Tiyatro Üzerine Mektuplaşmalar 16: Tiyatro, Özlemin ve Umudun Uzamı

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Eylem Ejder-Zehra İpşiroğlu

 EYLEM EJDER’DEN ZEHRA İPŞİROĞLU’NA

2.12.2020

Sevgili Zehra hocam,

Mektubunuzu bir kere daha okudum. Neredeyse üç ay geçmiş mektuplaşmayalı. Nasılsınız? Beni sorarsanız, hâlâ sonbahar. Ama çok daha iyi hissediyorum. Penceremin önündeki kasımpatılar ve komşumuzun mandalina ağaçları kadar neşeli ve hevesliyim bugünlerde.

Adı Heveskârlar olan bir ‘seyir eyleyenler’ topluluğumuz var. Çevrimiçi buluşmalarımızdan birine konuk olup onlarla tanışmıştınız. Yine de bahsetmek istiyorum. Çünkü sormuşsunuz “nedir bu Kritik Kolektif, neler yapıyorsunuz” diye. Kritik Kolektif’i Handan’la (Salta) birlikte geçen sene kurmuştuk. Tiyatro ve performans sanatlarında üreten herkesi –akademisyen, eleştirmen, yazar, oyuncu ve seyircileri- sanat üzerine birlikte düşünmek, yazmak ve tartışmak üzere bir araya getirmeye çalışan bağımsız bir sanat inisiyatifi. Bir eleştiri kolektifi. Şu an, yolları zaman zaman kesişen, iki ayrı topluluğumuz var: Heveskâr Seyirciler ve Beraber. Heveskârlar ile Ekim başından beri oyunlar izliyoruz. Hava güzelken çay bahçelerinde buluşup izlediğimiz oyunlardan konuşuyorduk. Bir süredir etkinliklerimizi sadece çevrimiçi yapabiliyoruz. Virüs kapımıza kadar geldi çünkü. Bu grupta öyle güzel şeyler çıkıyor ki! On iki kadınız. İzlediğimiz her oyunu zoomda tartışmanın ve eleştiri yazıları yazmanın dışında, kimimiz yeni formlar da deniyor. Bir oyuna şiir yazanlar, mektupla anlatanlar, günlük tutar gibi oyundan konuşanlar… Oyundan esinle kendi hikâyesini ve monologunu kuranlar… En güzeli ise hevesli oluşları. Seyretme hevesleri, paylaşma, yazma hevesleri, birbirlerini görme, sohbet etme, iç dökme hevesleri. Heves galiba bizi en canlı kılan şeylerden biri. Ne dersiniz? Sizin hevesleriniz neler? Merak ettim.

İkinci grubumuz, Beraber ise tiyatro yazarları ve alanın genç akademisyenlerinden oluşuyor. Her katılımcının üzerinde çalıştığı bir tiyatro eleştirisi formu var. Her hafta birimizin yazılarını tartışıyor, eleştiriyi bizi “beraber” kılacak sürecin mayası haline getirmeye çalışıyoruz. İki topluluğun katılımcılarının bu kadar kısa zamanda çevrimiçi ortamda birbiriyle dost olabilmesi çok güzel. Diğer topluluğumuz ise bu ay başlayacak! Henüz bir adı yok ama hikâyesi anlatılmaya başladı çoktan. Yakındır, sizin kulağınıza da gelir.

Heveskârlar kolektifimizle Moda Aile Çay bahçesinde bir buluşmamızdan. Ekim 2020.

“Sekiz aydır tiyatroya gitmedim, hayatım iyice dijitalleşti demişsiniz”. Ben bu sezon tiyatroya gidip biraz oyun izleyebildim. Tiyatroyla dijital tiyatro arasında bir ayrım yapıyorum artık. Pozitif ayrımcılık. Festivalde dijital oyunları da izledim, açık havada yapılanları da. Unutmak, Bir Hatırlama Projesi oyunu örneğin, Taksim meydandan başlıyor ve bizi kulaklıktan dinlediğimiz bir hikâyeyle Beyoğlu’nda bir bellek turuna çıkarıyordu. Rimini Protokoll’un Remote X oyununda olduğu gibi bir şehir dramaturgisi yapılmış. Bir oyunda daha önce bilmediğiniz şeyleri öğrenmek, aşina olduğunuz yerlere dair ezber bozan bilgilerle karşılaşmak çok hoş. Niyetim size oyunu anlatmak değil. Ancak bu oyunda hoşuma giden bir şey oldu. Ondan söz etmek istiyorum. Galatasaray Lisesi’nin önüne vardığımızda kulaklıktan dinlediğimiz ses, kimimizi Aznavur Pasajı’na gönderdi, ben dahil üç beş kişi ise dışarıda kaldı. Bizden durmamızı, liseye bakmamızı isterken Cumartesi annelerinden bahsediyordu. Hatırlar mısınız, orası artık çevik kuvvet noktası. Tam önlerinde bir grup insanın böyle durup liseye bakmasından rahatsız olunca polis, oradan ayrılmamızı istedi. İzin belgelerine rağmen “geri çekilin, başka bir yerde durun” dediğinde, oyunun teknik ekibinden bir arkadaşın “gitmiyoruz, kalıyoruz” demesiyle hepimizin kalması etkileyiciydi. Kendimi gerçek bir performansın, gerçek bir eylemliliğin içinde hissettim. Meğer ne kadar özlemişim bu sesi ve tavrı. “Arkadaşlar dağılmıyoruz, buradayız” diyen sesi. O sırada “kulaklıktaki ses” bizden yere çökmemizi istedi. Çok değil birkaç saniye, Cumartesi anneleri gibi oturduk. Biraz daha sürseydi, polis sanırım hepimize zorla müdahale edecekti. Sadece bu kısmıyla bile bu oyuna iyi ki katılmışım dedim. İnsana canlılığını hatırlatıyor. Yaralanabilir, kırılabilir, şiddete maruz kalabilirkanlı canlı ve yaslı bir varlık olduğunu. Ve de direnen, inatçı varlıklar olduğumuzu. Komforuna sığındığım seyirci koltuğundan ya da odama kapanarak izleyeceğim dijital bir oyun yerine sokaklarda olmayı, sokaktaki birlikteliğimizin etkin bir performansa dönüşmesini yeğliyorum. Elbette her seyirci bunu tercih etmez. Belki kimisi için Cumartesi anneleriyle özdeşleştirilmek sorunlu bir estetik müdahale bile olabilir.

Mektubunuzda demişsiniz, “açık havada oyunların sayısı artmalı” diye. Bu tür oyunlara ihtiyacımız var. Kış bile olsa açık mekânlarda, yürüme, ses vb. biçimlerde fiziksel mesafe gözetilerek yapılacak çok şey var. Benzer bir duyguyu Kumkapı’daki Surp Vortvots Vorodman Kilisesi’nde sahnelenen Gomidas oyununda da hissettim. Mekân çok önemli bir şeymiş. Hep yazıyoruz ya hakkında. Ama insan bunu teninde, deri(n)de, kanında hissedince ayrı bir güzel. Tiyatronun mekânında seyir eyleyenler olarak o kadar çok şey yerine koyulduk ki. Bu oyunda Gomidas’ın konuştuğu ağaçlar yerine koyulmaya daha baştan razı geldim. Her biri özel, her biri bir ezgi olan, varlığın hoşluğunu çoğaltan ağaçlar. Hoşluk, sonra boşluğun diline dönüştü. Köklerin kesilişinin… Gomidas’ın soykırımdan bahsettiği yerde, birlikte sürgüne gönderildiği diğerlerinin öldürülmüşlüğü yanında kendi hayatta kalmışlığının acısı ve utancını hatırlıyorum. Çünkü kimi felaketlerden sağ çıkmış olmak mutlu kılmaz insanı. Aksine suskunlaştırır. Bize ait olmayan bir utanç bırakır. İşte o utancın acısından bahsettiği yerde Gomidas’ın “canlı mıyım, ölü mü” deyişi, hayattayken “hayatta mıyım” diye bağırması… O boşluğun dilini yankılayacak tek şey onun ilahi şarkılarını söyleyen koroydu. Yan yana oyun izlemek, mekânın kutsallığını solumanız, yanınızda Türkiyeli ve Avrupalı farklı seyircilerle herkesin ortak bir trajedinin içinde yan yanalığı, ki o anda maskelerimiz bile gizleyemiyordu gözyaşlarımızı, bana bir kez daha tiyatronun, şarkıların ve hikâyenin gücünü hatırlatıyor. Yan yana oyun izlemenin güzelliğini. Oyun bittiğinde sandalyelerimize mıhlanıp kaldığımız, bizi sözsüz bırakan ânın gücünü. Eleştirilecek, konuşulacak çok şey elbet vardır ama bu mektubun sınırları dışında kalsın. Şu iki oyun bile bana öyle güzel anlar bıraktı ki! Tiyatro, özlemin ve umudun uzamı! Öyle geniş ki bu uzam.

***

Mektubunuzu yeniden okuduğumda fark ettim. Mutsuz olduğumdan, geceleri nedensiz yere uyandığımdan ve bana eşlik eden iki yıldızdan söz etmişim. O zamanlar yaşadığım her neyse, şimdi çok daha iyiyim. Galiba bir son duygusuydu hocam. Bir şeylerin, bir oluşun sonuna varmışım gibi. Soluyormuşum da, hiç yaprak dökemiyormuşum gibi. Adını koymam çok zor, belki gereksiz. Şimdi yeniden hatırlamamın sebebi şu: O günleri anlatan imzasız bir mektup yazmıştım Şarkılara Mektuplar’a. Bir müzisyen, üstelik dinlemeyi çok sevdiğim biri, mektubu okuyup sözlerimi şarkı sözüne çevirip aynı gece bestelemiş. Çok ama çok güzel bir şarkı olmuş. “Kiraz ağacına ak mendiller bağlıyorum. Bir kiraz dilinde ak mendillere dönüşüyorum” diyor şarkı. Bu ay Ada Müzik’ten yayınlanacak. Sizinle paylaşacağım.

Yukarıda bahsettiğim oyunlar ve şarkılara mektuplar birbirine dolandı geçen gece. Rüyamda, cezaevine girecekmişim. Ama nedenini bilemiyorum. Sormuyorum bile. Tuhaf! Beni gelip alacaklarmış. Saat 8’e kadar bitirmem gereken işler var. Neneme yazdığım anlatı şiirler toparlanacak, şarkılar tamamlanacak… Kırmızı elbiseli “şarkı söyleyen kadın” var. Dans ediyor etrafımda ve uyarıyor beni. “İçeride sakın şarkı söyleme. Şarkılardan bahsetme. Orada bir adam var. Şarkı söyleyen kadınları bir kez daha hapsediyor. Şarkıları çok sevdiği için dışarı çıkmana asla izin vermez.Sadece onun için şarkı söyle ister. Oysa çok değil bir yıl yatacak ve çıkacaksın. Dayan, sakın şarkı söyleme”. Diyebilirsiniz ki, yeniden başlayan sokağa çıkma yasağı, şarkılar, sokaklar, polis, oyunlar… derken senin aklın da, kalbin de iyice karışmış. Yahut üstü açık uyumuşsun. Olabilir, doğru. Ama rüyalara inanıyorum hocam. Rüyaların anlattığına. Cezaevine gireceğimi hiç sorgulamayıp içeride şarkı söylemeden nasıl yaşarımın derdine düşmem, garip mi sizce? Sanki dünya öyle ya da böyle bir tutsaklık. Tek özgürlük ve tek sığınağımız eteklerimizin kırmızı pilelerini uçuracak şarkılar söyleyebilmek.

Sarmaşığıma gelince, öldü. Ama şarkısı söyleniyor. Kırmızı elbiseli kadına ne cevap verdiğimi sorarsanız:” Şarkı söylenmeden yaşanmaz. Varsın hep içerde kalayım”.

Lütfen siz benim gibi yapmayın. Tez tez yazın bana hocam.

Pandemi bitsin, İstanbul’a gelin. Annenizin terasına gidelim. Her yeri saran gül sarmaşığına bakarak rüyalardan, şarkılardan, kadınlardan konuşalım. Sizinle “tiyatro mektuplaşmalarımızın” en güzel tarafı da bu. Oyunları hayata, rüyalara, hayallere çekmek. Çünkü biliyorsunuz, bugünlerde hiçbir eleştiri yazısı rüyalardan söz etmiyor.

Hasretle,

Eylem.

  

ZEHRA İPŞİROĞLU’NDAN EYLEM EJDER’E

8.12.2020

Eylem merhaba

Yıl sona eriyor yavaş yavaş. Özlemlerle dolu ne tuhaf, ne şaşırtıcı bir yıldı. Ama ikimiz de bunun üstesinden bir şekilde geldik, çünkü ne olursa olsun yaşam gücü ve sevinci yaşamımızı sürdürmemizi sağlıyor. Yine de kriz anlarında bedenimizin, ruhumuzun bizlere ne oyunlar oynayacağını bilemiyoruz.

Biliyor musun annem dünyamızdan ayrılırken çevresindekiler yemeden, içmeden kesilmişti, herkes donup kalmıştı. Benim dışımda herkes. O günlerde benim iştahımın sınırı yoktu. Birbirinden leziz yemekler yiyip içki içerken hayata bağlılığımı her soluk alışımda hissediyordum. Ölümün sınırında yaşıyorum duygusu ve bu duygunun yarattığı haz inanılmazdı… Ama bütün bunları yaşarken bir yandan da hayretle kendimi izliyordum: Bu ben miyim?

Bu yaşantım üzerinde çok düşündüm sonraları. Sen annemi tanımadın, benim onunla ilişkimi de bilemezsin, ona çok bağlıydım, en küçük acısını kendi acım gibi hissederdim, yüzde yüz empati… Zaman zaman anne olduğunu hatırlayıp da bana annelik yapmaya kalkışmazsa öyle arkadaştık ki, benim en eski, en sadık ve en güzel dostumdu. Aramızda sadece duygusal değil düşünsel alışveriş de vardı, birbirimizin yazdıklarını okur, eleştirirdik. Ortak projelerimiz de vardı. Arkadaşlarımla, öğrencilerimle annem de arkadaş olmuştu… Son günlerinde döktüğüm gözyaşlarını toplayacak olsak herhalde kocaman bir göl olurdu.

Annemin yakınları yemeden içmeden kesilip matem tutarken benim bu sınırsız açlığıma ne dersin? Bir gün bunları anlatabileceğimi düşünemezdim ama anlatıyorum işte. Aramızdan ayrılışının ertesi günü onun anısına büyük bir parti yaptık annemim boğaza bakan terasında. Dostları, yazar, sanatçı, müzisyen arkadaşları geldi. İnanılmaz güzel bir yaz günüydü, içkiler içildi, yemekler yendi, müzik dinlendi, yıldızlar seyredildi. Çünkü o gece İstanbul’da enderdir ama yıldızlar da vardı. Sanırım o akşam iyice kafayı bulmuştum. Belki birçok kimse böyle bir anmayı yadırgamıştır, ama kimin umurunda. Acıların, krizlerin çok sevdiğimiz dinsel ritüellere, ağlayıp sızlamalara, ah vah edebiyatına sığdırılamayacağını düşünüyorum. Babamı yitirdiğimde ise yaklaşık senin yaşlarındaydım, ölümünden hemen sonra bir uyku hastalığına kapıldım, gece gündüz uyuyordum. Haftalarca sürdü bu hastalık. Şimdi diyorum ki o dönemde acının uyuyarak üstesinden gelmeye çalışmışım, uyuma da ölüm gibi bir şey, hiçbir şey hissetmiyorsun, kapatıyorsun kendini. O dönemde buna ihtiyacım varmış demek, ama otuz yıl sonra annem öldüğünde, kim bilir belki de kendi zamanım sınırlı olduğundan yaşama sımsıkı sarılma ihtiyacını hissetmiş olacağım, başka nasıl açıklayabilirim ki bu sınırsız açlığımı? Demek ki her bireyin ve her yaşın travma ve acının dozuna göre kendine göre bir mücadele etme stratejisi var ki bu hiçbir kurala ya da ritüele sığmıyor.

Neden mi bunları anlatıyorum? Hiçbir şey önceden hesapladığımız, planladığımız gibi olmuyor. Yaşamın akışını tam olarak planlayamadığın gibi kendini de bilemiyorsun, şu şu durumda nasıl davranacağını, ne hissedeceğini göremiyorsun, tam anlamıyla bilinmezliğin içindesin. İşte Korona da tam tamına bunu öğretti bizlere. Öte yandan bilinmezliğin karşında ne kadar güçsüz, ne kadar çaresiz olduğumuzu öğretti. Kendi sınırlarımızı gösterdi bize.

Tabii ki görebildiğimiz şeyler de vardı. Sözgelimi bir çok Batı Ülkesinde sağlık sistemi sallantıdaydı, yoksulla zengin arasındaki uçurum büyüyordu. Korona bütün bu sorunları en acı şekilde ortaya çıkarırken, milyonlarca insan hastalandı, öldü.

Belki de en önemlisi görebildiklerimiz ve göremediklerimiz arasında bir denge kurabilmek ve ona göre önlem alabilmekti ama insan haklarını değil de paranın gücünü her şeyin üstünde tutan bir sistem buna izin vermedi ve vermiyor. Bu açıdan da daha çok acılar yaşanacağa benziyor.

Yaşamımızı sürdürmek için elbette planlama yapmak zorundayız ama bunun bildik kurallar çerçevesinde değil çok daha esnek ve yaratıcı olması gerekiyor. O an ki duruma ve duygularımıza göre doğaçlama yapmayı öğrenmemiz gerekiyor. Bütün toplumsal normların, klişelerin, yasakların sınırlarını kıran bir doğaçlamadan söz ediyorum. Yaşamla tiyatro da işte tam bu noktada kesişmiyor mu?

İnsanların kendi kabuğuna çekildiği pandemi döneminde sen de farklı insanları ve grupları bir araya getiren Kritik Kolektif grubunu kurdun. İnsanları kaynaştıran, konuşmalarını, tartışmalarını sağlayan sihirli güç de Tiyatro oldu. Ne kadar yapıcı ve yol açıcı bir proje. Belki bu projede yer alanlar zaman içinde kendi gruplarını kurarlar, attığın tohum bir ağaç gibi yeşererek dal budak sarar.

Evet Heveskarlar’la Boğaziçi Tiyatrosu’nun sahnelediği Her Güne Bir Vaka’yı tartışmıştık ki, Korona günlerinde üretilen yaratıcı çalışmalara tipik bir örnek veriyordu bu proje. Daha önce ki mektuplaşmalarımızda da ne kadar çok söz etmişiz bu projeden. Evet bugünlerde herkes kendi açısından bir şeyler yapmaya çalışıyor .

Beraber grubu da ortak yaratıcılığı paylaşma ve tartışma adına çok heyecan verici bir proje. Anlattıklarından bu projenin iki ayağı olduğunu çıkarıyorum. Birinci ayağı tiyatro alımlaması, yani eleştiri yazmak. İkincisi de tiyatrodan yola çıkarak yeni bir şeyler üretmek, sanatlar ve disiplinlerarası etkileşim, tıpkı senin mektuplarına arkadaşının bestelediği şarkılar gibi.

Unutmak, Bir Hatırlama Projesi deneyimin ise yaşamla tiyatronun buluşmasına başka bir çarpıcı örnek veriyor. Ama bunun sonucu kötü de olabilirdi bu. İstanbul üzerine bir tiyatro projesi yapılıyorsa, şiddet ve güvenlik güçleri de İstanbul’un bir parçası, bunu unutmamamız gerekiyor. İstanbul’un caddeleri, sokakları buram buram şiddet kokuyor çünkü. Biz bunu zaman zaman unutsak da, güzel mekanlarda gezsek de, sözgelimi Bomonti’de kahve içsek, Cihangir’de arkadaşlarımızla buluşsak, Boğaz’da yürüyüş yapıp martıları seyretsek, Beşiktaş’ta rakı balık keyfi yapsak, Balat’da bir tur atsak, Moda’da çay bahçesinde otursak bile bu böyle.

Bir dönem Augusto Boal’in Görünmez Tiyatro’sunu takmıştım kafama. Biliyorsun bir senaryo hazırlanıyor, ona göre oyuncular bir yerde bir olay yaratıyorlar. Diyelim bir kadına sarkıntılık ediliyor. Sokaktan geçenler de olaya karışıyorlar. Böylece gerçek ve yaşam iç içe giriyor. Ama bu arada oyuncular sokaktaki insanların tepkileri ile ilgili ilginç gözlemlerde bulunabiliyorlar. Bunu İstanbul’da bir türlü gerçekleştiremedim çünkü ekibimdekiler korktular. Ama Almanya’da yapıldı. Bir grup Türkiyeli bir lokantada şunu bunu ısmarlıyor sonra da hesabı ödemeden çekip gidiyor. Masada son kalan genç kadına garson hesabı getirince paniğe, ağlıyor kapılıyor. Öykü bu. Kadın para ödemeyince kimse ona yardım etmeyecek, polis gelecek filan sanmıştık. Amacımız Almanya’daki yabancı düşmanlığını ortaya çıkarmaktı. Ama öyle olmadı. Çünkü önce yaşlı bir Alman kadına yardım etmek istediği için hesabı ödemeye kalktı, sonra garson Türk çıktı ve durumu kurtarıp işi tatlıya bağlamak için elinden geleni yaptı, kadına borç para vermeye kalkıştı filan. İşte yine yaşamın beklenmedik sürprizleri…

Rüyan çok çarpıcı gerçekten. Bence çok da net: Cezaevi şu an ki kapalı yaşamın öyle değil mi? Şarkı söylemek ise bu yaşamın içinde yarattığın özgürlük alanı. Bu küçücük özgürlük alanının bile yok edilmesinden korkuyorsun. Yaşadığımız baskıları, korkuları gündeme getiren bir rüya. İşin tuhafı sadece birkaç çizgiyle ne çok şey söylüyor, tıpkı bir sanat yapıtı gibi.

Rüyaların da sanata, tiyatroya büyük bir besin kaynağı olduğu görüşündeyim. Biliyor musun benim hocam ünlü sinemacı Federico Fellini de tam bir bir rüya avcısıydı. Geceleri uyanır rüyalarını çizer ya da yazmış. O güzelim filmlerine inanılmaz bir kaynak oluşturmuş bu rüyalar.

Anlatmış mıydım bilmiyorum. Senin yaşlarındayken rüyalara merak sarmıştım. Ama sadece kendi rüyalarımı değil eşiminkileri de topluyordum.O kadar ki Norbert gece rüyası diyelim bir kabus gördüğü için uyanıyor, hemen rüyasını anlatmasını istiyordum ondan. Ama o anlatırken dizlerim kesiliyordu korkudan. Bir iki kez onun gördüğü rüyanın devamını görünce, bu korkulu oyundan vazgeçtim. Ama Yollar , Yerler, Yüzler adlı minimalist öykülerimi topladığım kitabımda bu rüyaları öyküleştirdim. Bence sen de rüyalarını mutlaka yazmalısın, yazacağın şiirlere esin kaynağı olabilirler.

Heveskarlar’dan yola çıkarak benim neye hevesim olduğumu soruyorsun. Valla çocukken çok şeye hevesim vardı da, yaş aldıkça, ve bir şeyler ürettikçe heves, merakı da katabiliriz buna, sevgiye, sevgi de tutkuya dönüştü. Bunlar heveslenmekten çok daha güçlü duygular. Yaptığımız işe delicesine sarılmak tutkusunu sen de bilirsin, bir an geliyor ki gecem gündüzüme giriyor, başka hiçbir şey düşünemez oluyorum. Bu iyi bir şey mi? Yakınlarım açısından değil tabii ki. Benim açımdan iyi. Çünkü ancak tutkuyla güzel bir şeyler çıkabiliyor. Bu açıdan bir şeye heveslenme yaşımı çoktan geçirdim sanırım. Ama bunu aradığım da yok.

Bu arada çok iyi bir haber: Ankara’da Bambu Tiyatrosu Lena, Leyla ve Diğerleri adlı tek kişilik kadın oyunumu yepyeni bir yorumla sahneledi. Biliyorsun bu oyun yedi yıldır oynuyor, çok tuttu. Cihan Bıkmaz’ın yorumu (Bakırköy Belediye Tiyatrosu’nda Ayla Algan sahnelemişti dışavurumcu bir sahne yorumu söz konusuydu, Devlet Tiyatrosu’nda Filiz Demiralp’ın Sadri Alışık ödülü alan yorumu psikolojikti (Ayşen İnci sahnelemişti), Deniz İnci Yenilmez’in önemli noktaları vurgulayan stilize yorumu ise epik tiyatroya yaklaşıyor. Dış sesler ve müzikle minimalist ve soyut bir sahne yorumu seçilmiş (Yönetmen: Nurcihan Ersoy). Üç farklı yorum, benim için çok heyecan verici. Çünkü biliyorsun tiyatro kitaplarımda hep farklı sahne yorumları üstüne duruyorum, bence bu tiyatronun yaşam kaynağı.

Eylem sanırım seninle ortak yanımız diyaloğa açık ve iletişimsel olmamız. İkimizin de insanlara ihtiyacı var. Benim açımdan yazar olarak başıma buyruk çalıştığım için her şey çok kolaydı. Kapanıp çalışıyordum her gün. Sonra da sizlerle buluşuyordum, tiyatroya gidiyordum, yaşamım insanlar ve kültürel etkinliklerle dolup taşıyordu. Sözgelimi geçen yıl Tiyatro Festivalini arkadaşlarımla birlikte ne kadar güzel geçirmiştim. Birlikte oyunlara gidiyor, oyun sonrası bir yerlerde oturuyor, üstünde saatlerce tartışıyorduk. Bazen de benim Cihangir’deki evimde toplanıyorduk, o günlerin tadı damağımda kaldı.

Korona bizi izole edince yeni duruma ayak uydurarak yepyeni bir yaşama yöneldim, o da insanlarla tam bir duygu ve düşünce alışverişini koşullayan ekip çalışmasıydı. Tabii önceki yıllarda da bir sürü şey yaptım bu alanda, sözgelimi sivil örgütlenmelerde de çalışıyordum ya da üniversitede ortak projelerin içindeydik, ama hiçbir zaman sanatsal bir ekip çalışmasına yönelmemiştim. Diji tiyatro projemiz çerçevesinde tiyatrocularla birlikte çalışmak, kendi yazdığım bir oyunu yönetmek, belgeselci arkadaşımla birlikte üretmek benim için yepyeni bir deneyim oldu. Sen nasıl insanlarla birlikteliği Kritik Kolektif grubunun içinde arıyorsan, ben de yaratıcı çalışmalar çerçevesinde geliştirdim. Kolektif yaratıcılık diyebilirim buna. Aylarca süren inanılmaz heyecan verici bir çalışmaydı. Şimdi de Korona izin verirse bu çalışmanın bir ürünü olan Yüzleşme oyunumu Ankara’da sahneleyeceğiz. Biliyorsun ya bazen bir proje, yeni bir projenin kapılarını açıyor. Konu yine kadın ve şiddet. Aydın bir çevreden gelen üç kadının iç içe geçen öyküsünü anlatıyorum. Mart ayında oyunu çıkarmayı düşünüyoruz, böylece birlikte düşünmeye, hazırlanmaya, hayal kurmaya bolca zamanımız olacak. Bu da bana Koronanın hediyelerinden biri olsa gerek. Bizlere iyi bir şeyle üretebilme, dahası alışılageldik yolumuzdan ayrılarak, sapa yollara sapma, yeni serüvenler yaşayama fırsatı veriyor sanki. Doğrusu Covid 19 virüsü dehşet ve ölüm saçarak yaşamımızı öylesine ürkütücü bir biçimde ele geçirdi ki ben de madalyonun tersinden bakmaya çalışıyorum. Çıkışsızlığın içinde çıkış bulma da diyebiliriz buna, tıpkı senin rüyanda olduğu gibi. Ama rüyanda sana gözdağı veriyorlar ceza evinde şarkı söylememen için, demek ki içinde korkular var, engellenmek korkusu, bense bildiğim yolda özgürce yürüyorum, korkularım pek yok ya da öyle sanıyorum.

Sana şimdilik Heveskarlar , Beraberler, Şarkılara Mektuplar gruplarınla birlikte sağlıklı ve yaratıcı günler diliyorum Eylemcim. Çocuksu bir şey ama her yıl sona ererken yeni umutlar dolar içime. Yaşadıkça sürüyor umut. 2021’de Koronayı ardımızda bırakmayı başarırsak onun bana öğrettiklerini, sözgelimi kendimi özenle korumayı, kolektif yaratıcılığı ve ekip çalışmasını sürdürmeye kararlıyım. Ama onun elimden aldıklarına da mobiliteye, yolculuklara, dostlara, İstanbul’uma bir an önce kavuşmayı diliyorum.

Köln’den özlemle

Zehra

 

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Eylem Ejder-Zehra İpşiroğlu

Yanıtla