuncuların günlük antrenmanımızı yapmamız gerekir kondisyondan düşmemek için. Pandemiyle günlük mesaimiz birden çok değişti; belki bambaşka değerler üretiyoruz evde, yemek pişiriyoruz, sürekli temizlik yapıyoruz, çocuk bakıyoruz, belki ne zamandır yapmaya fırsat bulamadığımız işleri kotarıyoruz, kitap okuyor, film izliyoruz, hep bir eylem içindeyiz ama evimizden çıkamadığımız ya da seyircimizle buluşamadığımız şu süreçte işimizi nasıl yapacağız? Ya da yazarsak, yönetmensek, ne zaman biteceği belirsiz bu süreçte ne yapacağız? Bence üretmemek en kötüsü. İnsanı biraz bunaltıyor. İşe yarar bir şeyler yapmak, paylaşmak ise daha ferahlık getiriyor.

Sami Berat Marçalı / B Planı

B Planı’nın YediYediYediYedi serisi nasıl ortaya çıktı? Serinin kaç bölümü olacak?  Seyirci ile nasıl bir temas hedefleniyor? Yayımlanan iki bölümün aldığı tepkiler, yorumlar nasıl?

Aslında “evde tiyatro” mantığıyla bir şeyler üretebilir miyiz diye düşünürken çıktı bu fikir. Karantina döneminin başında yayınlanan okuma tiyatroları / performansları, arşivlerin birer birer paylaşılması ve yayınlanan oyunlar, tiyatroların yaptığı canlı yayınlar falan derken kendi içimde bu durumu tartıştığımı fark ettim. Ekranda tiyatro olmaz. Varoluşuna aykırı. “Bir Demet Tiyatro”dan bu yana (ve sonrasında yayınlanan skeç programlarını da katabiliriz) olamayacağına kanaat getirmiştim. Seyirciyi tiyatrodan soğuttuğuna inanıyorum. Televizyon programı onlar. Tiyatro değil. Başka bir şey, ama tiyatro değil. Ama oluyor mu, evet oluyor. Bunlar da aynı şekilde. Tiyatro değiller. Bir tür deneyim, bir hikaye anlatıcılığı. Fena da değil bu deneyim bence. Bu ara iki sinema filmi birden yazıyorum. Biraz geçiş dönemi belki de benim için. Ben de içimde biriktirdiğim minik hikayeleri bir seri olarak çekip paylaşmak istedim bu sebeple. Çalışan herkese çok iyi geldi ve seyircilere de (umarım) izlediklerinde iyi geleceklerini düşündüğüm bir mini seri bu. Dört bölümden oluşuyor. Karantinada olduğumuzu kabul etmiyor hikayeler, ama karantinanın gerçekliğini, yaşattıklarını, hissettirdiklerini sonuna kadar benimsiyor. İlk iki bölüm beğenildi ama izleme oranı oldukça düşük. İnsanlar sanal ortamlarda daha içi boşaltılmış şeyleri izlemeyi seviyorlar diye düşünüyorum. Bu gibi içerikler önlerine o kadar da çıkmıyor belki de. Alışkanlıkları hep içi boş güldürü izlemek sanki. Youtube, instagram vb mecraalar bunu vadetti bugüne kadar. O da bir gerçek. İnsanlar yabancılaşıyor doğal olarak, ciddileşmeleri gerekiyor gibi hissediyorlar belki de. Dur sonra izlerim, biraz boş muhabbet dinlemek ve izlemek istiyorum diyorlar bence. Ama zamanla daha dolu içerikler izlemek isteyeceklerdir diye düşünüyorum. Bu içerikler nede olsa duruyor, ihtiyaçları olacaktır bir noktada. Umarım öyle olur yani. Hedefimde şu var, biz hikaye anlatıcıları, dinlemek isteyenler için hikayeler anlatmaya devam ediyoruz. Umut var, bu karantinadan çıktıktan sonra daha nicelerini anlatacağız, büyük bir anlatma tutkusuyla hem de.

Oyuncular ile fiziksel mekanı paylaşmadan üretim, prova süreci nasıl geçti?

O çok zor bir şeydi işte. Bir saatlik provada halledebileceğin bir sahneyi daha uzun anlatmak ve daha net ifadelerle anlaşmak zorundasınız. Bu aşamayı geçmek, işin %10unu oluşturuyor. Sonra kadraj/ışık/kötü telefon kamerası/evdekilerin ses yapmaması meselesi var. Bu sefer basit bir çeki

m, saatler almaya başlıyor. Bir de üstüne benim istediğim oyunlarla bunu oynamaya çalışıyor oyuncu. Aşırı zor. Düşünsene, en az 10 kişinin yapması gereken işi oyuncudan tek başına yapmasını bekliyorsun. Oyuncu set çalışanına dönüşürken bir yandan da oyuncu olduğunu unutmamaya çalışıyor. Görüntü yönetmeni, kameraman, kuaför, makyöz, kostümcü, asistan… Hepsi o oluyor. Bana bütün kadrajları onaylatıyor, ama kadraj odaklamayı yanlış yapmış olabiliyor. Ses sorunlu oluyor vs. Aşırı teknik konuların hepsi birden oyuncuya yükleniyor. Oyuncunun da beyni yanmaya başlıyor doğal olarak. Bir diğer zo

rluk da bu videoların ham hallerinin bize ulaşması. Çin işkencesi gibi. Peki bitiyor mu? Hayır. İşin müzik, kurgu, ses ve renklerinin hallolması lazım. Bunu da yapanlar en iyi şekilde ve gene uzaktan yapmaya çalışıyorlar. Yan yana olmayıp kurgu yapmak da zor. Sürekli video transferi yapıyoruz, kurgu sürekli baştan yapılıyor. Zor ve güzel bir emek var. Bir de bu projede çalışan herkes gönüllü. O kısmı da önemli geliyor bana. Projenin teknik kısmı dezavantaj olsa da bu projenin kendi varoluş hali oldukça kıymetli. İyi ki yan yana gelmeden bu deneyimi yaşıyoruz.

YediYediYediYedi serisini neden Youtube üzerinden yaymayı tercih ettiğiniz? Bu eseri ne olarak tanımlarsınız? Literatürde farklı farklı isimlendirmeler geçiyor. Instagram tiyatrosu, görüntü tiyatrosu, dijital tiyatro vs gibi. Bunlardan herhangi birini ya da tamamen bağımsız başka bir ifadeyi tercih eder misiniz? Neden? Tiyatro sanatı ile ilişkisi nedir sizce?

En çok oradan insana ulaşır diye düşündüğümüz için orayı tercih ettik. Bu esere bir “mini seri hikayeler” demeyi doğru buluyorum. Ne bir kısa film, ne bir tiyatro. Bu gibi işlerin içinde tiyatro kelimesi geçmemesi gerektiğine inanıyorum. Tiyatroyu yücelttiğim için değil, şu an üretilen işlerin bu tanımla alakası olmadığını düşündüğümden. Arada derede bir şey bu yapılanlar. Dijital sanat denebilir. En doğru tanım bu olacaktır kanımca. Hikaye anlatıcılığı noktasında ortaklık var. Bu bir romanda da var, filmde de var, resimde de var, müzikte de var… Yapılan işler evet daha teatral gözüküyor. E ne güzel başka sanatlara ilham verebiliyorsa.

Elif Temuçin / Tiyatro BeReZe

Tiyatro BeReZe’nin Pandemic Macbeth ve Canlı Kitap Korudaki Komşular eserleri nasıl ortaya çıktı? Canlı Kitap ve Macbeth üzerine geçmiş üretimleriniz ile nasıl bağı var?  Seyirci ile nasıl bir temas hedefleniyordu? Aldığı tepkiler, yorumlar nasıl?

Aslında BeReZe olarak pandemi başladığından beri her sabah Erkan (Uyanıksoy)’ın önderliğinde hareket ediyor, online bir araya geliyoruz. Aynı zamanda bu belirsiz ve zorlu zamanlarda, kendimizi daha iyi hissetmek,  birlikte üretmenin keyfini canlı tutmak için de neler yapabiliriz diye düşünüyoruz. Bu süreçte özellikle çocuklu izleyicilerimizden, onlar için bir şeyler üretmemizi dileyen mesajlar alıyorduk. Hali hazırda çocuklar için bir şeyler yapmaktan mutluluk duyan bir ekip olarak bu fikre sıcak baktık. Pandemi öncesi BeReZe Gösteri Evi’mizde pazar günleri gerçekleştirdiğimiz  Canlı Kitap etkinliğimizin online formata en uygun tarz olduğunu düşündük. Bu etkinlikte bir okuyucumuz ve bazı bölümleri canlandıran oyuncularımız yer alıyor. Sevdiğimiz bir yazar olan Ayla Çınaroğlu ile bağlantıya geçtik ve onun önerisi doğrultusunda  Korudaki Komşular kitabını hep birlikte okuduk. İçinden ‘‘Para’’ öyküsünü seçtik. Ne mutlu ki videomuz büyük ilgi gördü, birçok çocuk seyircilerimizden ve ailelerinden olumlu dönüşler oldu. Bu da bizde ikincisini yapma isteği yarattı. Pandemic Macbeth ise Alman kardeş tiyatromuz Bremer Shakespeare Company’nin Daily Shakespeare projesi için hazırlandı. Bizden Macbeth metninden bir video oluşturmamızı rica etmişlerdi. Biz de evde değil de sokakta çekim yapmaya karar verdik. Videodaki görüntüler sahnemiz BeReZe Gösteri Evi civarında ve evimizden Gösteri Evi’ne giderken yol üstünde çekildi. Macbeth’in güzergâhı: Kurtuluş, Harbiye, Taksim Meydanı, İstiklâl Caddesi, Galata, Tophane. Lady Macbeth’in güzergâhı: Üsküdar, Üsküdar-Karaköy vapuru, Karaköy, Tophane. Bu minik eserimiz de gayet ilgi gördü.

Oyuncular, canlandıranlar fiziksel mekanı paylaşmadan üretim, prova süreci nasıl geçti? Olumlu, olumsuz yanları neydi? 

Canlı Kitap etkinliğimizden bahsedecek olursak; elbette yan yana, diz dize prova yapamamak hiç de arzu edilen bir deneyim değil. Ama ne olursa olsun birlikte üretmek büyük bir güç ve umut vermiş oldu bize. İnternet üzerinden yaptığımız bu provalarda sıklıkla teknolojinin gazabına uğradık tabii. Bu nedenle çok daha kısa sürede çıkarılacak bir iş, daha uzun vadede ortaya konmuş oldu. ‘Yapmış olmak için’ yola çıkmadığımızdan bu koşulların teknik olarak bizi zorladığı yerleri yok saymayan ya da ‘oyuncaklı’ hale getirip içinde eğlendiğimiz taraflarını göz önüne sermeyi deneyen bir araştırmanın peşine düştük. Bu araştırma alanı çok eğlenceliydi. Pandemic Macbeth’de ise,  eski kaosunudan eser olmayan Karaköy motoru, sokak hayvanları dışında pek de bir insan olmayan Galata ve Beyoğlu sokaklarında maskelerimizle çekim yapmak, kendi kişisel tarihimiz için ilginç bir deneyim ve tiyatromuz için etkili bir dijital belge olmuş oldu.

Yayımladığınız bu iki eseri ne olarak tanımlarsınız? Literatürde farklı farklı isimlendirmeler geçiyor. Instagram tiyatrosu, görüntü tiyatrosu, dijital tiyatro vs gibi. Bunlardan herhangi birini ya da tamamen bağımsız başka bir ifadeyi tercih eder misiniz? Neden? Tiyatro sanatı ile ilişkisi nedir sizce?

Yaptığımız bu iki çalışmayı da bizdeki anlamı ile ‘‘tiyatro’’ olarak görmüyoruz. BeReZe olarak genelde oyunlarımızda gerek genç, gerek çocuk, gerekse yetişkin olsun seyircilerimizle ilişki halindeyiz. Onlarla kolektif bir anı paylaşmayı önemsiyoruz.  Genel anlamda biz BeReZe olarak hikaye anlatmanın, ‘‘oyunsuluğun’’, oyun oynama hazzının peşindeyiz. Bu bir Macbeth tragedyası olsa bile.. Oyunsuluk sadece ‘‘eğlence’’yi çağrıştırmasın, hüzünlü bir hikaye de oyunsu bir zeminden bize sunulabilir. Dolayısyla yaptığımız herhangi bir işin -dijital de olabilir, işitsel de olabilir, animasyon ya da video sanatı içinde de değerlendirilebilir- önemli olan yanı oyunsu hazzını odağında tutabilmesi. Artık sanat yapıtları için yepyeni kavramlara ihtiyaç duyduğumuz  bir dönemdeyiz. Eski tanımlar yetersiz kalıyor. Ve biçimlerin içine hapsolmadığımız, özgürleştiğimiz, buradan çoğaldığımız bir döneme doğru seyrediyoruz. Şu tiyatrodur, bu danstır, öbürü performanstır diye ayırt etmek ve net yargılarda bulunmak ‘eski kafa’ kalıyor artık. Bunun yerine; üzerine düşüneceğimiz, birbiri içinde harmanlayarak, tartışa tartışa yenileneceğimiz bir dönem geçiriyoruz sanırız ki. Bu elbette iki günde belirlenecek şeyler değil. Yıllar içinde nasıl şekilleneceğini görmüş olacağız. Deneyimlerimizden yola çıkarak yeni kavramlar keşfedeceğiz.  Ayrıca bu pandemi sürecinin tiyatroya maddi ve manevi etkisi ne olacak onu da şimdiden bilmek oldukça güç. Zorlu bir döneme gebe olsak da, inanıyoruz ki ne olursa olsun insanlar yan yana gelmek isteyecek ve bunun bir yolunu yordamını bulacağız. Merakla bekliyoruz.

Kerem Pilavcı / Two Two Production 

Tepinme projesi nasıl ortaya çıktı? Neden beş farklı yazarın birbirini tamamladığı bir model tercih edildi? Seyirci ile nasıl bir temas hedefleniyordu? Aldığı tepkiler, yorumlar nasıl?

Projeyi planlarken, ilk aşamada aklımda ne yazar sayısı ne de isimleri vardı. Sadece, tek geçirdiğimiz pandemi sürecinde kolektif bir hikaye yazalım, yardımlaşalım, virüse karşı ‘‘tepinelim’’ ve sesimizi duyuralım istedim. Böylece en azından, anlattığımız hikaye aracılığıyla hem bizzat birbirimizle, hem de bizi takip edenlerle sosyal bir bağ kurmayı hedefledim. Tepinme‘yi beş yazar, toplam beş günde yazdı. İlk önce tüm hikayeyi tek bir seferde Instagram’a koymak vardı aklımda. Ancak hikayemizin toplam süresi yaklaşık otuz dakika olduğundan, izleyicilerin sıkılma ya da atlaya atlaya izleme riskini ortadan kaldırmak adına, beşe bölmeyi tercih ettim. Böylelikle yazma sürecinde olduğu gibi, izleme sürecinde de beş günlük bir serüven olacaktı. Ayrıca bir sonraki gün gelecek hikaye için de merak uyandırmayı hedefledim. İlk videoyu koyduktan sonra, gerçekten de çoğu takipçimizden hikayenin devamını sabırsızlıkla beklediklerine dair mesajlar aldık. Hayatın tam da bize beklenmedik bükülmeler ve kıvrımlar yaptığı böyle bir süreçte, hikayemiz de aynısını yapıyor, yeni bir yazarın katkısıyla hikaye gün be gün ilerledikçe, hiç tahmin edemediğimiz bir yöne doğru evrilebiliyordu. Benim ve finali yazan Ahmet Sami Özbudak’ın dışında, tüm yazarlar da hikayenin akıbetini bilmeden, merakla yayınlanacağı zamanı bekledi. Sanırım Tepinme’nin en heyecan verici tarafı da buydu: bir sonraki gün ne olacağını -hayat gibi- asla tahmin edemiyorduk. Hikayenin kahramanın cinsiyeti bile zamanla hermafroditten dişiye doğru evrildi.

Oyuncu ile fiziksel mekanı paylaşmadan üretim, prova süreci nasıl geçti? Olumlu, olumsuz yanları neydi? 

Tamamen sanal bir medya üzerinden hikaye ve karakter hakkında konuşmak ikimiz için de bir ilkti tabii. Tepinme bir tiyatro metninden çok bir hikaye olduğu için, yorumlama kısmında Neslihan’ı biraz daha serbest bıraktım diyebilirim. O da müthiş bir iş çıkardı. Ondan ricam, her bir yazarın metnini farklı açılardan çekerek kaydetmesiydi. Böylece beş bölümü de seyirci olarak farklı ‘bakış açılardan’ -beş yazarın kendine özgü anlatım biçimiyle- görme şansımız olacaktı. Tabii hikayeyi izlerken bu ne kadar fark edildi bilmiyorum ama her beş bölümde de Neslihan’ı farklı açılardan görüyoruz. Bu aşamada hikayeler arasındaki geçişlerin daha keskin olabilmesi için biraz daha müdahale edebilmeyi isterdim. Ancak yine de çıkan sonuç ikimiz için de oldukça tatmin edici oldu.

Tepinme’yi neden Instagram üzerinden yaymayı tercih ettiğiniz? Bu eseri ne olarak tanımlarsınız?  Literatürde farklı farklı isimlendirmeler geçiyor. Instagram tiyatrosu, görüntü tiyatrosu, dijital tiyatro vs gibi. Bunlardan herhangi birini ya da tamamen bağımsız başka bir ifadeyi tercih eder misiniz? Neden? Tiyatro sanatı ile ilişkisi nedir sizce?

Aslında Instagram bir tercih değil, hikayemizi izleyecilere ulaştırabileceğimiz tek araçtı. Ortaya çıkan, beş yazarın ortaklaşa oluşturduğu bir anlatı. O yüzden Tepinme’yi dijital tiyatro ya da Instagram tiyatrosu olarak adlandırmak yanlış olacaktır. Bu bağlamda Neslihan Yeldan’ın hayat verdiği Tepinme’ye ‘‘dijital monolog’’ diyebiliriz belki. Neslihan’ın teker teker kaydedip, bana gönderdiği beş bölüm üzerinde, sonradan bazı efektlerle eklemeler yaptım. Bu da sanırım hikayemizi daha izlek, sıcak ve eğlenceli bir hale getirdi. TwoTwo Production olarak, etkin olduğumuz ilk günden beri tiyatroyu tüm boyutlarıyla ele alıp, yorumlamaya çalışan bir topluluğuz. Seçtiğimiz hikayelerden sahnelenme şekillerine kadar her konuda özenli olmaya çaba gösterdik ve gösteriyoruz. Tiyatro için aslolan oyuncu, seyirci ve hikayedir. Bunların yanında mekan hep bir eşlikçi olarak görülür. Şehrin her yerini bir tiyatro sahnesi olarak görüp, tiyatro deneyimini farklı mekanlara taşımaya hep gayret ettik. Ne var ki yapılan işi dijital bir platforma taşıdığınız zaman, hem seyirciyle olan temasınızdan, hem de anlattığınız hikayenin büyüsünden maalesef kaybediyorsunuz.

Bu konuda eklemek, değinmek istediğiniz başka bir şey var mı?

Ortaçağ Japon edebiyatında, renga adı verilen, oldukça özgün bir şiir formunun mevcut olduğunu biliyordum. Bunlar, farklı kişiler tarafından birbiriyle bağlantılı dizeler yazılarak kolektif oluşturulan şiirlerdir ve şairlerin büyük bir çoğunluğu da seyyar Japon rahiplerdir. Bu şair rahipler ‘‘hana no moto’’ renga ustaları olarak adlandırılırmışlardır. Tepinme ortaya çıktıktan sonra, renga üzerine biraz araştırma yaptım. Sözü geçen şiirleri yazan şair rahiplerin, bağlantılı dizeleri Budist tapınaklarındaki kiraz ağaçlarının altında yazdıklarını öğrendim, ki ‘hana no moto’nun anlamı da ‘çiçeklerin altında’ demekmiş. Tepinme’de ise hikayenin kendisinin rastlantısal bir şekilde, elma ağaçlarının içinde bitmesi, beni oldukça şaşırttı ve duygulandırdı.

Paylaş.

Yanıtla