Gülhan Kadim ve Yiğit Sertdemir ile Söyleşi

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Hazal Şahin’in Altıdan Sonra Tiyatro ve Kumbaracı50 Sahnesi kurucularından Gülhan Kadim ve Yiğit Sertdemir ile yaptığı ve Kafkaokur’da yayınlanan söyleşiyi sizlerle paylaşıyoruz. Bu haftadan itibaren Hazal Şahin’in Mimesis için yaptığı röportajları da sizlerle paylaşmaya başlayacağız. Hazal Şahin’in röportaj serisi “Gençlerin Söyleyecekleri Var” adını taşıyacak ve daha ziyade genç tiyatrocuların gündeme dair görüşlerini bize yansıtacak. “Gençlerin Söyleyecekleri Var” serisinin ilk röportajı Dilara Topuklular ile olacak.

 

Altıdan Sonra Tiyatro’nun kurucusu olduğu Kumbaracı50 Sahnesi Beyoğlu’ndaki 11 yıllık yaşam mücadelesine her şeye rağmen devam ediyor. Bulunduğu yerden çağın hakkında, bulunduğu yeri unutmayarak..

Hazal Şahin: Öncelikle Kumbaracı50 sahnesinden konuşmak istiyorum. Nasıl bir sahnedir Kumbaracı50, ne zaman açıldı ve bu zamana kadar başına neler geldi?

Gülhan Kadim: Kumbaracı50 2009 yılında açılmış bir sahne, mimari olarak Kumbaracı yokuşunda 50 numarada 1. Katta. Aslında apartmanın içerisinde bir alan ve her yer sahne mantığıyla yapıldı. Her şeyin dönüştüğü farklı alanlarda oyun olanları yaratılabilen farklı seyir şekilleri oluşturulabilen teknik donanımı da buna göre yapılmış bir sahne. Bir diğer önemli husus da sahnenin başka tiyatro ekiplerini ağırlayacak şekilde açılmasıydı. O yüzden de 6’dan Sonra Tiyatro’nun açtığı ama adını Kumbaracı50 sahnesi koyduğumuz bir sahne. Biz 10 yıl göçebe olarak farklı sahnelerde oynadığımız için biraz da o bakış açısıyla sahnesi olmayan ekipleri ağırlayabileceğimiz, farklı disiplinleri de içinde barındırabilecek bir sahne olarak tasarlandı ve açıldı 2009 yılında. Başına neler geldi? Aslında açılışla başlayayım. Şimdi bugünden bakınca 2009’a o zamanlar böyle bir terim belki vardı belki yoktu belki bizim haberimiz yoktu bilmiyorum. Aslında kitlesel fonlama ile başlamış. Yani bunu şimdi fark ediyorum. O zaman yaptığımızda benzer bir şeydi. Bir sahne açacağız ama bunun için bir kaynağımız yoktu. 10 yıllık bir 6’dan Sonra Tiyatro deneyimi ve kişisel olarak girilen kredi borçları vardı ama bir yandan da bir bireysel destekleme projesi hazırlamıştık. O da ‘’Duvarda Çivin Olsun’’ du. Hep birlikte bir sahne açıyoruz, senin de duvarda çivin olsun ile başlayan bir sahne olmuştu. Başına neler geldi kısmında ilk kısmı bu. Gerçekten kalabalık ve çok güzel karşılanan o zaman Beyoğlu’nda çok fazla sahnenin de olmadığı, bizim de birçok sahne için öncü sayılabileceğimiz, model olabileceğimiz bir yapıyla kurulmuş oldu. Başına gelen en büyük olay açıldıktan 3 ay sonra, Şubat 2010’da İstanbul kültür başkenti iken, bir mühürlenme, kapatılma durumu oldu. Burada premier yapacak olan bir oyunun provaları devam ediyordu. Özen Yula’nın yazdığı ‘’Yala Ama Yutma’’. Konuk ekip oynayacaktı. Provalar burada yapılıyordu ve premier yapacaktı. Oyunun konusunun bazı kesimleri rahatsız etmesi gerekçesiyle Akit gazetesinin hedef göstermesi ile bir anda büyüyen ve ciddi bir tehdide ulaşan bir süreç yaşadık. Çok kısa bir zamanda. Gerçekten yeni açılmış bir sahne için neye uğradığımızı şaşırdık diyebiliriz. Korktuk, bu korkuyla yine de sağduyulu hareket ettik ve yapmamız gerekenleri yaptık. Sonrasında da şöyle devam etti olay; Sanki bizim yönlendirmemizden ya da bizim maruz kaldığımız şeyden çıkıp başka bir zemine oturdu ve bir anda İstanbul kültür başkenti iken nasıl bir sahne kapatabilirsiniz dendi ve o zamanlar televizyonlarda daha çok konuşulabiliyordu böyle şeyler hatta kendi tabanları da eleştirebiliyordu o yüzden o dönemde bir yanda belediyeye bir baskıda oldu kapatamazsınız diye. Çok acayip şimdi olsa kimsenin sesi çıkmayacak di mi?

Yiğit Sertdemir: Belli olmaz.

GK: Yani başına gelmiş en büyük şey buydu. Çok kısa bir sürede kapatıldı, yangın merdiveniniz yok aslında o yüzden kapattık dendi. Biz zaten yapıyorduk. Yeni açılmıştık, onu hızlandırdık. Yangın merdiveni yapıldı. Bir anda; bakın işte açtık dendi, açıldı. Ruhsat verildi herhalde tarihin en hızlı ruhsat alan tiyatrosuydu.

: Yani daha önce de bir kapanma tehlikesiyle karşılaştı

GK: Evet, sadece burası özelinde bir mühürlenme olayı olmuştu. Başına gelen en büyük şey buydu aslında. Çok şey yaşandı tabii, 10 sene az bir zaman değil. Beyoğlu gibi bir yerde hala bunu sürdürebiliyor olmak bütün bu zamanda yaşadığımız, öğrendiğimiz, vazgeçtiğiniz bir sürü şey oldu aslında.

HŞ: Peki Beyoğlu’nda senelerdir kalmanızın nedeni acaba ‘’hayır biz buradan gitmeyeceğiz’’e mi döndü yoksa başka bir alternatif hiç düşünmediniz mi?

GK: Ona döndü aslında çünkü 4 sene önce galiba, acaba Beyoğlu’ndan çıksak mı dedik. Bombaların patladığı güvenlik konusunun problem olduğu zamanlar. Artık Beyoğlu’na kimsenin gelmediği ve hızla değiştirildiği bir dönemde gerçekten çok kötü bir sezon geçirdik. Burada devam edemeyeceğiz galiba dedik. O sezonun nasıl atlattık bilmiyorum. Yine, ne yapacağız kapatılım mı? Herkes Kadıköy’de oraya mı gidelim diye konuşuyorduk. Ama herkesin Kadıköy’de oluşu da bir yandan iyi gelmiyordu. Çünkü Beyoğlu’ndan kaçıyormuşuz gibi de bir his vardı. O zaman konuştuğumuzu hatırlıyorum. Gidelim mi gitmeyelim mi diye ama sonra da biliyorduk ki kimse kalmayacak. Sonradan dönüp Beyoğlu’nda bir yer açmak da kolay bir şey değil ve gitmeyelim ya bunu atlatmaya çalışalım, elbet değişecek dedik ve ertesi sene müthiş bir sezon yaşadık. Yani belki de en yüksek sezonumuzdu. O zaman da aslında acele etmediğimiz ve böyle düşündüğümüz için de memnun olmuştuk..

HŞ: Şimdi Kumbaracı50 dışında bir şey sormak istiyorum. İstanbul’da yaşamayan ve hiç alternatif sahnede oyun seyretmemiş birine alternatif sahneyi nasıl anlatırsınız. Nedir alışık olduğumuz İtalyan sahneden farkları?

YS: Alternatif sahne ya da bağımsız sahne sadece sahneyi mimari anlamda ele almıyor. Bir yandan da sahnenin yanına seyir meselesini koyduğu için o seyir pratiğini de değiştirmiş oluyor. Aslında özünde oynanış alanını değiştirdiği kadar seyir alanında belirlediği için bilindik seyir biçimine, bilindik seyir biçimi dediğimiz de gelenekten gelen ve neredeyse yüzyıllardır devam eden bir seyir şekli vardır. Birileri oynuyor ve sen seyirci olarak belli bir mesafeden ona bakıyorsun. O bakma şekli, uzun yıllar kurumsallaşma ile de beraber tiyatronun çerçeve sahne dediğimiz oyuncunun yukarıda önünde bazen perde olan, seyircinin daha uzakta geride konforlu koltuklarda ve tek aks dediğimiz tek yöne doğru baktığı yani bir ekrana bakar gibi baktığı bir seyir biçimi vardır. Tabii ki bunu 2000’li yıllar başlatmadı. Bunun izlerini 60’larda da görüyoruz, 70’lerde de görüyoruz. 80 darbesinden sonra da bu tür denemeler görüyoruz. Bu seyir biçimi alternatif ismini almakta haklı mı değil mi hala tartışılan bir şey. Alternatif olarak ne diyoruz. Alternatif var olanı ve genelgeçer kabul görmüş olanın dışında kalan demek birazcık . Yani Edison ise ana akım, Tesla da alternatif oluyor aslında. O yüzden bu biçimi anlatmaya çalışırken hem seyir biçimi değişmiş oluyor çünkü birincisi oyuncu ile aramdaki mesafe bir ölçekten başka bir ölçeğe çekilmiş oluyor. Bazı salonlarda oyuncunun yüzünü bile doğru düzgün algılayamazken burada terini de görüyorsun hatta kokusunu da duyuyorsun oyuncunun. Bazı oyunlarda özel olarak tercih etmiş parfümler bile olabiliyor. Gerçek Hayattan Alınmıştır oyununda Tomi’nin (Tomris İncer) özel olarak seçilmiş bir parfümü vardı rol için seçilmiş. Aynı zamanda oyuncuların eyleminin dışında seyircinin de aktif olmasından kaynaklanan, tiyatro insana ne yapar, nasıl dönüştürülür? Gibi bir sorunun yanıtlarını arağinız bir ortak eylemlik hali daha belirgin olmuş oluyor. Ayrıca yine çerçeve sahnenin getirdiği konfor diyelim, sabit bir koltukta oturmak koltuğun numarası olması, o koltuğun rahat olması gibi şeyler bu tür mekanlarda daha ziyade değişen oyun ve seyir alanları ile beraber değişen sandalyeler demek oluyor. Çoğu alternatif diye adlandırılan mekanda koltuk numarası da yoktur mesela yani daha merkeze toplayan daha bildiği akışı değiştirmeyi, bildiği seyir halini terk etmesini talep ettiği bir deneyim.

HŞ: Pandemi sürecine gelecek olursak, tekrar sahneyi kapatma kararı aldınız. Bu süreç nasıl gidiyor?

GK: Resmi olarak kapatılmadı tiyatrolar biraz tercihe kaldı diyelim. Biz aslında açarken de her an yine böyle bir şey de karşı karşıya kalabileceğimizi tahmin ediyorduk. Herkes gibi artık bu tür konularda daha esnek düşünebilme yetimiz var bence. Burada farklı olan resmi olarak kapatılmadan bu kararı bizim vermemiz oldu. Birkaç sahne var bu kararı veren ama açık kalmayı da tercih edenler var. Kendi bakış açımızdan şöyle diyebilirim; aslında bütün önlemleri almıştık ama buna rağmen bütün önlemleri alsanız da, burası çok korunaklı gelin şu oyunu oynuyoruz gibi bir duyuruyu artık gönül rahatlığı ile yapamamaya başladık. Çünkü son haberleri izledikçe, bir yanımız evde kalınması gerekiyor diye düşünürken bir yandan da hayır oyunda oynayabilmeliyiz dedik. Kendi içimizde bir çatışma oldu. Daha doğrusunun hangisi olduğunu düşünüp, 2 gün kala premier de erteleyerek böyle bir karar verdik ama bu demek değil ki oynayan sahneler ya da kapatmayan sahneler bunu göz ardı ediyor. Herkesin kendi açısından değerlendirebileceği bir şey. Kimsenin de birbirini suçlamaya hakkının olmadığını düşünüyorum. O yüzden böyle bir karar verdik belli bir tarihi yok. Gidişata göre artık açabiliriz dediğimiz noktada herhalde açacağız. Bütün oyunlar durdu atölyeleri de durdurduk. Şu anda teması en aza indirmenin en doğrusu olduğunu düşünüyoruz. Yani hem kendi ekibimiz açısından hem insanların açısından hareketi azaltmak.

HŞ: Ekip için uzun süre evlerde kalındıktan sonra provaya girmek nasıldı?

GK: Ben premier yaptıktan sonraki gün şimdi ne olacak gibi bir büyük bir boşluğa düştüm. Anladım ki aslında provalar daha devam etsin istiyormuşum. Çünkü ne güzel oyalanıyorduk ya gibi bir hissim oldu. O süreç bitince başka şeylerle tekrar yüzleşip, başka şeyleri düşünme, kararlar verme, işletmeye çalışma, yönlendirme gibi daha büyük şeylere tekrar dönmüş olduk. Biz genel olarak prova sürecini çok sevdiğimiz için bana gerçekten çok iyi geldi. Küçük de bir ekip kurmuştuk, sadece o ekiple temas halindeydik. O yüzden de rahat bir prova süreciydi. İki kere oynayabildik ama iyi ki provadaydık diyebiliyorum.

YS: Oyunculuk ya da prova pratiğini benzetmek gerekirse bisiklete binmek gibi tabii insan hemen unutmuyor ama her anlamda kondisyonun azalmış olduğu muhakkak. Sonuçta ara vermeden yani pandemi gelmeden önce en azından ben kendi adıma ayda 15 ila 20 oyun oynuyordum şimdi birden o kesildi. Bir de bilindik seyir alışkanlıklarını yerle yeksan eyleyen bir koşulun içerisindeyiz. O yüzden bu koşullarla seyredilirken nasıl bir konsantrasyon oluşturulması gerektiği, nasıl bir seyir daveti olması gerektiği, seyircilerin nasıl böyle bir konsantrasyon için kalıp da bir oyun seyredebileceği halen soru işaretleri taşıyor. Her böyle değişim dönemlerinde büyük toplumsal olayların sonrasında yahut içinden geçerken bu tür dalgalanmalar ve yeni arayışlar olmuştur muhakkak. Genelde Dünya Savaşları öncesi sırası ve sonrası arası sırası sonrası şeklinde gitmiş bu. Bizim coğrafya için de darbelerde görmüşüz bunu. Şimdi de aslında aşağı yukarı öyle bir şey yaşıyoruz ve bu da bir dünya savaşı sayılır Yani birbirleriyle savaşmıyor ülkeler belki ama ortak olarak bir şeyle savaşıyormuş gibiler. Tabii ki birbirleriyle savaşıyorlar da ‘’hayırda’’ buluşalım şeklinde bir savaştır inşallah. Öyle olduğu için başka bir tecrübe daveti var. O tecrübe davetine icabet edeceğiz de yanımızda ne getirelim diye bir soru işareti var çünkü bugüne kadar yanımızda taşıdığımız biriktirdiklerimiz birazcık boşa düşmüş gibi durum var. Öyle olunca da insan, ne yapmışız ki de şimdi gibi bir duruma düşüyor doğrusu. O yüzden oyuncu olarak tuhaf bir tecrübe olacağı kesin ama bu tuhaflığı bir şeye dönüştürmek gerekiyor onun için de tecrübe etmek gerekiyor ama tecrübe edemiyoruz. Tuhaftan daha acındırmayan bir sözcük bulamıyorum şu anda tuhafta kaldım o yüzden. Tuhaf bir durumun içerisinden geçiyoruz.

GK: Bu prova süreci çok garipti. Mesela bir türlü aklımızda tutamıyoruz hiç bir şeyi. O da tuhaftı bence. Yani ezber yapamıyoruz, sürekli unutuyoruz. Buna nasıl karar vermiştik diyoruz, hatırlamıyoruz. Ama bir süre sonra sadece ben değilim, o da öyle, o da öyle dedik. Ezber yapmaya çalışıyoruz bir araya gelip. Bence bu dönemin müthiş bir zihin dağınıklığı sonucu var. Odaklanamamak, zihnin sürekli dağınık olması.. Çünkü çok büyük problemlerle uğraşıyoruz ve o büyük problemleri günlük rutinimizi yaşarken beynimizin arkasına atıp yaşamaya çalışıyoruz ki yoksa ezileceğiz altında. Onlar hep arkada durduğu için yeni gelen şeylerle gerçekten bir savaş halinde oluyoruz. Hep bir kaygı baskılıyor sizi. Bunlar da bence odaklanamama ve acayip bir zihin dağınıklığı ve unutkanlığa yol açıyor. Sadece bizde olduğunu zannetmiyorum. Bunun genel olarak insanlarda olduğunu düşünüyorum. Çalışan insanlar da aynı şeyi hissediyordur.

HŞ: Koşullar üretim sürecini etkiliyor diyebilir miyiz o zaman?

GK: Evet kesinlikle öyle. Etkilenmemesi zaten mümkün değil aslında yaptığımız işin içeriği de etkileniyor. Yapma biçimimiz de etkileniyor. Hikaye anlatmaya dönmemizin sebebi de o bence. Anlatıcı formuna geçmek bu dönem için daha uygun geldi bize. Böyle bir ortamda ben ne anlatabilirim ki diye de düşünüyorsun. Yani şu anda ne anlatırsam bana da iyi gelir, seyredene de iyi gelir, duyana da iyi gelir. Çünkü bütün bunlardan bağımsız çok ilgisiz bir şey üzerinden de gidemiyor insan.

YS: Tiyatronun diğer sanatlardan çok rahat baskın olan biricik bir özelliği var. ‘’Şu an’’ koşulu var. Ortak paydaş var üreten ile alımlayan arasında. Oyuncu ile seyirci arasında şu an koşulu baskın. Baskın koşulu bazen büyük ölçüde yazdırırsın. Mekana özgü işlerde görürüz bunu bazen de dijital işlerde görürüz. Bazen çok minimumda tutarsın. Ama şu an koşulumuz bunu reddedemeyeceği bir koşul. Kişinin o günkü ruhsal durumuna bağlı olarak oyundan aldığı lezzet değişebilir de, dünyanın coğrafyanın seyir biçiminin de değişmiş olması hasebiyle içinden geçtiği psikolojik fiziksel koşul herkese yansımışken seyir etkinliği, tiyatro bundan tabii ki çok ciddi etkileniyor. Televizyona baktığın zaman kimseyi maskeli görmüyorsun. Aslında öyle bir dünya yok bugün çekiliyor, geçen hafta çekilmiş oluyor ama öyle değilmiş gibi devam eden bir evren var orada. Ama bu tiyatro etkinliği televizyon etkinliği değil. Canlı yayın bile olsa televizyonda rastladığın, tiyatro etkinliği bunun çok ötesinde. Bu üretimin içindeki kişiler, yazarı, yönetmeni, tasarlayanı, oyuncusu ve dolayısıyla en başta seyircisi, şuan koşulunun baskın olduğu bir etkileşim içindeler. Bir şeyin içinden geçerken o içinden geçtiğin şeyle ilgili sağlıklı cümle kurman pek mümkün değildir önce bir mesafe girmesi gerekir ki daha sağlıklı bakabilesin. Bak şurada hata yapmışım şurada doğru da bir yola girmişim falan gibi cümleler kurasın. Şuan öyle bir geçiş döneminde olduğumuz için etkinliği tarif etmekte zor. O yüzden tecrübe etmen lazım ki bir dakika buradan bir yol var bak şuradan yeni bir dil doğuyor diyebilesin. Ama bir yandan da tecrübe etmemen için maddi manevi fiziksel psikolojik tüm koşullar seni bir yere doğru itiyor. Çok bariz bir şey var insanların sağlığı söz konusu. Bu bir iç savaş yahut savaş sırasında kişilerin sığınaklara kapanıp bir yandan prova yapmaya gayret etmesinden çok farklı bir durum değil. Prova yapılabilir de seyirciye ulaşma anı çok başka bir an. Bugüne kadar ki pek çok eserde ve etkinlikte bunu görürüz. O yüzden biraz bocalamış durumda herkes. Bu çağın hikayesi şu olmalı meselelerinde bizim asla dahil olamayacağımız çok keskin sınırlar var. Sağlık.

GK: Ama yine de bizim bu sezon 2 yapım olarak seçtiğimiz hikayelere baktığınızda bugüne dair neyi içeriyor derseniz kesiştiği bir nokta var. Bence o da tesadüf değil. Bizim Gaye Boralıoğlu’nun hikayelerinden seçtiğimiz hikayelerde de daha çok tema yalnızlık üzerine. Demiryolu Hikayecileri de aynı. Çünkü bu dönemde hiç yalnız hissetmediğimiz kadar da yalnız hissettik. Bunu sadece bireysel olarak söylemiyorum. Bireysel yalnızlığı da çok yoğun yaşadık. Mesleki olarak da biz çok büyük değersizlik ve yalnızlık hissi ile boğuştuk uzun süre hala da boğuşuyoruz. Doğrudan pandemideki yalnızlık değil ama yalnızlık temasının baskın olduğu bir hikayeler bütünü var mesela iki yapımda da.

YS: Çünkü tiyatronun özü ya da bizim tiyatro olarak da 20 senedir yapmaya çalıştığınız şey bu. Bulunduğun yerden çağın hakkında, bulunduğun yeri unutmadan değerlendirmek. Bunun neticesi bazen 444 gibi bir belllek meselesi ile ilgili bir oyuna dönüştü bazen At Gözü gibi bir masala dönüştü. Şimdi de aynı koşulla, bakıyorum ve ne görüyorum yani bunu sadece sosyolojik saptamalarımızı yığalım anlamında değil öncelikli olarak ben ne hissediyorum cümlesini kurmayı atlamadan yapmaya gayret ettiğimiz için farkında olarak ya da olmayarak zaten buraya doğru geldik. Yani seçimimiz bilinçli de buluştuğu noktalar bilinçli diyemem.

HŞ: Bir de tiyatro şu anın gerçekliğini hiç unutturmuyor. TV’de izlediğiniz hiç bir dizi de maske takılmıyor. Orada hayat normal devam ediyor. Ama bir tiyatroya oyun seyretmeye geldiğinizde, sadece sandalyelerin arasındaki mesafe bile sizi o anın gerçekliğine tekrar getiriyor. Bu koşullar seyircinin de henüz tecrübe etmediği bir şey.

GK: Evet. Bütün bu bilgilerle seyretmeye çalışıyor aslında. Ya da içinde bulunduğu koşullarla seyrediyor. Düşünsene oyun seyretmeye geliyorsun, oyunlarda birilerinin öksürük krizine girmesi çok normal bir şeydir mesela ama şimdi böyle bir şey olduğunda büyük bir reaksiyon oluşabiliyor bununla ilgili.

HŞ: Seyircinin üç taraflı oturduğu oyunlarda, sahnede olan oyuncu herkesin nefesini soluyor, bence bu da şu anki koşullar için tedirgin edici.

YS: Aslında şöyle tuhaf bir benzetme yapmak mümkün, sahnedeki oyuncu maske takmıyor. Oyunun kendi gerçekliği itibariyle ama seyirci takıyor. Öyle olunca sahnede ki oyuncu bence şöyle bir hisle de bu paydaşlığı taşıyor. Sanki tıbbi bir operasyon var. Etrafı doktorlarla, hemşirelerle çevrili birazdan kendisine bir işlem yapılacak. Çünkü odakta zaten herkes ona bakmakta ve çevresindeki o maskeli kişiler zaten onu yaşatmak üzere oradalar. Bir yandan işin böyle tuhaf bir benzeme durumu da oluyor. Arena’da ortaya aslanlar ile savaşmak üzere sahaya inmiş oyuncuları yukarıdan seyreden kişiler de olabilirdi bu insanlar. Ama hayır, burada gayet bilimsel olarak kendilerini koruyan kişiler,oyuncularında korunmaya muhtaç olduğu bir noktada aslında tedavi için oradalar ama tedavi ederlerken bir yandan kendileri de tedavi olmuş oluyorlar başka bir anlamda. O yüzden tuhaf bir süreç, görsel olarak da tuhaf.

HŞ: Peki destek kampanyasından bahsedecek olursak, nasıl başladı ve nasıl devam ediyor?

GK: Nasıl başladı..

YS: 2009’a dön çünkü onu soruyor aslında

HŞ: Evet bir yandan da, açılıştaki ‘’duvarda çivin olsun’’ şu anda ‘’duvarda izin olsun’’ kampanyasına dönüşmüş durumda. Ama 2009’da sizin kitlesel fon desteğinden haberiniz yoktu galiba?

GK: Öyle bir alanda yoktu aslında. Ben hatırlıyorum duvarda çivin olsun bültenlerini CD ye basıp basına yolluyorduk. Sosyal medya hiç yoktu. Ulaşabileceğimiz alan ve yayılma imkanımız insanlarlaydı.

YS: Kulak gazetesi.

GK: Kulak gazetesi, çevremiz, böyle bir sahnenin oluşması için destek vermek isteyenler ve basındı. Ben hatırlıyorum biz burayı açarken basın gelmişti. Şimdi çok zor böyle yerlere kamera getirmek.

HŞ: Neden?

GK: Yok, gazete mantığı da değişti. Bu çağın da getirdiği bir şey tabii.

HŞ: Ben bir esnafın dükkanın kapatması haber oluyorken bir tiyatronun destek çağrısının haber olmamasını anlamıyorum. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?

GK: Çünkü tiyatro mesleği o kadar politik algılanıyor ki. Yani bir sürü şey de politik olmaya zorlanıyoruz ama tiyatro da bir sanat dalıdır, sahneler vardı, orada oyunlar oynanır gibi basit düşüncelerden tamamen çıkıp sadece politik olarak algılanmaya başladığı için bana tuhaf gelmiyor bunun haber yapılmaması. Eskiden biz kültür sanat programlarına bültenler yollardık, yeni oyunlara gelinirdi, röportaj yapılırdı. Basında çok fazla insan vardı.Davet ederdik oyunlara.O tamamen değişti. Bu bütün dünyada değişti diyemem mesela.

HŞ: Aslında bu yalnızlaştırılma hali çok önceden başlayan bir şey gibi.

GK: Evet çok öncesinden başladı ve bu süreçte gittikçe başka şekillerde de gösterildi. Zaten bütün sosyal hayatın maruz kaldığı sansür, ifade edememe durumu gittikçe içine finansal bir sansürü de katmaya başladı. Daha doğrusu o kadar görünür ki sorunlar bütün bunlarla boğuşmak durumunda kalmak ve hiç bir çözüme ulaşamıyor olmak zaten kendi içinde bir debelenmeye dönüşüyor.

YS: Şaşırtıcı değil ama tuhaf tabii ama şaşırmıyorum. Tiyatro denilince insanların aklına, insanların derken yanlış anlama olmasın, yaratılan çoğunluğun aklına hemen olumlu düşünceler gelmiyor. Sanatçının ne olduğu da değişti. Sanatçının saygınlığının kriterleri de değişti. Bu ülkede bir kültür politikası yok dendi , aksine bence çok bilinçli bir kültür politikası yürütüldü. Beyoğlu’nun değişmesinden tiyatrocuların bulunduğu noktaya fazla mesafe yok ikisi eşit gidiyor ya da televizyonlarda Kültür Sanat programları görmemen ile Twitter’da x konusu ile ilgili haber yapmaya kısıtlama getirilmesi arasında da bir fark yok. Belli bir kesim için – bunlar hep ağlıyorlar, belli bir kesim için -her şeye muhalif, belli bir kesim için -eylemsiz öyle oturduğu yerden konuşuyor dendi, belli bir kesim için -kendi başlarına çalıp söylüyorlar kimseye faydaları yok dendi. Bunların hiçbirine itiraz edemeyiz. Çünkü öylesi de vardır öylesi de vardır. Ayrıca Muhsin Ertuğrul’un da söylediği gibi seyircinin hükmü kesindir temyize gitmez. Ama bu seyredilen üzerindendir genelleme üzerinden değil. Bütün bu genellemelerin de dahil olduğu bir alanda üstelik dar bir alanda ısrarla üretmeye çalışıyor olmak bir yönden az önce sayılan her türlü sıfatı karşılamaya hazır olmak anlamına geliyor. Çünkü 10 senelik değişimin içerisinde sadece bunlar yok, Kültür Bakanlığı desteğinden muaf kalmakta söz konusu. Bu süreçte Gezi diye bir şey yaşadık. Az önce ondan bahsetmedik ama Gezi sürecinde de burasının bir kimliği vardı. Hala gururla tekrarlayabileceği bir kimliği. Mekanın içinde bulunduğu Beyoğlu sınırının değişmesi, diğer bütün tiyatroların bir yere doğru toplanıyor oluşu, kültürel etkinlik kapsamında giderek dar alanlara itiliyor oluşu, televizyonda reyting sisteminin değişmesi ve sermaye üzerinden işler yapıldığı için artık Kamu Spotu kadar bile kendine yer bulamıyor oluşu, zaman içerisinde bunu dert edecek bu anlamda da her şeye rağmen üretmek öyle bir programı yapmak isteyecek herhangi bir kesimin orada kendine varoluş için bir alan bulamıyor oluşu, bütün bunları hazırladı. Sadece kültür sanat alanında bunu görmüyoruz. Hukuk alanında da görüyoruz. Basında da görüyoruz aynı şeyi bir sürü sıkıntı yaşıyor insanlar ve kendi cümlelerini özgürce dile getiremiyorlar. Hal böyleyken bu pis tiyatrocular, kaka çocuklar da hala o aynı yerde duruyor ve dolayısı ile bütün bu etkinliklere ‘’ya dur şimdi insanlar can derdinde’’ diye yaklaşılıyor. Burada da tabii ki hem biz de tiyatrocular da kendini anlatmakla ilgili kendini tarif etmekle, kendini ulaştırmak ile ilgili bazı sıkıntıları var. Hem de toplumun yönlendirdiği bakış açısı ile ilgili sıkıntılar var. Bu da böyle bugünden yarına dünden bugüne olmuş bir şey değil maalesef. Zaman içerisinde oluştu ama zaman içerisinde de yine burada anlatılan hikayeler sayesinde bu süreç devam edecek. Kampanya bu kadar destek gelmesin altında bence o yatıyor. Bu hikayeleri anlatmanızı arzu ediyoruz çünkü dinlemeye bizim de ihtiyacımız var. Birileri de bizim hikayemizi anlatsın gibi bir şeye ihtiyaç var.

GK: Bu arada biz sanki tiyatro seyircisi çok büyük bir oranmış gibi konuşup duruyoruz ama tiyatroya hiç gitmeyen oran çok fazla. Yüzde 82’lik bir oran var. O kadar küçük ki o yüzden bizim etki ettiğimiz alan. Belki o yüzden sorunlar çözülmüyor. Bizim boğuşmamız birilerinin de işine geliyor, belki sosyal hayatta yeri olan bir şey değil tiyatro. O yüzden kıyaslayamıyoruz. Avrupa’daki orta sınıf insan sürekli konsere, tiyatroya, operaya, baleye gidiyor. Yani zaten öyle bir kültürleri var. Burada öyle bir şey olmadığı için tercih edip, tiyatroyu sevip, sürekli takip eden kitle gerçekten çok küçük ama o kitlenin de sahiplenme duygusu çok yüksek. Kampanyanın bir anda patlaması ve çok hızlı bir şekilde hedefine ulaşıp aşması da aynı sebepten diye düşünüyorum.

HŞ: Siz aynı zamanda desteğin bir kısmını talep eden 8 tiyatroyla paylaşma kararı aldınız değil mi? Bir de pandemi sürecinde fongogo üzerinden destek kampanyası başlatan ilk tiyatrosunuz.

GK: Evet. Aslında biz bir hedef koyduk ama o hedef gerçekte bizim ihtiyacımız olanın çok altındaydı. Hem bu sezonun böyle geçeceğini ön görüyorduk. Hem de geçmişten zaten biriken bizi çok zorlayan finansal durumlar vardı. Yine de bunun tamamını oraya koyup o hedefi toplamaya çalışmak istemedik. Bizim buna ihtiyacımız var, hepsini de sizden talep ediyoruz gibi bir hedef koymak da istemedik ama en azından çarkın dönmesini sağlayabilecek bir miktarı belirleyip oraya hedef koyup bunu gerçekleştirmek istedik ve bir günde yüzde ellisi tamamlanmıştı zaten ve 8 günde hedefin tamamına ulaştık bu çok şaşkınlık verici bir şeydi ve çok mutlu etti bizi. Fongogo da çok şaşırdı. Çünkü onların da ilk kez gördüğüm bir şeydi. Müthiş bir sahiplenme ve o hedefi gerçekleştirmek üzerine bir şey başladı. Biz ilk kampanya duyurusunu yaptık ve bir daha o duyuruyu yapmaya gerek duymadık öyle söyleyeyim. Çünkü o kadar çok yayıldı ki yani bizden çıktı durum başka bir şey de dönüştü. O dönüştüğü şey çok mutlu etti bizi ve bir çok insanı. Belki bize destek oluyordu ama özellikle meslektaşlarımıza, tiyatro emekçilerine, tiyatronun herhangi bir alanında çalışan herkese dokunduğuna eminim. Çünkü birilerinin görüyor ve sahipleniyor olması duygusuna çok ihtiyacımız vardı o dönemde.Biz de aslında aynı duygu ile dönüştürdük. Tamam bir kampanya başlattık o da hedefine ulaştı, belki daha fazla potansiyeli de var. O potansiyeli Kumbaracı50’nin doğum gününden (2 Kasım) sonra gelen bütün destekleri de benim kiramı ödemek için desteğe ihtiyacım var diye talepte bulunan sahnelerle paylaşmaya dönüştürdük. Orada talep eden 8 sahne vardı.

HŞ: Peki hiç bu destek kampanyası olmasaydı ne olacaktı? Kapanacak mıydı?

YS: Kapanmak zorunda kalacaktı. Yani bir süre daha devam ederdi. Bir süre daha dediğim bir ay ya da iki ay ama kapanmak zorunda kalırdı diye tahmin ediyorum. Çünkü bir gelir elde etme şansımız da zaten yok. O yüzden belki bu kampanyanın maddi destekten çok daha fazla bir motivasyon kaynağı yarattı kesin.

HŞ: Sizce bu süreçte ne olması gerekiyordu? Ne yapılsaydı bir çok tiyatro bu duruma düşmezdi? Sizin çözüm öneriniz nedir?

YS: Bütçe ayrılması gerekiliyordu. Bu kadar.

GK: Diğer bütün ülkelerin yaptığı gibi.

YS: Bu bütçeyi ayırırken de, bunu yapmak zorunda olduğunun, vazifesinin bu olduğunun bilincinde olarak ve koşullar gereği de bu sorumluluğun daha ziyade ona düştüğünün bilincinde olarak, sektörün varsa eğer bir tiyatro sektörü, durduğunun gayet bilincinde olarak ve ayırt etmeksizin önemli olan kısım o ve destek verdiği için de bir şeyler talep etmeksizin bir düzenlemeye gidip buna bütçe çıkarması gerekiyordu. Pek çok bütçeyi müsaade edildi. Ama bir zincir var ve o zincirde görünür olmak ve ulaşmak zor. Tiyatrocular, tiyatroyla ilgilenen herkes zaten belirsiz bir iklimde olduğunu kabullenerek bu yola çıkıyor. Düşe kalka da olsa bu yolda dayanaşarak mücadelesini sürdürüyor. Yine mücadelesini sürdürecek bir şekilde. Ama bunun çözümü anında müdahale etmekti.

GK: Şöyle bir bakış açısı da var. Burada tiyatroyu ayırarak konuşmak istemiyorum. Birinin şarkı söyleyip para kazanıyor olmasına şaşırıyor mesela. Söyle işte, aç diyor albümlerini bedava yok mu? Arşivinizi açın da seyredelim diyor mesela. Telif hakkının bu kadar algılanmadığı bir ülkede bizim yaptığımız her işin bu kadar karşılıksız olması şaşırılacak bir şey deği. Üreten herkesin karşı karşıya kaldığı bir algı var. O algıda bunun parasal bir karşılığının olmadığını düşünüyor. Karşımızda böyle bir çoğunluk var dolayısyla yöneten de, ilgili bakanlıkta burayla çok ilgilenmiyor. Yani çok şey çözümsüz kalıyor.

HŞ: Birçok alanda online’e geçildi artık. Pandemi sürecinin ve sosyal mesafe kurallarının da etkisiyle. Sahne sanatları da artık oraya taşınmaya başladı. Bununla ilgili ne düşünüyorsunuz?

YS: Ben olumsuz bakıyorum diyemem. Oradaki arayış çok değerli. Bu arayışı belki de bu sürecin bir kazanımı olacak şekilde değerlendirmek mümkün. Bu tiyatro değil cümlesini kurmaya başladınız yerde şunu unutmamak gerekiyor; Bu pandemi süreci geçtiğinde o çok özlediğimiz beraber olma, birlikte olma hali, beraberce bir şeye gülebilmek, birbirinin nefesini duyabilmeyi özleyeceğiz. Bir oyunun kaydının izleniyor oluşu bir oyun seyrettiğiniz anlamına gelmiyor. Yani bir online tiyatro demek değil o. Etkileşimin ve şuan koşulunun olması gerekiyor. Etkileşim dediğim şey ise şu kadar basit bir şey; ben komedide bir şey yapıyorum ve seyirci gülüyor, seyirci güldüğü için durmak zorunda kalıyorum. Bunun olması bile bir etkileşim. Bunların olması için bir yol bulunabilirse online da kendine bir yer bulabilecek. O yüzden bunun da biraz zamana ihtiyacı var. Biraz yüzmeyi öğrenirken, çırpınarak yeni bir stil buluyormuşuz gibi oluyor.

Paylaş.

Yanıtla