Hamlet’in Bütün Ölüleri: “En İyi Kral, Ölü Kraldır!”

Pinterest LinkedIn Tumblr +

[Tiyatro Dergisi’nden Gonca Katman’ın 26 Şubat tarihli yazının bir kısmını okuyucularımızla paylaşıyoruz. Yazının tamamını okuma isteyen okuyucularımız yazıya kaynak linkten ulaşabilirler.]

Nilüfer Kent Tiyatrosu çatısı altında E. Feza Soysal’ın yazıp yönettiği “Hamlet’in Bütün Ölüleri”, pandemi sürecinde alternatif bir sahneleme yöntemi ile izleyiciyle buluştu. 11 Şubat 2021’de Dünya prömiyerini gerçekleştiren oyun, dokuz odalı bir konteynerda, Hamlet oyundan seçilmiş karakterlerin anlatısına ayrılan tek kişilik odalarda oynanıyor. On beş dakikada bir seyirci alınan odalarda performans bittiğinde, bir sonraki odaya geçiliyor. Böylelikle tiyatro adına sosyal mesafeli bir buluşma gerçekleştirilebilmiş oluyor. Bunun yanında farklı şehirlerden tiyatroseverler için oyunu internet üzerinden canlı yayın halinde izlemek de mümkün.

Oyunun öncelikle, Shakespeare’in bu ünlü eserini okuyan ya da izleyen herkesin aklına takılan bir noktayı ele alıyor olmasıyla ilgi çektiği kesin. Bilindiği üzere neredeyse herkes ölüyor tragedyanın sonunda; sahne tam anlamıyla cesetlerle dolu! William Shakespeare, oyunun içinde de sık sık işlediği ‘ölüm’ konusuna son vurgusunu maddesel bir gerçeklikle yapıyor ve böylece her karakterin kendine has hikayesi, kendi ölümü ve kendi bedeni üzerinden yeni bir anlam üstleniyor. “Hamlet’in Bütün Ölüleri” de tam olarak bu anlamı yorumlayacak bir anlatılar bütünü olarak tasarlanmış.

Tragedyadaki olaylar, Danimarka Prensi Hamlet’in, babasını öldürerek tahta geçen amcasından intikam almak üzerine planlar yapması ile gelişir ve Prensin âşık olduğu genç kız Ophelia ve kendisi de dahil olmak üzere birçok kişinin ölümü ile sonuçlanır.

“Hamlet’in Bütün Ölüleri” ise tragedyanın en karanlık bölümü ile, ‘Mezarcı Sahnesi’nin yeni bir yorumuyla, iki mezarcının diyaloğu ile dramatik bir formda başlıyor. Shakespeare’in tragedyasında Ophelia’nın mezarını kazan bu iki işçi, bu defa tüm ölüleri gömmüş, yorgun düşmüşlerdir. Bu sahne oldukça işlevsel kullanılmış; hem öfke ile merhamet arasındaki gerilimli atmosferi hem de tekinsiz mekânsal yaratımı destekleyen bir açılış olmuş. Çünkü mezarcılar seyirciyi, hem gömdükleri ölülerden bahsederek karşılaşacakları anlatıya hazırlıyor hem de ölüm-yaşam diyalektiğini soylu-alt tabaka arasındaki çatışma düzlemine taşıyor. Aslında ölü olmanın en kötü yanını vurguluyorlar ve bu yolla sahneyi şu soruyu sorarak ölülere bırakıyorlar: Öldürülmüş olmanın öfke ve sancısını taşıyan ölmüşler bundan sonra ne hissedebilir?

Bu bölümden sonra sırasıyla, Kral Hamlet, Polonius, Ophelia, Leartes, Cladius, Gertrude ve Hamlet sesleniyor seyirciye. Her biri, tragedyayı daha önce okumamış ya da izlememiş olan seyircide soru işareti bırakmaksızın, başına neler geldiğini ve aslında neyi, neden yaptığını açıklarken, aynı zamanda ölmeden önceki kimliğini, yaşam amacını ve kişiliğini sorguluyor. Oyun böylelikle, her bir karakterin tragedyadaki hamlesine tutarlı bir gerekçe buluyor.

Kral Hamlet, intikam arzusunu oyunun merkezine yerleştiriyor ve pişmanlığını kendine has güçlü bir duruşla kabul ve itiraf ediyor. Polonius, yanlışlıkla öldürülmenin korkunç ve talihsiz öfkesini soylu olmayan bir doğruculukla, kişiliği haline gelmiş olan sınıfına özgü bir acımasızlıkla dile getiriyor. Ophelia, toyluğunu, tüm dürüstlüğüyle ortaya koyarken Hamlet’in melankolisini paylaşıyor ve hırs ile deliliğin egemenliğindeki bir dünya içinde ‘normal’liğinin bedelini ödüyor. Leartes ise kendini esir edip gerçekleri görmesini engelleyen yiğitlik olgusuna sahip çıkıyor ve isyan ediyor kendine kurulan tuzaklara. Ölümü dahi lehine çeviren, arkasından yapılan gösterişli dini törenle övünerek mezarda dahi pişkinlikle gülümseyen Cladius, yeniden yazımın merkezine oturtulan sınıf eşitsizliğine dair çarpıcı repliğini savuruyor:“Ağabeyim beni affeder!” Gertrude, kimliğini unutmuş bir halde Hamlet’in mezarından haykırışlarıyla kendini kaybediyor, mezara günahlarını akıtarak arınan belki de sadece o! Ve Hamlet, intikamını almış, kendine verilen görevi yerine getirmiş olmasına rağmen hala iç huzursuzluğuyla boğuşurken Ophelia’da bulduğu masumiyete asla ulaşamadan onu yitirmenin yasını tutuyor. Hepsi ölü olmanın, karanlığın, toprağın altında kalmanın, dolayısıyla pişmanlığın ve geç kalmışlığın haykırışını sunuyorlar.

Tüm anlatılar birbirini tutarlı bir biçimde tamamlıyor. Sonuçta seyircide, anlatıların bütün bir imgesi canlanıyor ve günümüzün kokuşmuş sistemine dair bir sezi kalıyor. Oyun boyunca hırs ve acıma arasındaki insani çatışma tüm ölülerin çektiği acıda, oldukça gerçekçi ve ürkütücü görünen mezarlarda yankı bulmuş.

Oyun, tam da bu noktada politik bir kapı açıyor izleyicisine. Bir kraliyetin, bir ülke yönetiminin ihanet, intikam ve beceriksizliğini gözler önüne sererken hem kişisel hem toplumsal hem de politik ilişkilere bir şerh düşülüyor. Sınıf ayrımının tarihsel gerçekliğinden bugüne nasıl ayakta kaldığını vurguluyor. Güçlünün her zaman güçlü, zayıfın hep zayıf kaldığı bir düzende yıkımın, mutsuzluğun, karanlığın hüküm süreceği, mezarların üstünü kirli bir toprağın örteceği dile getiriliyor.

Tiyatro Dergisi

Paylaş.

Yanıtla