Gençlerin Söyleyeceği Var 1: Dilara Topuklular

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Merhaba, ben Hazal. Birazdan okuyacağınız yazı; ‘’Gençlerin Söyleyecekleri Var’’ serisinin ilk röportajı. Bu seriyi yapmak istememin ilk sebebi, söyleceklerimize bir alan açmak ve bize kulak vermek isteyenlere sesimizi duyurmaktı. Emanete sahip çıkmaya, sahip çıkarken kendimizi var etmeye, üretmeye ve paylaşmaya devam etmek istiyoruz. Sesimizi duyanlara selam olsun, elbet bizim de söyleyeceklerimiz var.

 

Hazal Şahin

Dilara Topuklular… ‘’Denedim yenildim, ama daha iyi yenilemedim’’ dedi ve ekledi; ‘’ben vücuduma uyum sağlayacak binde bir ihtimali olan bir şey aramıyorum ki, ben iş arıyorum’’. Aklından ve kalbinden geçeni bu kadar şeffaf ve güzel anlattığın için teşekkür ederim.

Keyifli okumalar..

 

Oyunculuk mesleğine karar verdiğinde kendini nerede ve nasıl hayal etmiştin?

Ben hep oyuncu olacağımın düşüncesiyle büyüdüm. Keşfedileceğim güne büyüdüm yani. Buna gerçekten de inanıyordum ve başka bir geleceğe de ihtimal vermiyordum. Şimdi başka bir gelecekten o güne bakıyorum. Eğer şu an çok ünlü ya da zengin bir oyucu olsaydım, sanki tam cuk oturmuş gibi olacaktı hikâye. Ama bu gelecekten bakınca bir kaybetme öyküsüne dönüşüyor. Ben de buralara bakarak oyunculuk yolculuğuma yazarlığı da eklemeye karar verdim. Böylece kendimden beklemediğim başka bir ihtimal de doğdu. Bunlar beni çok düşündürür ve böyle düşünmesi de hoşuma gider. Gerçekleştiremediğimiz şeylerin gerçeğimizle buluştuğu o büyülü aydınlanma anlarından hep başka bir ihtimal doğuyor. Çünkü bazen mesleğin kendi zirvesi ve bizim kendimizi o meslekte hayal ettiğimiz yer uyuşmayabiliyor. Ben bunu bir ajansla görüşürken fark etmiştim. İstanbul’dan gitmeden önce son bir kez ajanslarla tekrar görüşeyim dedim. Bu görüşmelerden birinde cast direktörlerinden biri bana “Sen o’sun! Başrolsün yanı!” dedi. Bunu tabii ki bir iltifat olarak söyledi. Bu içime atılan bir kör kurşun aslında. Gündelik yaşantımız içinde çoğu zaman yakınlarımız tarafından da böyle vurulduğumuz ya da birilerini itemeden, hatta iyi niyetle vurduğumuz oluyor. Bu bende tabii ki bir süre, bir hafta falan, “Ben hiçbir dizide başrol oynayamayacak mıyım?” üzüntüsü yarattı. Sonra bir kendime geldim. Bu benim hayalim değil ki zaten. Ben üretiyor olmak istiyorum. Bana tekrar hayal kurdurtan şey de bu oldu. 20 yaşındayken kendimi hayal ettiğim bir 27 yaş vardır. 27 yaşımda büyük bir yenilginin içinde buldum kendimi. Ama kaybetmenin karizmasından söz etmiyorum burada. Yani o kadar yenik hissediyordum ki kaybedenler kulübünün kapısından almazlardı beni. Asla devam etmek istemiyordum. Ama böyleymiş meğer sıçramak için o dibe değmek gerekiyormuş. Gerçekleşmeyen hayallerim bana gerçeğimin ne olduğunu söyledi aslında. Benim gerçek hayalimin ne olduğunu.

Ailenin tepkisi nasıl oldu?

Benim ailem beni oyunculuk konusunda hep destekledi. Böyle bir tercih yapmış olmamla övündü de hatta. Abimin yönetmen ve senarist olmasının da etkisi var. Bir noktaya kadar da bir şeyler iyi gitti. Bir yıldız doğuyor hikâyesinin giriş kısmı güzel yazılmıştı. Fakat gelişme kısmı beklendiği gibi gitmeyince ve debelenme hali başlayınca onların da endişeleri arttı tabii. Hala da endişe ediyorlar. Çünkü 18 yaşımda evden ayrılmamın üzerinden 11 sene geçti ve hepimiz 11 yıl daha yaşlıyız artık ve farklı yaşlandık. Onların hayat kurmadaki öncelikleriyle benimkiler aynı değil. Ama birbirimize kulak veriyor, dinliyor ve bu çabayı gösterecek eylemlere de geçiyoruz. Ben bir çocuğun sahip olabileceği en büyük bilgiye sahibim. Buraya her zaman dönebilirsin, bilgisine. O yüzden karşılıklı olarak saygı duyuyoruz birbirimize. Sevgi zaten bâki. Sonsuz bir kabul ve sevgiye sahip olmanın güvencesi yeri doldurulamaz bir şey. İyi ki varlar.

İşlerin sandığın gibi olmadığını ne zaman anladın ya da her şey düşündüğün gibi mi gitti?

Benden önce süregelen bir sistem vardı. Ben de ona dâhil oldum. Tiyatro seçmelerine başvurup oyunlarda oynayabilirsiniz veya bir ajansa kaydolup dizi, reklam, film sektöründe çalışma imkânı bulabilirsiniz. Üçüncü bir seçenek de akademiye eğilmek ve eğitim sektöründe çalışmak. İsterseniz bu üç alanda eş zamanlı olarak faaliyet de gösterebilirsiniz. Hadi şanslı birini hayal edelim, bu üç seçeneği de değerlendiriyor olsun. Mesela bir özel üniversitede haftada 3 saat oyunculuk dersi veriyor olsun ki saat başına ortalama 75-100 lira kazanabilir. Bu kişi dersinden çıkıyor, telefonuna bakıyor, ajanstan mesaj geldiğini görüyor. Bir reklam filmi çekilecek. Aradıkları oyuncu kriteri de ona tam uyuyor. Yağmur çamur demeden hoop Levent’teki prodüksiyon şirketlerinden birine gidiyor. Yaklaşık 3 saat sıranın kendisine gelmesini bekliyor. Çünkü o kriterlere uyan ondan başka 1000 ihtimal daha var. O 1000 kişi de 1000 farklı yerden geliyor ve benzer şeyler yaşıyorlar. Ve aynı senaryoyu 1000 kişiye 1000 kez anlatan ve arasından iyi oyun verenleri seçen cast ajansı kısmı var işin bir de. Hele ki bunun bir reklamda bir rol üzerinden düşünüyoruz. Ajansın kim bilir o dönemde kaç reklam için kaç tane farklı oyuncu arayışı var… Yani kaç 1000 kişi oraya gidip geliyor? Sonunda seçilen kişiye kadar zaten sistem içinde akıl sağlığını bozmamış insan bulmak çok zor. Neyse. Biz kendi adayımıza dönelim. Bütün varoluş sancılarını audition odasının dışında bırakıp bir salça firmasının reklam jingle’ı ile dans ederek, gülümseyerek salça kavurduğu bir oyun veriyor. Sonra çıkıyor, akşamki oyununun provasına yetişmeye çalışıyor. Belki dekor taşıyor, kuruyor vs. Muhtemelen yönetmeni tarafından azarlandığı bir provanın ardından sahneye çıkıyor. Ara olduğunda telefonuna mesaj geliyor. Reklam olumsuz sonuçlanmış, ama yarın bir tereyağı reklamına gidebilirmiş. Oyunun ikinci perdesi kötü geçiyor. Kulise gidiyor. Muhtemelen mutsuz ve kızgın bir yönetmen suratıyla karşılaşacak birazdan. Ve yavaş yavaş şöyle bir düşünce filizleniyor içinden: “Ulan acaba ben kötü bir oyuncu muyum?” Bu düşünce hele geçim sıkıntısıyla birleşince, üstüne bir de duygusal çöküntüler de eklenince, kendisinden ve çevresinden gelen beklentileri birer birer karşılayamayınca… Bu da İsa’nın çilesi. Bu arada oyun başına –eğer ki kurumsal bir tiyatroda çalışıyorsa- 50-200 arası bir para alıyor. Çok muhtemel ki sigortası da yok. Oyun ayda 4-8 kez oynanıyor. Bu da yönetimin kararına tabi bir şey. Takvimi kurum belirliyor. Bu arada bu oyuncumuzun herhangi bir çekim ihtimali olursa da okuldaki ve tiyatrodaki mesaisini de önceliğine almak zorunda. Yani delirmemek için ivedilikle terapiye gitmesi ve terapiye gidecek parayı bulması için atm soyması falan lazım. Eğer ideolojik, politik çekinceleri ve prensipleri varsa zaten geçmiş olsun. Cüzdanınızdaki paranız zaruri ihtiyaçlarınıza bile yetmiyorken, varoluş sancısı çekmek bile şımarıkça geliyor insana. Bu resmi çizmek istiyorum çünkü bu bizim gibi “aa oyuncu musun? Napıyorsun?” denildiğinde uzay boşluğuna düşen herkesin gündeliğine sızmış bir pratik. Çünkü hakikaten. “Napıyoruz?” Bu sistemin içinde ne yapıyoruz? Şikâyet etmekten, biat etmekten ya da küsmekten başka ne yapıyoruz? Bu deneyimleri yazmak istediğim bir kitap serisi hayal etmiştim bir zaman. Şöyle bir seri mesela: Oyunculukta gurur: “Yıllarca işsiz kalıp ‘mesleğim oyunculuk’ demek” ya da Oyunculukta sabır: “10 saat set karavanında gıkım çıkmadan nasıl beklerim?” ya da Oyunculukta sinir: Kendime olan öfkemi grup arkadaşlarıma nasıl yayarım? gibi… Bu böyle gidiyor.

Nelerden, kimlerden ilham alırsın?

Bütün bu kaosun içinde iyi niyetle kalan arkadaşlarımdan ilham alıyorum aslında. Bütün bu çekinceler ve incelikler sebebiyle çok iş kaybettim. Çoğu zamana ben de ayrılmak istedim. Ama bu durum bana muhteşem arkadaşlar kazandırdı. Arkadaşlarımın o her şeyi dönüştüren, agresifleşmeden tepki veren, sabreden yanları, o beraberce yenilme hissi bana çok iyi geliyor. Gelecekte bir hayatımızın olduğu hissiyatımı güçlendiriyor. Çünkü oyunculuk yapmak bir insanı gücendirmekten, kalbini kırmaktan daha kıymetli değil. Buna inanan, böyle çalışmaya özen gösteren insanlarla ördüm çevremi. Böylece kendi yanlışlarımızda da birbirimizi hemen uyarıyoruz. Bu inanılmaz değerli. Çünkü o zaman birimizin küçük bir başarısı bile hepimize bir umut oluyor, heveslerimizi tazeliyor. Bunun yanında geriye dönüp de ailelerimizin tarihine bakmak da çok büyük ilham kaynağı bence hepimiz için. Kim olduğumuzu, nerelerden beslenebileceğimizi bir de oralardan araştırmak. Çünkü hep dışarı çıkarak, kaçarak, dünyaya açılmaya çalışarak ilerlemeye çalışıyoruz. Ama bazen gerimizde koca bir dünya unutuyoruz. O olmadan da tam bir ilerleme olmuyor. Bir de ben terk edenlerin deneyimlerini çok merak ederim. Bir şehri, bir ilişkiyi, bir evi, bir hayatı geride bırakmış ve kendini aramak için yola çıkmış insanları dinlemek. Bu insanları bulmak için de yola çıkmak ve temas etmek lazım. Her yola çıkış da başka bir şehrin, mekânın pratiğini gözlemlemek demek. Böylece kendi gerçekliğinize de belli bir mesafeden bakabiliyorsunuz. Yani bunlar bana ilham veren, durup durup kafamı kurcalayan şeyler. Sistemler ve içinde yaşayan insanların başına gelen şeyler. Bunun yanında bana ilham olan isimler de var ama insan artık bu isimleri de kolay kolay söyleyemiyor. Bir yerlerde, kapalı kapılar ardında birilerini taciz etmiş olabilir ya da beraber çalıştığı birine mobbing uygulamış olabilirler diye. Sanatçının eseri ve kişisel hayatını değerlendirmek bir tartışma konusu zaten ama ikisini ayrı değerlendirsek bile ikisini de değerlendirmemiz lazım. O yüzden ilham aldığım ünlü bir isim olarak anca BugsBunny’yi verebiliyorum. Yaratıcı, komik, karizmatik, ahlaki değerleri sorgulayan bir tavşan.

Türkiye tiyatrosunda eksikliğini hissettiğin şey nedir?

Küçüklere saygı.

Senin için ideal bir sanat ortamı nasıl olmalı?

Bence bir fikrin hevesini kırmak çok büyük bir günah. O fikir her ne olursa olsun ya da kimden gelirse gelsin. Çünkü yaratıcılık en mükemmel eleştiriden bile daha güçlü bir şey bence. Dolayısıyla eleştiri yaratıcılığı körüklüyorsa, ”Ben bunun daha ince düşünülmüş modelini yaparım” hissi uyandırıyorsa şahane. Fikirlerimizi ya da girişimlerimizi ya biz dışarı aktaramadan kendi içimizdeki eleştirmenin yargılarıyla öldürüyoruz ya da dışarıdaki otoritelerin yargısı bu fikrin gelişmesine engel oluyor. Hatta bazen son derece iyi bir niyetten geliyor bu engel. Eleştiriyor olmanın konforunu seviyoruz. Böyle sürekli “biz, biz” diye konuşuyorum ama işaret ettiğim kesim de belirsiz aslında. Yani kimse adına konuşmak da istemem. Kendi tecrübelerimde gördüğüm şeyi paylaşıyorum sadece. Eleştiriye hiç karşı değilim, hatta ben çok ihtiyaç duyarım, bakış açılarına ve yönlendirmelere. Ama bazen eleştirirken kendimizi ifade etmiş olma tatminine yaslandığımızda, bin bir sorgulamayla ama nihayet bir cesaretle yakılmış birçok alevi sonsuza kadar söndürebilme ihtimalimiz oluyor. Ne acı. Hâlbuki kendimize ve birbirimize denemek için alan açmamız, müsaade etmemiz, teşvik etmemiz, cesaretlendirmemiz lazım. Ne kendimizden ne de başka birinden ilk denemesinde mükemmel olmasını beklememeliyiz. Sonraki girişimlerinde de beklememeliyiz. “Bu insan bu eseri ortaya çıkarırken zihinsel ya da fiziksel koşulları ona yeteri kadar imkân sunabilmiş mi, özgürleşebilmiş mi?” bunun üzerine daha çok düşünmeliyiz eleştirirken sanki. Kimsenin en ufak bir hataya tahammülü yok artık. Buna rağmen tıkır tıkır işleyen bir sistem de yok. Ama üretirken eleştirdiğimiz zamanki kadar iddialı ve özgür de olamıyoruz, bunu aynı cesaret ve şevkle bir sanat üretimine dönüştüremiyoruz çünkü o eleştirilerden biz de korkuyoruz. Dolayısıyla eleştirilirken de alıngan ve kırılgan olabiliyoruz. Eleştiri doğruysa da “Ben bunu nasıl göremedim?” diye içimize kapanabiliyoruz. Cezalandırabiliyoruz kendimizi. Kendi fikrimizi söyleyip tatmin olma, durduğumuz yerden, prensiplerimizden emin olma ve bunu göstermeye, “Bakın ben böyle görüyorum, benim gibi gören var mı?” demeye ihtiyacımız var. Bu alana, nefes almaya ihtiyacımız var. Herhalde eleştiriyi ve beklentiyi dengelemek lazım. Meselemiz sanatsa her kutsallığı sorgulamamız lazım.

Kendi kuşağının çalışmaları ile ilgili ne düşünüyorsun? Beğendiğin bahsetmek istediğin işler var mı?

Tabii hemen Tiyatro Hemhal demek isterim. Hepimize ne güzel de bir umut oldu onların emek emek yolculuğu. Fiziksel Tiyatro Araştırmaları’nın işlerini ve araştırma alanlarını da çok takdir ediyorum ve beğeniyorum. Tezimde bile bahsetmiştim. İkisi için de şunu söyleyebilirim galiba: Prodüksiyonu düşük tutup, belki de tutmak zorunda kalıp, düşünsel boyuta çok fazla özen göstermişler. Çok emin oldukları bir işi yaptıkları için seyirci olarak hemen teslim oluyoruz. Oyuncu olarak da özeniyoruz valla. Ne güzel.

Yaptığın işlerde özgür olduğunu düşünüyor musun? Otosansür uyguladığın alanlar nereler?

Kendi kendime kimsenin duymadığı düşünme halinde bile bir otosansür var artık. Yani kolektif bir biçimde muhafazakârlaştık ve korkaklaştık bence. Hayallerimizi ve yaşam alanlarımızı küçülttüğümüzü düşünüyorum. Çünkü çok fazla kötü şey oldu, olmaya da devam ediyor ve bir endişeyi daha kaldıracak gücümüz kalmadı. Dolayısıyla ben şu noktada hayatımı “Ben ve sevdiklerim hayatta kalsın, yeter” gibi bir duaya sığdırmaya çalışıyor gibiyim. İmkânlar ve gerçekler bize hayal kurarken bile daha gerçekçi hayal kurma konusunda müdahale ediyor. Ama şükür ki özgürlük hissinin kısıtlandıkça yaratıcılığı körüklediği de bir gerçek. Yine de burayı seçmek istiyorum. Aklıma gelen fikri çeksem, şakasını dahi yapsam bu ülkede lince uğrayabilirim, ölüm tehditleri alabilirim, yaftalanabilirim, suçlanabilirim vs. Ama bu fikrin biçimiyle biraz oynarsam hem daha yaratıcı hem de daha uyarıcı bir şey söyleme ihtimalim de olabilir. Tabii ki bize çizilen sınırları kabul etmeyelim, ama bu bizi üretmekten de alıkoymasın. Cinsellik, din, taciz, siyaset hakkında değil bir şey üretmek, az çok tanıdığınız 10 kişiye bunlarla ilgili fikirlerinizden bahsetseniz bile gerilmeye başlayabilirsiniz. Huysuz Virjin’in 90’lardaki program kayıtlarını izlerken hayrete düştüğümüz bir gerçek var sonuçta. Ofansif mizah da keza çok büyük bir tartışma konusu. Ama benim asıl otosansürüm karşı olduğum fikirle ya da tavırla alakalı olmuyor galiba. Tam tersi destek verdiğim yaklaşımın beni dışlama, yanlış anlama ya da yargılama ihtimalinden doğuyor. Aslında özgürlüğü ben biraz kendi içimizde arıyorum. Biz, alternatif olanlar, dışlananlar, kendini ait hissedemeyenler vs. olarak birbirimizin değerlerine sahip çıkıp savunuyoruz ama acaba birbirimizin fikirlerine, farklı yaklaşımlarına ne kadar tahammül edebiliyoruz?

Bundan 10 yıl sonra neleri tamamlamış olmayı planlıyorsun?

Huzur istiyorum ya. Arkadaşlarımı da ailemi de huzurlu görmek istiyorum. İçimize sine sine çalışalım. Geçim kaygısı, estetik ve ideolojik kaygıları bu kadar yoğun yaşamayalım. Kaygılanmaktan da sıkıldım artık. Hepimiz sıkıldık. Yani kaygılanıyorum ve ardından o kaygılanma sürecinin ilerleyişini hatırlayıp üşeniyorum. Yani depresyon bile yoruyor artık o yüzden huzur istiyorum. Bunun için para lazım. Para için çalışmak ve üretmek lazım. Bunun için de bir geleceğin var olduğuna inanmak lazım. Yani 10 sene sonrasına inanmak lazım. Açıkçası buna yeni yeni inanmaya başladım. Hayatın kendi ritminden tamamen koptuğum bir süreçten geçtim. Şimdi o ritmi tekrar duymaya başladım. Zorla da olsa. Gelecekte kendimi nispeten kurtarmış olmak isterim. Sektörde kurtarılmış bir bölgemiz olsun isterim. Kazanılmış bir şeyden bahsediyorum. Keşfedilmeyi ve anlaşılmayı beklemek yerine, cesaretli adımlar atalım ve araçlarımızı geliştirelim, çoğaltalım. Yani toplumsal cinsiyetçilik meselesini, ayrımcılık meselesini gündemine alan, akademik araştırmalara yatırım yapan, cesaret veren, şikâyet ettiği, rahatsız olduğu kadar üretebilen de bir geleneğin içinde aktif olmak isterim. Umarım olacak da bunlar. Özellikle pandemi süresince geliştirdiğimiz farkındalık bence buna yarayacak. Bütün dünya hareket halindeyken durmak koyuyordu, ama şimdi bütün dünya durunca, bu sefer durma biçimlerini konuşur olduk. Durmayı haklılaştırdık. Buralardan bir şeyler çıkacak. Kendi bakış açımı, hayatımı gördüğüm yeri çalıştığım projelerimi de tamamlamış ve yayınlamış olmayı isterim.

“Kaygan Zemin” adında çok güzel bir dizi yazdın. Anlattığın meseleler bütün oyuncuların ortak meselesi. Nasıl başladın bu diziyi yazmaya. Özel bir hikâyesi var mı?

Çok teşekkür ederim. Var tabii ki. Kötü tecrübeleri dönüştürmekten bir hal olduk ya zaten. Bu da benim için onlardan biri. Aslında bir gün dizi olur diye yazmıyordum. Ama bir dizi senaryosu olarak yazıyordum. Gerçekleşmesine ihtimal vermeden kendime yazıyordum. Sonrasında gerçek oldu. Çoğu benim başıma gelen olaylardı. Ama her yerde yaşandığına da emin olduğum, başka bir sürü tiyatrocudan da duyduğum olaylardı. Oyuncuların, sorgulanması neredeyse yasaklanan bir yönetmen iktidarına karşı girdiği haller, maruz kaldığı durumlar ve birbirleri arasında gelişen rekabet ve dostlukla ilgili bir diziydi. Kaygan Zemin Türkiye tiyatrosundaki son dönem pratiklerini gördüğüm yeri anlatıyordu. Pandemi öncesini kastediyorum tabii. Benim ve etrafımdaki birçok tiyatrocunun tecrübe ettiği bir ayakta durma mücadelesi aslında. Ayakta durmanın mümkün olmadığı sürekli bir debelenme hali bence bu. Acı olan şey hakikaten gerçek olması. Ben oradaki her şeyi tecrübe ettim, hatta inanılmayacak endişesiyle filtreledim bile. Amacım bir çalışma ya da prova esnasında kendi öz saygımızı yitirdiğimiz anların komedisini çıkarmaktı. Bunu da yalan söyleyerek yapıyoruz genelde. Çünkü başımıza iş almak istemiyoruz. Bir an önce oradan kazasız belasız çıkmak istiyoruz. Dolayısıyla sahteleşiyoruz. Bunu hep beraber yapıyoruz. İktidarın sevgisi de bize olan inancı da bizim ona saygımız da işe olan inancımız da sahte çoğu zaman. E bu zahmet de komik. Tabii ki traji-komik. Hatta ne kadar trajik olursa o kadar da komik. Bakalım pandemiden sonra neler olacak hep birlikte göreceğiz.

Gençlere yeterince fırsat verildiğini düşünüyor musun? Bununla bağlantılı olarak; eğer veriliyorsa bu fırsatlar doğru değerlendiriliyor mu?

Fırsat lütuf mudur, torpil midir, nedir? Ben aslında gençlere fırsat diye verilen şeyi sorguluyorum. Çünkü bana verilen birçok fırsat vardı, hepsinin saatli bir bomba olduğunu sonrasında anladım. Bütün o fırsatlar zaman içinde bana zarar verdi. Üstelik ben o fırsatları yeterince iyi değerlendirememekle suçlandım. O fırsatların aslında birer lütuf olduğu ve benim sonsuz itaatim ve sabrım ve özverimle anca bir anlam ifade edeceği ortaya çıktı. Gençlere fırsat verilmesin. Hak ettiği verilsin yeter. Saygı gösterilsin ve engellenmesin. Ben vücuduma uyum sağlayacak binde bir ihtimali olan bir böbrek aramıyorum ki, ben iş arıyorum. Bana iş verildi diye minnet duymak istemiyorum. Bana verilen işin, görevin karşılığında çalışıyorum zaten. Eğer ben bana verilen işin sorumluluğuna muktedir değilsem, zaten bana verilmesin. Hak eden başka bir meslektaşıma verilsin. Yani ben hayatım boyunca hep aynı rolü oynamalarına rağmen yıllarca başrol oynamış oyuncuların olduğu bir sektöre giriyorum, onların senelerce kötü oyunculuk yapma hakları olmuş, milyon dolarlık anlaşmalara imza atmışlar, ben bir kere oyun vereceğim ve onda da mükemmel olmak gibi bir kıstasım var. Ve eğer seçilirsem bunu bana fırsat verilmiş olarak mı göreceğim? Hayır. Bana bir iş veriliyor, ben de karşılığında çalışıyorum. Bu konuda Dikmen Gürün’ü anmadan edemeyeceğim. Benim için hayatımda tanıdığım bir örnek model olarak karşımda durur. Bir öğrenciyi görmek, anlamak, dinlemek ve temas etmek nasıl olur, hiç gücendirmeden nasıl uyarılır ve cesaretlendirilir, ondan gördüm ve öğrendim. Onunla tanışmak büyük fırsattı. Ama hiç bana fırsat sunduğunu hissetmedim. Öğrencileriyle hem entelektüel hem de mesleki birikimini paylaşabilen bir hoca sadece. Paylaşmaktan gocunmayan, kalp kırmaktan, heves kırmaktan imtina eden ama duygusunu ve fikrini de dürüstçe söyleyebilen bir hoca. Bana ve tanıdığım diğer öğrencilerine naif ve nüktedan yaklaşımı sayesinde çok defa inancımı tazelemiştir. Ona saygım ve şükranım hiç bitmeyecek.

Alaylı ve konservatuvarlı oyuncu ayrımı senin için var mı? Sen bu konuda ne düşünüyorsun?

Tabii ki başka deneyimleri olduğu muhakkak. Ama ben hayatta herkesin oyunculuk yapabileceğine inanıyorum. Benim için oyunculuk mesleği çok özel, kutsal falan değil. Seyirci ve oyuncu arasında açılan o alanın kendisi kutsal. Bu çok karşılıklı bir ilişki. Bunu yaşamak karşılıklı bir dönüşüm başlatıyor. Sen oraya kendini açabiliyorsan ki bu kendini çok çıplak bırakmayı gerektiriyor, çoğu zaman kendine rağmen kendinin üzerinde çalışmayı gerektiriyor, ama yine de buna teşneysen Allah senden razı olsun. Ne güzel bir an inşa etmiş olduk. Gerisiyle çok ilgilenmiyorum. Seyirci olarak da eğer bir oyuncu alaylı veya konservatuvarlı bir geçmişi olduğunu oynarken bana hissettiriyorsa, bir yerde oynamayı bırakmış olmalı ki ben andan çıkıp oyunculuğuyla ilgilenmeye başlamışım.

Hangi dönemin sanatçısı olmak isterdin?

Bu soruda bile kadınların sanatçı olarak tanınmaya başladığı tarihi düşünmek gerekiyor. Ama hadi hayalse, hayal kuralım. Osmanlı döneminde meddah olmak ya da karagöz oynatıcısı olmak isterdim. Tanzimattan önce o bağımızın koptuğu ve tahayyül etmekte zorlandığımız geleneği tecrübe etmeyi çok isterdim. Yani 17. Yüzyılda Anadolu’daki mizah ve temsil nasıldı, bunu deneyimlemeyi çok isterdim.

Sence yeteri kadar üretken miyiz? Sen hem yazan hem oynayan bir oyuncu olarak üretim aşamasında devamlılığını ve motivasyonunu nasıl sağlıyorsun?

Kırgın, yorgun, güvensiz, endişeli ve tembeliz. Aslında bunların sonucu olarak da tembeliz. Ben rezil olmaya oynayarak, rezil olmayı hedef alarak özgür adımlar atabildim. Ataletimin yıllar içerisinde çoğalan birçok sebebi vardı. Bir şeyler üretebileceğimi, bunların somutlaşacağını görebilmem için kendime “olmadı intihar edersin ya zaten yaşamın da çok bir olayı kalmadı ki.” demem gerekti. Çünkü üretmek istikrar istiyor, istikrar koşul istiyor. Gerekli koşulları yaratmak para istiyor. Para başka bir işte çalışmakla mümkün. E o başka iş de emek istiyor. E bu vücut da dinlenmek istiyor, gezmek, tozmak, âşık olmak, eğlenmek vs. istiyor. Siz üretmeye kafayı takmışken hayat size özel bir köşe ayırmıyor ki. Ruhsal ve fiziksel bütünlüğünüzü korumakla ilgili sürekli bir endişe yaşıyorsunuz. Bu arada da mutlak bir anlaşılmazlık içerisinde hissediyor insan. Yani küsüyorsunuz. Şu an sosyal medyada dolaşan mizahın talihsizlik, şanssızlık, terk edilmek, kayıp acısı, depresyon, bakımsızlık, parasızlık üzerine kurulu olması hiç tesadüf değil. Hepimizin içinde dizleri çıkmış, umutsuz bir gri eşofman var. Ben her şeyi bırakıp en baştan inşa etmeye kafayı takarak, sil baştan bir gündelik inşa ederek tazeledim kendimi. Sağlıklı rutinler yaparak. Ama öncesinde 2 sene süren bir terapi dönemim oldu. Gerçekten sabah kalktığımda “yeniden aynı hayata uyanmış olamam.” diye hayrete düşüyordum. Bir günü yaşama düşüncesi bile çok yoruyordu beni. Terapi bana bir yol açtı.

Bu işlerle ilgilenenler mutlaka bu kitabı okumalı, bu filmi izlemeli dediğin bir “en”ler listesi var mı?

Yani şu dönem bana iyi gelen şeyleri sıralayabilirim. Kurtlarla Koşan Kadınlar bana bir rehber gibi geldi. Zaten masallara çok ilgiliyimdir. Her okuyuşum ayrı bir deneyimdi. Arada dönüp dönüp hala yardım alırım. Sanatçının Yolu harekete geçmeniz için bir yol sunuyor. Ben zaten biraz disiplinli, pimpirikli bir tipim. Rollo May! Kesinlikle. Bu kitapların hepsini okurken “Heh! Evet. Evet işte içimden geçen.” diye diye ilerliyorsunuz. Wilhelm Schmid de tatlı bir arkadaş oluyor. Bu kitaplar daha çok yaratıcılık sürecinde size destek olup kendinizle alakalı şüpheye düştüğünüz anlarda Gel, gel bak bir de buradan bak” diyen kitaplar. Buna istinaden bir de Waking Life’ ın izlenmesini isterim. Uzun zamandır aklımdan çıkmayan bir film oldu. Rüyaların kurgusunda hayatı mesele eden bir film. Zaten inanılmaz büyüleyici buluyorum rüya görmeyi. Bence insanın başına gelen en güzel şeylerden biri rüya görmek. Çok ilham verici, çok sevmiştim.

Yetenekle ilgili ne düşünüyorsun? Sence geliştirilebilir bir şey mi yoksa doğuştan varsa vardır diye mi düşünürsün?

Sadece yetenek hayatta kalmaya yetseydi, doğal seleksiyon buna göre ilerlerdi herhalde. Bence sadece çok çok iyi sesi olanlar hayata bir tık önde başlıyorlar. Geri kalanlarımız çalışmalıyız. Kendini keşfetmek ve inşa etmek çok sonradan gelen bir süreç olduğu için yetenekle birlikte birçok şeyi konuşmalıyız. Dünya görüşü, politik duruşu, estetik anlayışı vs. Şu an tiyatroda ve sinemada akım yaratmış birçok öncünün tacizlerini, mobbinglerini, faşizmini konuşuyoruz. Doğuştan geleni nasıl yaşatacağımız da çok önemli.

Bu meslekle ilgili hevesinin kırıldığı anlar hangi anlar?

Gelmek istediğim yerde “üff bu kim ya” dediğim birini görmek. Veyahut benden çok daha vasıflı birini görmek. İkincisi daha çok kırıyor. Ama bunlardan da önemlisi bir insan olarak ne hissedeceğimin önemsenmediği anlar. Başkasına yapıldığında da. Çok keyfim kaçıyor. Çok karanlık bir his kaplıyor içimi. Çocuk kâbusu gibi. Olduğundan daha da korkunç geliyor. Fevri kararlar verdirtir bana bu his. Birine olan hayranlığımı, sevgimi anında bitirir. Ama döner hevesimi onarırım ben sonra. Hemen kırılıyorsa da belki de çok sağlam değildi. Onu da bir düşünmek lazım.

“Bu konuda” kendimizi çok geliştirdik dediğin şey ne olur?

Otoriteye tahammül biçimleri. Bu konuda uzmanız bence. Otoriteleri idare etmek, onları aramızda konuşurken bitirmek ama yüzleştiğimiz anda onlara kendilerini hala bir otoriteymiş gibi hissettirmek. Bence sahteleşmekte çok geliştik. Kendimize karşı da. Kaygan Zemin’deki bütün komedi de buna dayalıydı zaten. Bu sahteliği sürdürmek için kendine de yalan söyleyip inandığın bir noktaya geliyor insan bazen.

İstanbul’dan Bursa’ya kısa süreli taşınma süresinden ve bu kararı nasıl aldığından kısaca bahsedebilir misin?

Aslında pandemi dolayısıyla Bursa’ya geldim, ailemin yanına ama İstanbul’u bırakalı iki sene oldu. Ara ara bir yerlerde yaşayarak başka yaşam formlarını gözlemlediğim bir dönem aslında bu. İstanbul’a çok küsmüştüm içimde. İstanbul’da yaşamak için hayatı yaşayamadığım bir hale gelmişti iş. Bir gün mutfak borum patladı ve oturup o sulara bakarken “Tamam, yeter artık. Bir şeyi daha tamir etmek istemiyorum.” dedim. Her şeyi denemeden de gitmek istemiyordum. Denedim. Yenildim. Ama daha iyi yenilemedim. Yani yenilmede bile gerilediğimi hissettim. Artık tatsız, sevimsiz ve amaçsız olmaya başladı. Zaman İstanbul’da akmıyordu artık. Her şeyi bırakıp gidenlerden oldum sonra ben de. Ama ben de bu yolculuğa bir yere yerleşmek için çıktım tabii. O yerle henüz karşılaşmadım. Ama bu sürecin kendisi hayatın kendisi zaten. 10 senedir uğraştığım kariyerimden, evimden, arkadaşlarımdan, beni tanıyan herkesten kopunca ben kim oluyorum, buna çalıştım. Dış görünüşümü değiştirdim. Bilindiğim halimle tanınmak istemedim. Bir sürü ilkim oldu. Yolda birçok insanla, bambaşka hayat formlarıyla karşılaştım. Bir şehre sığan hayatım ve algım varmış. Kendi dertlerime baktığım yerler değişti. Depresyonda geçmek bilmeyen o boğucu zamanlar, bana yetmeyen, öğrenme pratiğime yetişemeyen zamanlara dönüştü. Hala endişelerim var tabii. Ama artık çaresiz hissetmiyorum. Aksine yaşam mücadelesi vermek hoşuma gidiyor. Kendi hikâyemi seviyorum galiba artık.

Bizden bir önceki kuşakla çatıştığımız, fikir ayrılığı yaşadığımız konular var mı? Onlar neler?

Kuşakla değil de gelenekle çatışıyoruz bence. O geleneği sahiplenen kendi kuşağımızla da kuşaklar arası bir çatışma yaşıyoruz. Ben geleneği aşmak için, içinden geçmemiz gerektiğine inananlardanım. Gelenekteki bilgiyi de küçümsememek gerek. Ama geleneğinde yeniyi küçümsememesi gerek. Buradaki bizden kastım, sisteme entegre olamayan, dışarda hisseden ya da dışarda kalanlar. İçine sinmeyenler. Bence bizim farkımızı iki şey çok net belirleyecek. Birincisi mizahla kurduğumuz ilişki, kendimizle dalga geçme potansiyeli. Bir önceki kuşakta da var bu ama daha nadir kalmışlar. Bir de bu pandemi döneminde hepimizin az çok yaşadığı farkındalık ve harekete geçme isteği başka pratikleri, başka hikâyeleri gündemimize sokacak.

Verdiğin emeğin karşılığını alıyor musun?

Bununla ilgili de başlıklarım var. Mesela Oyunculukta hayır: Hiç para kazanmadan nasıl tiyatro yaparım? ya da şey Oyunculuk Sektöründe Ekonomi Devrimi: Rica – Minnet Paradoksu. Bu çok garip bir şey ya. Mesela bir reklama seçilirsiniz. Kaşeniz üzerinden pazarlık yaparlar. Sonra da aynı prodüksiyon şirketi reklamda giyeceğiniz kıyafet için kat be atını harcar. Bir anda ucuzlaşırsınız. Zaten o para da size 2-3 ay sonra gelir. Verdiğiniz emeği de unutursunuz o ara. Oyuncular kesinlikle set hiyerarşisinde set çalışanlarından çok daha konforlu bir yerde, ama aç. Gerçekten aç. Çünkü oyuncular çoğu zaman parasız çalışıyorlar. Ben de öyle çalıştım. Çünkü tecrübe edinmek istiyorum. Zaten her iş sıfırdan başlar, tamam diyor insan. Ama oyunculuk çok uzun bir süre sıfırda kalabiliyor. Meğerse sormak, söylemek lazımmış. Çoğu zaman çoğu işte “Ben para alacak mıyım?” diye sormayı bile ayıp buldum. Sonra sonra öğrendim ki isteyince veriliyor. Sanırım o karşılığı emekle değil de algıyla alabiliyorsunuz. Taviz vermeyen bir tavırla. Yoksa karşılık beklerken “Ama ben çok emek verdim.” demek tuhaf bir şekilde sevimsiz kaçıyor. Ama hayat bana başka bir yerden karşılık verdi. Gözüm gibi baktığım, çok çok değerli arkadaşlar edindim. Arkadaşlığa emek ettim ve karşılığını gani gani aldım. Birbirimizi incelikle kollayıp, incelikle eleştirip, incelikle geliştirdik. Hepimiz maddi açıdan göçtük tabii. Ama eğer bu hayatın bir telafisiyse ben bunu kabul ediyorum. Tabii ki daha fazlasını istiyorum, buna hiç engel değil. Ama bir dert bir arkadaş sofrasına girene kadar dert. Sonrasında konuşulan mevzulardan biri oluyor. Bu bana inanılmaz büyülü geliyor.

Paylaşmakta sakınca görmediğin hayallerin neler?

Dünyayı gezen program sunucusu olmak. En büyük hayalim galiba. İnşallah olur. Bir de hayatımın bir döneminde bir tapınakta yaşamak istiyorum. Bir keşiş gibi. Benden keşiş olmaz belki ama o ıstıraplı dinginliği deneyimlemek isterim. Programdan sonra denk gelse güzel olur. O kadar gezdikten sonra biraz durmak. Neyse. Evrene doğru mesaj gönderin diyorlar ya. Evrenin algısı çok kıtmış ve beni sürekli yanlış anlayabilirmiş gibi sanki. Böyle dedim diye dönüş yolunda gümrüğe falan takılmam inşallah. Diğer hayallerim için daha temkinli cümleler bulacağım.

Buraya kadar okuyana ilgisi için teşekkür edesim geliyor 🙂

Paylaş.

Yanıtla