Beliz Güçbilmez: Hiç Kimse Kendisinin Favori Yazarı Olamaz!

Pinterest LinkedIn Tumblr +

(Birgül Sevinçli’nin Beliz Güçbilmez ile yaptığı ve Gazete Duvar’da yayınlanan söyleşisini okurlarımızla paylaşıyoruz.)

Uzun yıllar öğretim üyesi olarak akademide görev yapan Profesör Dr. Beliz Güçbilmez, son yıllarda bilgi ve tecrübelerini atölye çalışmaları aracılığı ile paylaşıyor. Önceleri yüz yüze eğitim ile sadece Ankara’da başlayan bu atölyeler hem pandemi koşulları hem de yurdun pek çok noktasından gelen katılımcı talepleri ile bir süredir online atölyelere dönüştü.

Kitapları, “İroni ve Dram Sanatı” 2005, “Zaman Zemin Zuhur: Gerçekçi Türk Tiyatrosunda Minyatür Kurgusu” 2006 yılında okurları ile buluşan Güçbilmez’in sahnelenmiş oyunları ve kaleme aldığı pek çok bilimsel makalesi de bulunmakta. 2013 yılında “Çöl Oyunu”, 2006 yılında da “Kül Bellek- Frida” oyunları yayımlanmış, birçok eserin editörlüğünü ya da çevirmenliğini de yapmıştır.

Yıllarca üniversitelerde hocalık yaptınız, gençlere dersler verdiniz, şimdi üniversite gibi nispeten çerçevesi belli bir ortamın dışında yetişkinlere atölyeler yapıyor ve hocalığınıza devam ediyorsunuz. Muhtemel ki farklı yaş gruplarından fakat benzer hedeflere odaklı bir öğrenci kitleniz var şimdi. Akademideki öğrencileriniz ile şu anki öğrencileriniz arasındaki farklılığı nasıl değerlendirirsiniz?

Öğrenci ilginç bir sözcük. Hayatımda hiç kimse için “öğrencim” demedim. O kadar geçici bir pozisyonu, kendi dilimde de mülkiyet içeren bir yerden kalıcılaştırmadım yani. Bizim durumumuz ise kalıcı, önümüzden öğrenciler geçerken biz orada aynı sıfatla kalıyoruz. Onlar yürüyor, biz duruyor gibiyiz.

Üniversite öğrenciliği hayatın en parıltılı, en karmaşık, en öğretici dönemi. Liseden çıkıp gelen genç insanlar; yepyeni sosyalleşmeler, yeni bir hoca-öğrenci ilişkisi, şehir değiştirdiyse yeni bir hayat ve yeni özgürlükler, yeni fikirler, belki ilk aşk… Pek çok karşılaşmayı bir arada yaşıyor. Bu da onca değişiklik heyecanının ve huzursuzluğunun arasında derslere girip çıkmak demek. Okula hakkını verememeyi ifade eden o malum cümleyi, kendimden de biliyorum, öğrencilerden de defalarca duydum: “Keşke üniversiteyi şimdiki aklımla okusaydım”. Yani üniversitede karşınıza gelen öğrenci bölümün verdiği eğitimden olabildiğince faydalansın diye uğraşıyorsunuz ama o oradan geçerken ne kadarını alabiliyorsa o kadarını alıyor. Şimdilerde “haytalık hakkı” diyorum ben buna. Sonra o hakkı kendimize tanımaktan vazgeçtiğimiz yaşlara ve koşullara geliyoruz. Zaman kıymetleniyor. İsteklerimiz belirginleşiyor. Bu da “atölye katılımcısı”nı, karşısındaki eğitimcinin vereceği her şeyi almaya hazır bir zihin hâline getiriyor. Bu fark, her sözünüzün katmerlenmiş, çoğalan bir karşılığı olmasını sağlıyor. Ama fark sadece ders anlattığınız kişilerde değil. Ben de değiştim. Hocalığım da değişti. Arada not gibi, ders geçme, kredi doldurma gibi bir ilişki olmadığında, bürokrasi kalktığında, hiyerarşi de büyük ölçüde kalkıyor. O boşluğu, öğrenme heyecanı, birlikte üretme neşesi dolduruyor.

Atölye derslerine nasıl ve ne zaman başladınız, sizin için bu fikir ne tür bir ihtiyaçtan doğdu? Bugün üç aşamalı olarak devam eden atölyenin alt yapısını, içeriğini nasıl oluşturdunuz? Atölyelerin işleyişi nasıl? Başladığınız nokta ile bugün gelinen yer arasında fark var mı?

Her işte olduğu gibi deneyerek başladım aslında. Süreç, üniversiteden atıldıktan bir zaman sonra, önce çoğuyla tanışık olduğum az sayıda insanla bir araya gelmelerle başladı. Başlamak “zorundaydı” zira somut ve “dünyevi” gereksinimlerin yanı sıra o güne dek bende birikmiş olan ne varsa- işte kendi hocalarımın aktardıklarından, okunup bendekilerle birleşerek yeni bir içerik kazanarak oluşmuş bütün o yekûn- sırf siyasi konjonktür nedeniyle başka yere akıtılamadan bende kalıp çürüyecek, çöpe dönüşecekti. Beni en çok endişelendirenlerden biri bu oldu. Emanete iyi bakmamak gibi, dostlarla paylaşılabilecek bir yemeği çöpe dökmek gibi. Neredeyse üzerinde tek başıma karar hakkım olmayan bir emanetler toplamından, bir akışın sürmesini sağlayacak bir bağlantı noktasında olduğunu hissetmekten söz ediyorum. Akışın önündeki kör tıpayı söküp atmış gibi hissettim dersler başladığında. Kendimi değil, ama evet, birikeni önemsiyorum.

Aşamalar yavaş yavaş katılanların talepleri ve benim gördüğüm ihtiyaçlarla şekillendi. Ama kabaca diyebilirim ki, takip ettiğim çerçeveyi bir “metot, bu atölyeye özgü bir metot” hâline getirdiğim ve tam anlamıyla bir sisteme oturttuğum dönem pandemi zamanına denk geldi. Bu dönemde özellikle dar gruplarla yaptığımız “metotla öykü yazma” pratiğinin sürece müthiş bir katkısı oldu. Orada öğrendiklerim, dönüp ilk iki aşamanın eksiklerini tamamlamamı sağladı. Bu şu demek; ben buluşmalara elimde hazır notlarla girmediğim için zaten her atölye kendi akışını kuruyor. Çerçeve ve “mutlaka anlatılacaklar” değişmiyor ama o dönemde okuduklarım, izlediklerim, yeni öğrendiklerim, atölye içeriğine eklenmeye devam ediyor. Başka türlüsü elimden gelmiyor zaten. İyi yanı, bunun beni okumaktan alıkoyacak bir engel çıkmadığı sürece atölye içeriğinin sürekli yenilenerek, beni de “hep aynı şeyi anlatıyorum” diye kendimden sıkılmaktan kurtarması. Herhalde her seferinde bu kadar heyecanlanarak anlatmamı sağlayan bu. Buna şöyle bir örnek verebilirim belki; ilk zamanlar okuduğumuz öyküleri vesile ederek anlattığım teorik bilgilere, zaman içinde gelişen, neredeyse her yeni atölyede yeni bir alt başlık eklediğim “Kurmacalara Neden Muhtacız?” konusu, ilk atölyelerde neredeyse hiç yoktu. Atölyeye gösterilen ilgi sordurdu bu soruyu biraz da bana. Bu insanlar neden bu tür atölyelerle ilgileniyor, zaman ve emek harcıyor? Buna yanıt ararken aslında kurmacalara neden muhtaç olduğumuzu anladım gibi geliyor bana.

Hangi altyapıdan gelirse gelsin edebiyat, tiyatro, sinema tutkunu, kurmacaları seven, üreten ya da üretme arzusu taşıyan herkes katılımcı olabilir mi bu atölyelere?

İçerik, artık bu “herkes” dediğimiz katılımcı profiline tam olarak uydu sahiden. Bunu nasıl becerebilmiş olduğumuzu hâlâ tam olarak bilmiyorum ama hayatında ilk kez edebiyat teorisi dinleyen biri de, doktora tezini “anlatıbilim” üzerine yazmış biri de, birkaç romanı yayımlanmış biri de aynı dersten “Yeni bir bakış açısı kazandım, ufkum gelişti” diye çıkıyor. Sanırım ortaya çıkan yekûnda en gurur duyduğum yan bu. Anlattığınız şey üzerinde -çalışa çalışa- bir hâkimiyet kurduğunuzda onu herkese aktarabilecek duruma geliyorsunuz. Bu hepimizin bildiği bir şeydir; ama burada sanırım benim gönlümü okşayan, dersler sırasında kimsenin kendini dışarda kalmış, sıkılmış, anlamamış, zaten bildiklerinin tekrarıyla zaman kaybetmiş gibi hissetmemesi. Galiba bunu sağlayacak bir anlatım dili oluştu. Bunu bazen, çok aç olanın da, çok yemek seçenin de, gurmenin de zevk alabileceği, bittiğinde kendini hem doymuş hem iştahı açılmış hissedebileceği bir sofra kurabilmiş olmak gibi hayal diyorum. En çok buna seviniyorum.

Gelişen teknolojinin de desteği ile birçok fikir ve uğraşın gerek küçük topluluklar hâlinde yüz yüze gerekse online atölyelere dönüştüğünü biliyoruz. Son yıllarda bu kervana “Yaratıcı Yazarlık Atölyesi” başlığında yazma sevdalıları için açılan atölyeler de katıldı. Matematik ve fiziğin herkese öğretilebiliyor olmasına şaşırmayız fakat iş yazma eyleminin öğretilmesine gelince şöyle bir duraksıyoruz. Mümkün mü bu? Yani yazmanın gerçekten teknik dolayısıyla öğretilebilir bir yanı var mı?

Bu yaratıcı yazarlık meselesindeki “yaratıcı” sıfatı çok insanın kulağını tırmaladı tabii. Oraya doğru sorulan bütün sorular meşru. Bununla kast edilen şeyin “kurmaca” olduğunu düşünüyorum. Yoksa bir doktora tezinin de “yaratıcı” olmasını, bizi şaşırtmasını, o zamana kadar bildiklerimizi yeni bir bakış açısıyla sarsmasını bekleriz.

“Yaratıcı Yazarlık” benim için imgelerle – hadi kendi metodumun anahtar sözcükleriyle ifade edeyim- metaforlarla kurulan hikâye demek. Ve evet, “yaratıcı” kısmı bu durumda daha önce kurulmamış metaforları bulup çıkartmak demek. Bu noktada dönüp önceki yanıtlarıma baktım, sofra ve yemek metaforlarına mesela, bir şeyi daha iyi, daha berrak anlatabilmek için metaforlara başvurmak zihnimizin geliştirdiği bir hüner. O zihin hikâye kurmaya başladığında da elbette aynı yola başvuracak. Ben atölyelerde bu “kendiliğinden” sürecin, araştırılarak üzerine gidildiğinde ortaya ne çıkacağına bakıyorum. Hep yapı kurmak aşaması üzerinde duruyorum. Zira yazarlık atölyelerinde “yapılmaması” gereken şeylerle ilgili bir fikir de oluştu metotla, işin teknik yanıyla ilgilenirken. Eğitimler sırasında içerikle değil, biçimle ilgilenmek zorundayız. Resim yaparken anatomiden nasıl yararlanabileceğimizi öğreniriz ama resim dediğimiz sanatsal ifade, bundan ibaret değildir. Neyi resmedeceğini öğretemeyiz kimseye. Ama eğitim aşamasında formlarla ilgilenmeyi, onları görmeyi, ölçeklendirmeyi öğretebiliriz. Formu nasıl oluşturacağımızı. Mesela bir formu nasıl deforme edebileceğimizi bize kimse öğretemez çünkü orası sonsuzluk içerir. Oyun yazarlığında klasik dramatik yapı öğretilir gelenlere, sonra o formla ne yapacaklarını oyun yazarları kendileri bulur. Diyelim ki, “absürd oyun yazmak” diye bir ders başlığı oluşturmayız.

“Yazmak öğretilebilir mi?” meselesinde yine iki ayrı deneyimden söz edebilirim. Biri üniversiteler, konservatuvarlar, güzel sanatlar fakülteleri içinde verilen, uzun zamana yayılan eğitimler. Tiyatro bölümünde Dramatik Yazarlık Anasanat dalı hocası iken elbette dört yıllık çok geniş bir programın bir parçasıydım. Yirmi küsur yılım, bu tür bir eğitim planının içinde geçti. Orada hem zaman boldu hem de bölüm hocaları dört bir koldan öğrenciyi farklı yönlerden besliyordu. Fakat atölyelerde süre -ne kadar uzatırsanız uzatın- akademik eğitimle karşılaştırılamayacak kadar kısa. Dolayısıyla nasıl bir arka plandan geldiğini bilmediğiniz katılımcıları, olabildiğince yoğun bir içerikle, belirlediğiniz bir aşamaya taşımayı hedeflemeniz gerekiyor. O aşamayı tarif etmek her şeyden daha önemli gibi geliyor bana. Ben artık onun ne olduğunu iyi biliyorum. Her şey hakkında konuşamayacağımı, “her şeyi” anlatamayacağımı biliyorum. O nedenle kendi odağımdan sapmamak için, katılımcıları bazen “darıltmak” pahasına kendi çizdiğim çerçevenin içinde kalmaya azami çaba sarf ediyorum. Bilgi sonsuz. Hepsine sahip olamayacağımızı bildiğimiz hâlde, bir lokması için günlerimizi, gecelerimizi veriyoruz.

Üç aşaması olan -uzatmaları saymazsak yirmi altı saat süren- yani dakika hesabıyla yaklaşık bir güne tekabül eden bir eğitim bu. O yüzden de süreyi iyi kullanmak gerekiyor. Çünkü senelerce süren atölye programı fikri de doğru gelmiyor bana. Burada kritik nokta şu; mademki okumak ve yazmak en nihayetinde tek başımıza gerçekleştireceğimiz eylemler, insanlara özellikle de bir başlarına iken “nasıl öğreneceklerini” göstermekten başka bir yol yokmuş gibi geliyor bana. Atölyelere, editörlere, hocalara, mentorlara ihtiyaç duymayacakları kişisel öğrenme araçlarını sunmak demek bu. Ben gözümü buraya diktim. “Tersine Mühendislik” fikri de buradan çıktı. Bununla kast ettiğim şu; orada bir yerde, bayıldığımız o metinlere, hangi soruları sorarsak onlar bize “cevap” vermeye başlar; esasen bunun alıştırmalarını yapıyoruz. Ben sorulardan ve yanıtlardan örnekler veriyorum. Yarın bambaşka bir ihtiyaçla o metinlere kendi sorularını sorabilsinler ve o kurmacaların nasıl cömertçe yanıt verdiklerini görebilsinler diye. Bu evet, işin öğretilebilir yanı. Burada kalmak gerekiyor.

Yazmanın yetenek işi olduğu konusunda genel bir kanı da var. Yazmak esas olarak yeteneğe mi bağlıdır? Bu konuda nasıl bir yetenekten bahsediyoruz? Doğuştan mı gelir? Kaynakları nelerdir? Nasıl gelişir, nasıl güçlendirilir?

Ben, birtakım hastalıklar ve diyelim ki kemik yapısı dışında hiçbir şeyin doğuştan geldiğine inanmıyorum. Şuralardaki serüvenimiz başladığından beri neler, neler öğrendik. Senelerce yüksek mühendis olarak çalışmış biri hayatının bir noktasında mülteci olduğunda, bir çadırda yaşamayı, bir kampa yemek pişirmeyi, asgari ihtiyaçlarını karşılayarak günü bitirmeyi öğrenir. İnsan çok geçirgen ve çok dayanıklı bir tür. Bu sonsuz imkân ve kimlik demek. Lafın nereye gittiği belli oldu tabii. Yeteneğin sonuçları ile ilgilenip hayran oluyoruz ama arkasında ne olduğuna nadiren bakıyoruz. “Çok yetenekli” anlamıyla kullanageldiğimiz deha, romantik bir kavram. Sıfat olarak kullanmıyorum “romantik”i, tarihsel olarak romantik dönemin icadı yani. Arkasına Alman idealizmini alıp üretildi. Sanat yapıtının ardındaki “sanatçı” nosyonuna “herkesin başından daha yüksekte duran başlar” tanımı eklendi, “seçilmişlik”le, “tanrısallık”la bezendi. Bu da sanat yapıtının kitlelerle paylaşılabileceği ama yapıtın ancak öyle herkese nasip olmayacak çok özel yeteneklerle yaratılabildiği yargısını üretti. Üretimin maddi koşullarını, harcanan müthiş emeği gözlerden saklayan bir söylem bu. Materyalizmin savaşıp durduğu “özcülüğe” dâhil. Leonard Bernstein’ın hani şu dâhi Beethoven’ın 5. Senfonisi’nin eskizlerini gösterdiği bir televizyon programı var. Bir oturuşta, bir seferde yazılıp çıkılmış koca bir senfoni fikrini, bir kitabı dolduracak kadar çok taslakla, yazılıp karalanmış notalarla, yani müthiş bir çalışma ile ortaya çıktığını göstererek alaşağı ediyor. Asla daha az kıymetli değil. Tersine çok daha kıymetleniyor gözümüzde. Ezcümle demek istediğim, etkilendiğimiz sanat yapıtları kimin elinden çıkarsa çıksın arkasında hep büyük bir adanmışlık, başka şeylerden feragat ve muazzam bir emek var. Bir bilim insanının laboratuvarda, sorusuna yanıt bulmak için geçirdiği saatlerden hiç şikâyet etmemesi, giderek en çok bunu sevmesi gibi. Çalışmadan olmuyor. Evet, yetenek değil çalışma diyorum ben. Çalışmayı öğrenmek, çalışmaktan zevk almayı öğrenmek, çalışmanın yol açtığı yıkıcı yorgunluktan haz almak. Bunlar gerekiyor.

“Yaratıcılık, bilinci yoğunlaşmış insanın kendi dünyasıyla karşılaşmasıdır” diyor Rollo May, “Yaratma Cesareti” kitabında ve devam ediyor: “Her yaratma edimi, ilk önce bir yıkma edimidir.” Yaratıcılık niçin böylesine zor? Ve niye bu kadar çok cesaret gerektiriyor?

Önce Rollo May’e uzak bir noktadan başlayayım. Gündelik bilgi içinde bağrında korku taşımayan bir cesaret tahayyül etmek zor. Neredeyse “köşeli bir daire” tahayyül etmeye çalışmak gibi. Ama o daire aslında, tahayyül edilebilir- galiba Bergsoncu olmamakla birlikte azıcık Bergson’un “Yaratıcı Tekamül”ündeki tahayyül yöntemine yaslanıyorum bunu söylerken- ama bildiğimiz tanımlar içinde çizilemez. O çizilemezlik kısmı, biri çiz dese nasıl çizerim korkusu, tahayyülün önünü tıkıyor. Fakat kurmaca dünyasında öyle harikulade bir yerdeyiz ki, ben bir kâğıda “köşeli bir daire” söz öbeğini oluşturacak hurufatı yan yana dizdiğimde “köşeli bir daire” yaratmış olurum. Yani “yaratmak” için, mevcut dünya bilgisini ve onun kim bilir hangi geçersiz, sınanmamış ölçütlerle, yargılarla kurulmuş yapılabilirliklerini yıkmam gerekiyor. Düşüncenin ödevi de ereği de bu. Wittgenstein’ın “Tahayyül edilebilen; mümkündür de” sözünü biraz da buradan okuyorum. Bazen derslerde bunu hatırlatıyorum; sadece harfleri yan yana getirerek kurulmuş o çok kuvvetli evren fikrinden söz ediyoruz. Nasıl oluyor da o kargacık burgacık sembolleri yan yana dizdik diye, okuyanın kalbini ya da zihnini çelen, sayfalar boyunca ağlayıp gülmesine, heyecanlanmasına ya da kederlenmesine eşlik eden bir evren kuruyoruz, buradaki hayreti kaybetmemek gerekiyor.

Rollo May’in “bilinci yoğunlaşmış” insandan kastı ne? Ben, buna ısrar ya da sebat diyebilirim. Ama neyin ısrarı, ne için sebat? Hayata, dünyaya, evrene sorduğum bir soruda, ona yanıt bulana dek ısrar etmek. Soruyu ben üretmemiş olabilirim, dışardaki koşullar büyütmüş olabilir -yani “bana ne olacak?” sorusu da buna dâhildir- Rollo May’in kaygı ile yaratıcılık arasında kurduğu bağı hatırlıyorum bunu söylerken. Bilinç böyle durumlarda odaklanıyor -can havli ile gücümüzün bildiğimiz sınırlarını aşmak gibi- mesela benim yirmi yıl bir yazarlık bölümünde hocalık yaparken göremediğim, kuramadığım metodu, atıldıktan sonra verdiğim atölyelerde kurmam gibi. Yine aynı sözün ikinci yarısındaki iddia -“kendi dünyasıyla karşılaşması”- bunu da “kendi zihni ve sınırsızlığıyla karşılaşması” diye okuyorum. Orada zihin kendi çalışma prensibine yoğunlaşıyor ve sizi, siz fak etmeden devreden çıkarıyor. Buna “akış” demeyi seviyorum. Bilinçdışı falan değil bu, kendinizi zihninizin akışına bırakıyorsunuz, ona ezber ettiğiniz ve sınamadığınız engellemeler çıkartmadığınız sürece, sizi o taşıyor. Neredeyse zihniniz çalışırken bir tarafa çekilip onun işini yapmasını izliyorsunuz. Başka yerlerde de anlattım, oyunculuk eğitiminde oyunculara sahnedeyken “Düşünme, yap!” der hocalar. Cümleyi yanlış kuruyorlar bana kalırsa. “Bir kez ne yapması gerektiğini öğrettiysen şimdi kendini zihnine bırakabilirsin” demeleri gerekiyor, anlaşılabilmesi için. Bildik sınırlarınla müdahale etme ki, seni “yeni” bir yere çıkartabilsin zihnin. Bu akışın sonunda ortaya çıkandan etkilenmemek olanaksız. Ama bu bir yöntem ve sahiden yapa yapa, çalışa çalışa öğrenmek gerekiyor.

Ve son olarak şu; insanın korkusuyla, sınırlarıyla karşılaşması çok zor ve yazmaya başlamak bizi tam olarak bu karşılaşmanın önüne getirip bırakıyor. Şunu baştan kabul ediyoruz galiba; her şeye rağmen kendimizi hayal kırıklığına uğratmama ihtimalimiz yok. Hiç kimse kendisinin favori yazarı olamaz -hatta olmamalı herhalde, sadece edep erkân yüzünden değil, bir tür hastalık ya da aşırı ufuk darlığı derdik herhalde ona-. Dolayısıyla, yazdığımızla karşılaşmak da onu başkalarıyla karşılaştırmak da hep o an için, o koşullarda, o deneyimle yapabildiğimizin -gelecekte aşılabilir- en iyisine gönül indirebilmek demek.

“Tersine Mühendislik: Yazmak için Okumak” üç aşamalı yaratıcı yazarlık programınızın ilk aşaması olarak tasarlanmış. Nitelikli yapıtlar ortaya koymuş tüm yazarların aynı zamanda esaslı da birer okur olduğunu görüyoruz. Bu ilk adım bize yazmak için önce iyi bir okur olmak gerekir mesajı mı veriyor? Sizce kime iyi okur demeliyiz? Nasıl bir okuma biçimi yazana da okuyana da farklılık katıyor?

Bir uzun yol sürücüsünün yanında oturan şoför, bir basketbol maçı izleyen basketbolcu… Hem yoldan ya da oyundan zevk alıyor hem de birinin hünerine, becerisine, özel stratejisine bakıyor. Peki gösteri alanına geçelim; bir illüzyonistin gösterisini izleyen bir illüzyonist tiyatro oyunu izleyen bir oyuncu, film izleyen bir yönetmen… Burada sanat yapıtı ile karşılaşma değişiyor. Tiyatro alanında çalışıyorsanız bir yandan oyunu takip ediyor, bir yandan da oyuncunun sergilediği hüneri, yönetmenin seçimlerini izliyorsunuz. Şimdi buna bir yazarın ya da yazmak isteyen birinin, roman okumasını ekleyelim. Yazar, o romanı neyin, nasıl yapıldığına ilişkin bir farkındalıkla okuyabilir, kendi notlarını alır, stratejileri, seçimleri görür. Kendimizi bu hâle getirmeye çalışıyoruz bu ilk aşamada. Ama sadece yazmak isteyenler için değil bu öneri.

Okurluk obezitesi dediğim bir şey var. Her çıkanı okumaya çalışmak gibi. Bunun zaten imkânsız olduğunu hatırlatmalıyız kendimize. Zaten seçmek, elemek, azaltmak zorundayız. Üstünkörü, bir iki ay sonra hatırlayamayacağımız hikâye çizgileri boyunca akıp gidiyoruz. Benim önerim ise hep bizi çarpan kurmacaları, neden çarptığını anlamak için tekrar tekrar okumak. O yan yana dizilmiş harflerle ne başarılmış ki, bizi alt üst edebiliyor? İkinci kez en çok bunu görmek için, zihnimizde bu soruyla okumak. Bunun o masif bütünlüğün nasıl oluşturulduğunu, tasarımı görmemizi sağlayan olağanüstü, heyecan verici bir keşif alanı olduğunu fark ettiğimizde başlıyor benim için “sahici” okurluk. Çünkü hiçbir kurmaca sadece olay dizisinden, olup bitenlerden ibaret değildir. Öyle olsaydı heyecan uyandıran bir vakayı aktaran haber metinlerini de edebiyattan sayabilirdik. Fazlasını gördüğümüz ve kurduğumuz yerde edebiyat dünyasına giriyoruz.

Tabağı boş göndermek olmaz. Aynı Rukeyser’in “Kral Oidipus” tragedyasına atıfla yazdığı “Mit” başlıklı bir şiiri var. Bağlam şu; Oidipus Sfeks’in bilmecesini bilir ve Thebai’nin başına ve sadece kraliçe zannettiği annesinin yatağına “atanır”. Zaferle yıkım iç içe. Sfenks mitin içinde de dişil bir ögedir. Rukeyser’in şiiri yazdığı moment belli ki her şeyin ortaya çıktığı sürgün zamanına ait. Ve bakalım, “neden ama?” diye soran Oidipus’a ne dedirtiyor Rukeyser, Sfenks’in ağzından?

“Epey zaman sonra Oedipus yollara düştü, yaşlı ve kör. Burnuna tanıdık bir koku geldi. Sfenks. Oedipus dedi ki “Tek bir soru soracağım. Annemi neden tanımadım?”. “Yanlıştı verdiğin cevap” dedi Sfenks. “Ama her şeyi mümkün kılan o cevaptı” dedi Oedipus. “Sabah dört, öğlen iki ve akşam da üçayakla yürüyen kimdir diye sorduğumda, “insanoğlu” dedin sen. Kadınlardan ama hiç söz etmedin” “İnsanoğlu dediğinde”, dedi Oedipus, “kadınları da kastedersin. Herkes bilir bunu” “Sana öyle geliyor” dedi Sfenks.

Şimdi bu bütün zamanları kapsayışıyla evren değilse, nedir? Kadim bir hikâyeyi nihayet öğrendiklerimizle yeniden okuyup yazdıkça bizim için bilgi hiç durmadan geçmiş ile şimdi arasında mekik dokuyarak evreni kuran yapıtaşlarına dönüşür, evet. İlk aşamayı tamamlayanlarla giriştiğimiz devam buluşması “Hikâyeler Nereden Geliyor?” bunlar hakkında düşünebilmek için üretilmiş bir içerik.

Anlatı bütün eksenleri keser. Hangi alanla uğraşırsak uğraşalım, oradan bir geçer yolumuz. Yokluklarında neler olduğunu yol arkadaşlarımıza anlattığımızda da oradadır anlatı, bir antropolog işini yaparken de -ta en eski zamanlardan bu yana insana ne oldu?- bir psikanalist danışanının anlatısına dayanarak analizini kurduğunda da-prenatal dönemden bu yana seni neler belirledi?- tarih yazımında da. Hepsi boşluk doldurur, kurgular, neden sonuç bağları üretir, yorum yapar. Ve bu tam olarak anlatıdır. Bir kere buradan gelir anlatının gücü, yaygınlığının kaçınılmazlığından.

Şu meşhur Mimesis Teorisi’nin, yani sanatın ne yaparsa yapsın ancak ve sadece hayata/gerçeğe oranla onun birkaç derece (Platon için üç derece/kez) düşük versiyonunu, gölgesini üreteceğine ilişkin iddiası, korkunç bir laf ebeliğidir. Mimesis Teorisi soldu gitti; artık kimse hatırlamıyor ama sonuçları canımızı sıkmaya devam ediyor. Rousseau falan gibi adamların, saçına sakalına bakmadan şöyle çocukça sorular üretmekten utanmamasına yol açmıştır bu teori. “Gerçek bir ateş mi ısıtır sizi, yoksa bir ateş resmi mi? Efendim? Hmmm. Değil mi? Demek ki, gerçek, onun sanattaki temsilinden daha kıymetli.” Buradaki akıl dışı kıyas, sanatla uğraşan herkese biraz utanmayı, incir kabuğunu doldurmayacak, eften püften şeylerle uğraşmanın kaprisli, şımarık ruh hâlini, tuzu kuru pozisyonunu da kabullenmeyi dayatmıştır. Fildişi kuleler; efendim, boğaz manzarasına karşı viski yudumlamalar falan, bütün o velveleler hep buradan çıkıyor. Feci. Bize, sanatla uğraşırken; üretirken ve üretilmişten zevk alırken utanmamayı öğretecek bir akıl yürütme lazım.

Mimesis Teorisi’ne göre sanat bir şeyin temsilidir. Hayatın ya da gerçeğin ne dersek artık. Soru hep şu; orada gerçeği, aslı dururken temsiline, kopyasına niye kıymet verilsin? Ama hatırlamalı, bir orijinalliğe, orijinallik niteliğini veren, onun kopyasının üretilmiş olmasıdır. Bir belgenin fotokopisi çekilene dek orijinal olduğundan söz etmek aklımıza gelmez. O belgenin orijinalliğinden söz etmemizi sağlayacak yeni durum, şimdi artık, onun kopyasının üretilmiş olmasıdır. Ancak o zaman, demek ki sonradan, kopyasının yapılmasından sonra, benim karalamam, o belge, o mücevher “orijinal” vasfı kazanır. Orijinale orijinallik halesini sunan yanı, kopyasıdır. Yani aslında, hayata gerçekliğini tevdi eden, o gerçeklik bilgisinin sürekliliğini sağlayan, temsil tarafına yazdığımız kurmacalardır. Gerçeğin gerçek olduğunu ancak gerçek olmadığına emin olduğum kurmacanın varlığı ile kesinleyebilirim. Bu benim gerçek ile ilişkimi düzenler, hayatın içinde mesela 10 Ekim Gar patlaması gibi, aklın almayacağı korkunçlukta şeyler yaşadığımızda, çok üzüldüğümüzde, çok kızdığımızda ya da korktuğumuzda gerçeklikle bozulan ilişkimize kendi “gerçek olmayan varlığı” ile referans oluşturur. Yani evet; neyin gerçek, neyin gerçek dışı olduğunu birbirinden ayırt edemiyorsak hastalanmışız demektir. Bu sıhhati, zihinsel sıhhati, aklımıza mukayyet olma gücünü kurmacalardan aldığımızı düşünüyorum. Yalan gerçeğin tahrif edilmesiyle oluşur, gerçek tanınmaz hâle gelmiştir. Kurmaca yalan değildir, gerçeklik kategorisi ile bir ilişkisi yoktur. Buna rağmen -ve demek ki bu sayede- kendi gerçekliğimize berrak bir zihinle bakmamızı sağlar. Tarih boyunca, sanatçıların, iktidarları rahatsız etmesinin nedenini de buralarda bulabileceğimizi düşünüyorum.

Gazete Duvar

Paylaş.

Yanıtla