“Babamı Kim Öldürdü?”

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Betül Memiş’in CNNTürk’te yayınlanan söyleşinisi paylaşıyoruz.

“Metnin katlarını yavaş yavaş açtık… Önce kara bir oyun olarak algıladık. Bu yönde çalıştık. Sonra oyunun yazarı Louis’nin ‘gülen’ tarafını fark ettik. Çünkü eğer gülme yoksa direniş de yoktu” diyor yönetmen Kemal Aydoğan yeni oyunları “Babamı Kim Öldürdü?” için… “Öncelikle pandemiye aşı olarak geldi bu oyun. Louis aşıyı bulmuş…” diyense, bu oyunla oyunculuğunun huzurunda reveransa durduğum, uzun bir aradan sonra yeniden ‘cam ekranda da olsa’ tiyatro atmosferini yaşamamızı sağlayan Onur Ünsal. Bugünün röportaj özneleri, Moda Sahnesi kurucularından yönetmen Kemal Aydoğan ve oyuncu Onur Ünsal…

“İnsanın özgürlüğü insanın özünden önce gelir ve onu mümkün kılar, insan varlığının özü, onun özgürlüğü içinde askıdadır. Dolayısıyla bizim özgürlük dediğimiz şeyi, “insan gerçekliği”nin varlığından ayırmak imkânsızdır. İnsan, hiçbir şekilde, daha sonra özgür olmak için ‘önce’ olmakta değildir, insanın varlığı ile ‘özgür’ oluşu arasında fark yoktur.” (1943’te yayınlanan ve Fenomenolojik Ontoloji Denemesi altbaşlığını taşıyan) “Varlık ve Hiçlik” kitabında Jean-Paul Sartre böyle ses verir ve ekler; “İnsan gerçekliği, kendi varlığında ızdırap çeker, çünkü, kendi – için olmaktan çıkmaksızın, kendindeye erişemeyeceğinden ötürü, o olmaya muktedir olmadığı bir bütünlüğün sürekli istilası altında varlıkta ortaya çıkar.

Şu halde insan- gerçekliği, doğası gereği mutsuz bilinçtir ve bu mutsuzluk halinin ötesine geçmesi imkânsızdır… İnsan-gerçekliği, yeterince olmadığı için özgürdür, durmadan kendi kendisinden koparıldığı ve olmuş olduğu şey olduğu ve olacağı şeyden bir hiçlikle ayrıldığı için özgürdür… İnsan özgürdür, çünkü kendi değildir ama kendine mevcudiyettir.”

Manayı meale düşürürken gittikçe can çekilmesine maruz kaldığımız, dejavu ile jamaisvu’lar aleminde, dilemmalara adeta atlayarak koştuğumuz şu günlerde, ne kendimi ne de sizleri Fransız düşünür Sartre’ın (İthaki Yayınları’ndan çıkan) “Varlık ve Hiçlik” başyapıtıyla sınamayacağım, sakin! Nasılsa hayat bu görevi hepimizin adına fatalizmin cover’ında yeterince yapıyor gibi…

Bu bahaneyle Sartre’a selam çakmamızı salık verense, yazar Edmund White’ın, “Bir yazar olarak en güçlü yanı, olguları kimi zaman takıntı noktasına varacak kadar tutkulu bir şekilde hissetmesi ve hislerini nötrlemek yerine onları araştırmaya açık, felsefi bir zihinle analiz etmesidir” dediği, Moda Sahnesi’nin yeni oyunu “Babamı Kim Öldürdü?”nün yazarı Édouard Louis.

Eylül’de hem Türkiye’de hem de Fransa’da prömiyerini yapan ve Ekim’de de (51 sayfa) Can Yayınları’ndan okuyucusuyla buluşan kitap, Fransa’nın genç yazarlarından (1992) Louis’nin roman üçlemesinin sonuncusu. İşçi sınıfı ailesinde yaşadıklarından yola çıkarak yazdığı romanlarında ırkçılık, sömürü, cinsiyetçilik, ekonomik bunalım, nefret suçu, ayrımcılık temalarını odağına alan yazar, bu son romanında da benzer temalar üzerinden babasıyla ilişkisine yoğunlaşıyor. Fakat bu odağı politik bir manifesto gibi okumanız da çok mümkün…

Bu metne, pandemi ortamında, yeniden tiyatro güzergâhında hayat verdirip, küçük cam ekranda, (şu sıralar hayatı sadece çevrimiçi olmak zorunda kalan) pek çok seyirciye, izleyici pozisyonunda özlem gidermelerine vesile olan Moda Sahnesi emekçilerine saygılar:  Yönetmen Kemal Aydoğan, Türkçeye çeviren (Flaubert, Stendhal, Rimbaud, T.S Eliot, Valery, Camus gibi başarılı çevirilerden belleğe aldığımız) Ayberk Erkay, oynayan Onur Ünsal, müzik Dengin Ceyhan, sahne tasarımı Cansu Aslan, görsel tasarımı Fidel Kılıç, ışık tasarımı İrfan Varlı.

Mart’tan sonra ilk defa bir oyunun çevrimiçi seyrine daldım, bitiminde de; “Ah, nerede o eski hemhalliklerimiz, yan yana oyunlar seyreyleyip, çıkışta kafamızın içine üşüşen / dolanan hikayenin atmosferinde kendimizi gece karanlığına saldığımız’ diye iç geçirdiğim “Babamı Kim Öldürdü?”nün yönetmeni (şahsına münhasır algısı ve bu algıyı yarattığı işleriyle de ortaya / paylaşıma açan) üstat Kemal Aydoğan ve oyuncusu (her daim karakter yaratımındaki diyaloğuyla hafıza saraylarımızı kaşıyan / karıştıran) Onur Ünsal ile pandemi rotasında, tiyatro temalı ama çokça kafa kaşındırıcı bir röportaj gerçekleştirdik. Hazırsanız başlıyoruz, ama öncesinde fona ABD’li blues gitaristi Luther Allison şarkılarını almayı es geçmeyin!

“İnsan olma hallerine yabancılaşma”

Röportajın girişinde yer alan ve yazar Louis’nin de oyunda selamını verdiği Sartre’ın bu cümlelerine istinaden, oyunun kadrajında siz ne söylemek istersiniz?

Kemal Aydoğan: Sartre girift bir biçimde anlatmış. Felsefeci olsam sadeleştirme becerisine sahip olurdum belki bu düşünceyi. Bu özgürlük felsefesinin her adımını açımlamam kendi adıma mümkün değil. Sezdiğim şey, Louis metninin sosyolojiye daha yakın olduğu. İnsan varlığını sınıf, ideoloji, kimlik ile birlikte düşündüğü, bir ‘öz’ fikrine dahil olmadığıdır. Louis toplumsal çevrede insanları etkileyen, belirleyen, forme eden okul, fabrika, aile, kültür endüstrisi içinde insanların ‘insan’ olma hallerine yabancılaşmasına odaklanıyor. Egemenin bu araçlar ile insanın içine yerleşip isterse en alt sınıftakilere bile ‘kendi fikrini’ taşıtmasının delillerini sunuyor. Ve diyor ki, sermaye düzeni emeğimizi bedenlerimiz üzerinden sömürüyor. O bedenleri sonuna kadar, tüketene kadar sömürmeye devam ediyor. Bu sömürü esnasında bir varoluş sıkıntısı değil, bedensel bir acı çekeriz. Ve hiçbir söz bu acının yerini alamaz diyor. Sermayenin bedenlerimizi sömürmesine son verdirmedikçe özgürleşemeyeceğimizi söylüyor ya da ben böyle anlıyorum.

Onur Ünsal: Tartışarak konuşabileceğim bir soru… Ancak, anladığım kadarıyla insanın kendini gerçekleştirmesi denen sürecin ‘mutluluk’ ve ‘özgürlük’e erişmeyle ilgisi olmadığı… Ben de kavramaya başlıyorum galiba.

Oyun sonrası kafamda yankılanan cümle, “Bizler, kabul edilebilir davranışın kurallarını, başkalarıyla olan ilişkilerde arayan toplumsal bir ahlakın varisleriyiz… Günümüzün sorunu artık ne olduğumuzu keşfetmek değil, olduğumuz şeyi reddetmektir” diyen, Louise’nin de sevdiği Michel Foucault’a aitti. Bu tanımlamaya katılır mısınız, günümüzün sorununu bugün deşifre edebiliyor muyuz yahut o deşifre sonrası hayata uygulamada çatlakları görüp, ahrazlarımızla devam modu diyebiliyor muyuz?

Kemal Aydoğan: Olduğumuz şeyi reddedebilmek için öncelikle fark etmek, ayrımına varmak gerekir. Biyografilerimizi oluşturan -çünkü emeğimizi onlara satıyoruz- egemenlerin ve egemenin yöneticilerinin biyografilerimizde yer alması gerektiğini fark edişten söz ediyorum. Değilse yaşadıklarımız ‘birey’ olarak bizim beceri ya da beceriksizliğimiz gibi gözükür. Bir kaderimiz vardır ve onu yaşıyoruzdur gibi ‘dinsel’ bir zihin tutulmasını ‘bilinç’ sanıp, bir ömrü böyle yaşayabiliriz. Tekil güçler olabilmemiz için bu farkındalığın inşasına ihtiyacımız var.

Onur Ünsal: Foucault’a kesinlikle katılıyorum. Norm olanı kopya çekip başkalarını da bu ‘norm’a sokma çabası gerçek bir illüzyon. Oyunda bunun farkındalığının bile acı veren ikilemli bir hayat yaşamanıza sebep olduğunu söylüyor Louis. Bu da kendimizin ne olduğunu kavrama çabasından bizi epey uzaklaştırıyor. Bu kadar muhafazakâr normların içinde, günün sorununu keşfetmesi gereken bizler, sadece normal ve anormal olan argümanlarla hayat kavgası veriyoruz. Fikrimiz ve kavgamız sapıyor. Kısaca esas söylenmesi, deşifre edilmesi gereken şeyler, sizi bir anda terörist ilan ettirebiliyor. Sıkıntı çıkarmak şart olmuş be.

“Gülme yoksa direniş de yoktu”

Gelelim “Babamı Kim Öldürdü?’ye… Başından beri, hikayeleri iyi koklayan ve zamanın ruhunu yakalayan oyunlara imza attığını düşündüğüm Moda Sahnesi’nin post endüstriyel dönemin en karanlık şehirlerinden biri olan Kuzey Fransa / Hallencourt menşeili, aktivist yazar Édouard Louis ve manifesto niteliğindeki metni ile karşılaşması nasıl oldu?

Kemal Aydoğan: Oyunu bize Moda Sahnesi’nin oyuncularından Ahsen Özercan tanıttı. Ahsen, iki yıl önce, Berlin’de Schaubühne’ye staja gitmişti. (Alman tiyatro yönetmeni Thomas) Ostermeier de, Louis’nin ikinci romanı “Şiddetin Tarihi”ni sahneye koymuş. Ahsen de bu vesileyle yazarı tanımış. Sonra “Babamı Kim Öldürdü?”yü okumuş. 2020’nin Ocak’ında, Almanca çeviri üzerinden 10 sayfa kadar çevirip, bana okuttu. Çok etkilendim. Ancak o sırada pandemi ilan edildi. Gündemimizden bir süre çıktı bu ve tüm oyunlar, sonra yeni dönem için hareket etmek için başladığımızda yeniden hatırladık. Ayberk Erkay zaten biliyormuş metni. Hemen çevirdi. Onur çok sevdi. Temmuz’da da provalara başladık. 17 Eylül’de de prömiyer yaptık.

Yönetmen ve oyuncu olarak, metin boyunca sizde tekrara düştüren yahut keşfettiğiniz, ‘bu da varmış’ dediğiniz ya da mevzuyu yeniden masaya yatırmaya sebep olan nelerdi? Mesela algı deryanızda neler evrilmeye başladı (mı)? Bir de pandemiyle birlikte metinle hemhal sürecinizi, analizinizi merak ediyorum?

Kemal Aydoğan: Metnin katlarını yavaş yavaş açtık tabi ki. Önce kara bir oyun olarak algıladık. Bu yönde çalıştık. Sonra Louis’nin ‘gülen’ tarafını fark ettik. Çünkü eğer gülme yoksa direniş de yoktu. Kudret her şeye rağmen gülebilmekte yatıyor. Çünkü baba hesaplaşılan bir figür ama yok edilen biri değil. Onu eyleme katmak, düşmanın tarafından kurtarıp kendi saflarımıza katmaktaydı asıl mesele. Çünkü asıl mesele ‘özgürlük’ cephesinin örgütlenmesinde, çoğalmasındaydı. Louis’nin bu potansiyelini hissetmeye başlayınca, oyunun karamsarlığından vazgeçtik. Oyunu gücümüz, kudretimiz haline getirecek bir ‘sese’ kavuşturmak için çabalamaya başladık.

Onur Ünsal: Öncelikle pandemiye aşı olarak geldi bu oyun. Louis aşıyı bulmuş. Bunu da tekrar edip duruyorum ama dünyayla fazla içli dışlı olup, dolayısıyla fazlaca içimizin sıkıldığı, öfkemizin kabardığı günler bu günler. Evdeydik oturuyorduk, biraz çaresizdik, belirsizdik vs… Bunu çalışma isteği motivasyonumuzu artırdı. Bir anda buluştuk, konuşmaya başladık ve hâlâ da konuşuyoruz. Ters köşelerini konuşuyoruz, felsefeci olmasına rağmen bazı felsefecileri ‘pratik hayat’tan yoksun bulmasını, travmatik çocukluğunun öfkesini tekil kişilerden uzaklaştırmasını, insanın değişmezliğine olan itirazını, sözle fiziksel olanı hatırlatmasını, öz yaşam öyküsünün kişinin kendisine ait olamayacağını, yoksulluğun bir sonuç değil, bir siyasi silah olduğunu bağırmasını vs… Bize nerdeyse kendi içinde olduğumuz ekonomik buhranı bile unutturdu bu.

Söyleşinin devamı için tıklayın:

CNNTürk

Paylaş.

Yanıtla