Bülent Emin Yarar ile Söyleşi: Yürümeyi Öğrendikten Sonra Düşmek de Zor Gelmiyor. Ben Kendim Kalkarım Diyorsun Çünkü.

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Hazal Şahin

Her anını güzel bir heyecan ve çocuksulukla yaşayan bir oyuncu Bülent Emin Yarar. Etrafa saçtığı ışığıyla birçok genci yanına alarak yürümeye devam ediyor.

HŞ: Her şey nasıl başladı? İlk karar verdiğiniz ve okula hazırlandığınız yılları nasıl hatırlıyorsunuz?

BY: Aslında şöyle oldu, ben müzikle ilgilenmek istiyordum. E Hacettepe’de opera bölümüne gireyim dedim sınava. Çok hazırlıklı değildim sınav için. Fakat amcamın komşusu vardı. Deva Çolakoğlu, operada iyi bir isimdir. Eşi de operacıydı, beni dinledi sen tenorsun seni alırlar dedi. Ben de o gazla sınava girdim fakat ne yazık ki ilk aşamada elendim. Bütün dünyam başıma yıkıldı, çok istiyordum çünkü. Benim için büyük bir hüsran oldu O yüzden sınavlar her zaman kendi içimde tartışmalıdır. Ben hiçbir öğrenci seçme sınavına da girmem. Onun bir şans olduğunu düşünüyorum. Neyse uzatmayayım, İstanbul’dayız. Abimin nişanı var İstanbul’da. O nedenle buradayız. Abim o nişan faslı içinde ya Bülent burada da konservatuar var, bir denesen dedi. Ben o sayfayı kapattım, bir daha yaşamak istemiyorum benzeri bir şey dedim. Ama abim zorladı, gittik. Barbaros’ta konservatuar soruyoruz kimse bilmiyor. Konservatuarın ne olduğunu çoğu bilmiyor zaten. Neyse zar zor konservatuarı bulduk, girdik ve müdür abime kayıtlar bitti dedi. Oh dedim ya içimden kayıtlar bitmiş 🙂 Fakat abim ısrarcıydı müdürü bir şekilde ikna etti ve ben en son sırada yazıldım ama hiçbir şeyle ilgilenmedim. Bomboş bir adam olarak sınava girdim.

HŞ: Peki hazırda parçanız var mıydı?

BY: Yok, hiçbir hazırlık yok. Bakıyorum herkes aryantikler, şarkılar.. Bende hiçbir şey yok, girdim sınava zaten en son ben girdim fakat garip bir şekilde iyi gidiyor. Ses egzersizleri yaptırdılar, kulak bakıyorlar. 3lü 4lü sesler… Aa her şey çok güzel gidiyor hissediyorum ve jürinin yüzünde de hissediyorum. Peki dediler, sen neden operayı seçtin? İşte o klasik sorular. Ben ilk Ankara’da sınava girdim ama ne yazık ki benim için kötü bir gündü, bir daha da girmek istemedim ama abimin zoruyla buradayım dedim. Abimin ne iş yaptığını sordular, Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ni bitirdi elektrik mühendisi dedim. Peki, sen ne alaka operada dediler. Biz 4 kardeşiz, dördümüz de ayrı ayrı şeylerle ilgileniyor. Bir tanesi Orta Doğu sosyolojide okuyor, bir tanesi resim okuyor, ben de dedim müzik istedim. Peki dediler Opera bölümüne giriyorsun da, opera hakkında ne biliyorsun. Ankara’da sınava girmeden önce Opera’ya gideyim dedim. E e nasıl buldun operayı dediler. Aslında beklediğimden kötüydü dedim. Hangi operaya gittin diye sordular. Tosca dedim, yanılmıyorsam Tosca’ydı. Peki neyi sevmedin diye sordular. Yok sevdim, bir kadın sesi çok güzeldi, beni içine aldı o dedim. Onlar tabii hangi kadın olduğu tahmin ettiler kendi aralarında konuşarak. Bunu da olumlu karşıladılar. İlk önce bir güldüler beklentimi bulamadığıma. E bunda da dürüst oldum. Bu rahatlığın bana inanılmaz bir yol açtığını hissettim. Yani artık her şeyi söyleyebiliyordum, konuşabiliyordum samimi bir şekilde. Ve sıra geldi parçan var mı? Yok dedim ben hiç çalışmadım. Oğlum ne diyorsun dedi artık juri. Bak bu kadar çalışan var. Ben öyle geldim dedim, hiçbir umudum yoktu ki. Gülücükler attılar ama, bize bir şey söyle dediler. Ne söyleyeyim diye düşünürken, bildiğin bir şey söyle, olmazsa İstiklal Marşı’nı okuturuz dediler. Yok dedim onu okumayayım, yani sırası ve yeri değil İstiklal Marşı’nın. Sonra ben size çok eskiden bildiğim bir şeyi söyleyeyim: ”Hey çoban nedir kederin? Yalnızlık buymuş kaderin. Senden ırak mı senden uzak mı sürülerin” (şarkıyı söylüyor)

HŞ: Keşke bu anı yazabiliyor olsaydım.

BY: Ve, tamam dediler. Çıkabilirsin. Bana en çok gülen hocayı yakaladım dışarıda. Sonra söyleyecekler kazananları dedi. Ve kazandığımı öğrendim. Yine o hocaya gittim ikinci sınav var ne yapacağım merak ediyorum. Hocam ben kazanmışım çok mutluyum dedim, iyi dedi, iyi bir sessin o yüzden kazandın ama tembelsin dedi. Peki ben ikinci sınava ne yapayım diye sordum. Sen böyle gel dedi. Bu arada tabii sınav arkadaşlıkları olur. Levent Baki diye bir arkadaşım vardı, o da kazandı fakat hiç okula gelmedi. Bir de kız arkadaşımız vardı. Ufak tefek o kazanamadı, üçlü olmuştuk anlaşmıştık sınav dönemi. Altı kişi kazandık. Kazanamayan Sertap’tı. (Sertap Erener) Sertap elenmişti. Hani az önce söylediğim sınav aslında bir şans cümlesi vardı ya. O şansı iyi değerlendirmek gerekiyor aslında. Çünkü 5 dakika 10 dakika içinde insanın içine girip her şeyi çekip alamazsınız. Anlar hep değişir. Bir gün heyecanınıza yenik düşersiniz, bir gün başka bir şey olur. O yüzden o sınavlara hep uzak kaldım. Şimdi de arkadaşlarıma final sınavı falan yapıyorum işte. Onlar yine tabii o kafadalar, ben tatlınız var mı paylaşacağınız diyorum. Paylaşmak istedikleri şeylere hep açığım çünkü.

HŞ: Evet bunu daha önce duymuştum bir öğrencinizden.

BY: Öyle mi. İşte öyle gidiyor hala hayat. Sonra tiyatro oldu işte. Ben figüranlığa başladım bir yandan tiyatroda figüranlık yapıyorum. Öğrencilik harçlığımı karşılıyorum. Onun öncesinde de para kazanmak için statlarda pide ayran satıyordum. Arada da tabii operadan ya da konservatuardan arkadaşlarımı görüyordum, “ses açıyorum, temrin yapıyorum” diyordum. Sonra bir arkadaşım dedi ki Bülent senin durumunu biliyorum, burada ihtiyaçların var, ben ayrılıyorum DT’den. İster misin devlet tiyatrosunda çalışmayı? Ben de uyanık sandım ki ikisini birden götüreceğim. Istanbul Efendisi’ne girdim. Neyse başladım ben. Çok güzel gidiyor. Dans, müzik ben bayıla bayıla gidiyorum provalara. Fakat tabii çarşamba, cumartesi, pazar günleri maç var. Kaytarıyorum arada provalardan. Öyle olunca dediler ki, seni çıkartmak zorunda kalacağız. Karar vermen lazım. Kararımı verdim. Ayrıldım stattaki pide ayran işinden. Sonra işte günün birinde arkadaşlarım dediler ki sen sahneye çok yakışıyorsun. Bu sahneye yakışma hikayesini hala bilmem de. Sahnede başka duruyorsun, başka bir enerji taşıyorsun konservatuara girsene dediler. Ben operayı seviyorum dedim ve gerçekten seviyordum, hocam güzel şeyler söylüyordu. Arkadaşlarım biz seni hazırlayacağız dediler. 10-15 gün içinde bir tane tekst okumamış olan ben o süre içerisinde birçok tekst okudum. O zaman 24 yaşındayım. Orada da bir sürü şey çıktı birinci sınav çok güzel geçti. Birinci aşamadan sonra Mehmet Ali Kaptanlar, beni hazırlayanlardan biri, o hocalarla konuşuyor. Diyorlar ki iyiydi ama yaşı çok geç. Yani tiyatro yapsın bu zaten yapabilir ama biz burada genç insan istiyoruz. Gençken gelsinler de daha rahat bozalım diye herhalde. Neyse sonra Müşfik hocaya soruyor (Müşfik Kenter) O da diyor ki; bir parça daha çalışsın. Kötü bir sınav vermedi ama yine de yaşından dolayı emin değiliz demiş. Ben de son anda bir parça daha çalıştım fakat demoralize olmuştum artık. Başladım sınava ama toparlayamıyorum bir türlü, elim ayağım birbirine karıştı. Haluk Kurdoğlu rahmetli, oğlum derin nefes al bakalım sakin ol ne güzel sınav verdin sen, niye böylesin, dedi. Ben sizin daha fazla vaktinizi almayayım çıkmak istiyorum dedim. Bir arkadaşım vardı, ona buraya kadarmış olmadı dedim. Gittik birer bira içtik. Sonra dedi ki ya bir okula çıkalım giderken açıklanmıştır belki. Bir baktım ismim var listede. Girmişim. Sonradan öğrendiğim, Zeliha Berksoy çok istekli davranmış. Ben opera bölümündeyken onun sahne derslerini hiç kaçırmazdım oradan tanıyordu beni. Öyle öyle tiyatroya ısındım, tiyatro beni her geçen gün etkisi altına alıyordu. Çok zevk alıyordum. Öğrenciler genelde çok acı çekerler. Buna tanık da oldum, kendimde yaşadım. Ama bu beni başka bir şekilde içine almıştı. Çok istekliydim, istekli olmanın ne kadar önemli olduğunu anladım. İstemenin, gerçekten istemenin ve samimiyetin bir kez daha ne kadar önemli olduğunu anladım ve hep öyle olmaya çalıştım. Hala da okuldaki Bülent gibi yaşamaya çalışıyorum.

HŞ: Hiç mi zarar vermedi tiyatro size?

BY: Bana hiç olmadı hatta tam tersine hep iyi geldi. Ama tabii dediğin duyguyu biliyorum. Ben öğrenciyken sıkıştırılan insanlarla tanıştım onlar arkadaşlarımdı. Zaman zaman onların haklarını savunma gayreti içine girdim ama öyle de olmayacağını gördüm. Bana düşmezdi o. Şimdi de bir şekilde 99’dan beri işin içine girdim. Eğitim demek istemiyorum. Eğitim, eğitmek sözcüğü zor çıkıyor ağzımdan. Buluşmak diyelim. Gençlerle buluşmak için fırsatlar da oldu. Fırsatları yaratanlardan bir tanesi yine Işıl Kasapoğlu’ydu. Ben de Işıl’a ben yapamam dedim başta, eğitimci olmaz benden. Işıl da yapamazsan gidersin dedi, hayat basittir. Sevmediğin bir yerde kim tutabilir seni. Öyle deyince başladım ben de. Sonra Eskişehir’den çağırdılar oradan sonra da Mimar Sinan’a devam ettim ama hiçbir zaman eğitimci unvanıyla gitmedim. O benim için sadece bir buluşmaydı. Hala da öyle. Hem kendim besleniyordum bu buluşmalardan, bana da yarıyordu. Beni iyi hissettiriyor. Önceleri planlı programlı dersler hazırlamıştım. Ama işte öyle gitmiyor hayat. Orası senden o anda ne istiyorsa. Şimdi mesela Kadir Has’a gidiyorum. Başta biraz çekindim. Paralı bir okula gidiyorum, olmazsa diye. Ya da herkes televizyon kafasıyla gelecek diye düşündüm. Öyle bile gelseler hiçbir şey benim için problem teşkil etmiyordu. Bu bizim devlet okullarında çok büyük problemdir çünkü. Ben bu problemi kafamdan attığım zaman onların da attığını gördüm. Ne kadar sahiplendiklerini gördüm. Sevdiklerini gördüm, sarıldıklarını gördüm ve kendiliğinden oldu her şey. Şunu okuyun, bunu yapacaksınız, bunsuz asla olmaz gibi cümlelerin hiçbirini kullanmadım. Çünkü insanın kendi istemesi gerekiyor. Her şey kendinde. Okul zaten hiç bitmiyor ki, bu herhalde bütün meslekler için geçerli. Yani müzisyen olsaydın her seferinde konsere çıkacak ve hazırlık yapacaktın. Onu sevmeden, onu istemeden nasıl zorla yaptırılabilir ki insana. Hiçbir iş yapılamaz.

HŞ: Öğrencilerinizde gördüğünüz, keşke böyle yapmasalar dedikleriniz neler?

BY: Her dönem kendine ait bir şey taşıyor bence. Yenileniyor. Yani dil gibi, dil olduğu gibi kalmıyor ya. O dönem bizim 6 benzemez hocamız vardı, biz çıkardık hepsini memnun etmek zorunda olarak. Aralarında zaman zaman sorunlar yaşarlardı. Bu bizi bazen olumsuz yönde etkiliyordu bazen de olumlu yönde etkiliyordu. Ve benim hayatım hep notalarla geçmişti. Çok uzağındayım sanıyordum. Etrafımdaki herkes bir sürü şey biliyordu ama ben hep sessiz kalıyordum. Sonra bir şey anladım, bunu lisede de hiç yaşamamıştım. Okuduğumu anlıyordum. Tiyatro beni öyle içine almıştı. Mevzuyu hemen kavrıyordum, hissediyordum. Bunu nasıl toparlayacağım, nasıl anlayacağım, karakteri nasıl çıkaracağım diye düşünmüyordum. İçine giriyordum. Oradaki her karakterde ben vardım, anlayabiliyorsam demek ki benim içimde de var. Bak, çocuklar nasıl ses çıkaracaklarını düşünüyorlar mı? Nasıl konuşacaklarını? Hiçbir şey düşünmeden başlamak gerekiyor. Düşüyorlar, kalkıyorlar. Biz her türlü şeyde karamsarlığa kapılıyoruz hemen. Çocuk gibi olmalıyız. Öyle olunca kapılar açılıyor, kendiliğinden açılıyor ve anlıyorsun.

HŞ: Peki sanat her zaman birleştirici ve anlaşılır mıdır?

BY: Sanat deyince sanki belli bir kesimin anlayabileceği bir şeymiş gibi duyuluyor. Halbuki değil. Ben içine girildiğinde herkesin anlayacağın hissediyorum ve bütün amacım o. Ben repertuarı çok geniş bir oyuncu değilim. Oynadığım oyunlar hep çok uzun yıllar devam etti. Seyirci bırakmadı hala da desteklemeye devam ediyor. Her sosyo- ekonomik kesimden seyirci geliyor. Devlet yapısı bir sürü sorun yaşanan bir kurum olsa da sadece ve sadece bu nedenle Devlet Tiyatrosu’nda devam etmek istedim. Çünkü on liraya, on beş liraya oyun izleyebiliyorsunuz. Bu tabii özel tiyatroları çözümsüz bırakan bir şey olabilir ama bu ülkede buna gerek olduğunu düşünüyordum. Hala da aynı şeyi düşünüyorum.

HŞ: Diyarbakır’daki görev yıllarınızın bu düşüncenizde etkisi olabilir mi?

BY: Diyarbakır’da başlamamın çok büyük etkisi var. Bu örnekleri çoğalttığım ve yaşamıma kattığım bir yer. Hiç görmemiştim Doğu’yu. İlk senem biraz karışık geçse de ikinci üçüncü senem muhteşemdi. Üçüncü senem Işıl’ın gelmesiyle daha muhteşem oldu. Orada tanıştık. Adam geldi dedi ki ben Macbeth yapacağım burada. Biz nasıl olur Diyarbakır’da Macbeth derken, biz doğru bir yerden girersek, içimizi dökersek olur dedi. Shakespeare her zaman izlenir dedi. Önce bizi kandırıyor gibi geldi, ‘’aa gaz veriyor bize’’ diye düşündük ama sonra O’nu tanıdık, anladık. İnanılmaz bir insan Işıl. Keşke onlardan daha çok olsa. Başka bir perde açmıştı bize, tiyatronun başka bir perdesi olmuştu.

HŞ: Cevabını tahmin ettiğim bir soru soracağım ama sizin düşüncelerinizi merak ediyorum. Shakespeare ya da başka klasikler bulunduğu bölgeye göre mi yorumlanmalıdır yoksa yönetmen rejisini bunlardan bağımsız mı düşünmelidir?

BY: Hayır hayır. Anladım demek istediğini. Işıl’ın o bakış açısı bize çok şey öğretti. Klasik anlamda oynadık. Dicle Üniversitesi’ndeki bütün gençler geldi. Çok büyük ilgi gösterdiler. Oyun sonrası kalıp bizimle tartıştılar. Neden bu var neden bu yok diye. Dilan Kitapevi vardı, Shakespeare’in bütün oyunlarını getirdiler ve hepsi tükendi o dönem. Böyle. Çünkü ilk zamanlar seyirci orada yaşayan memurlardan oluşuyordu ama sonra bir baktık Diyarbakır’ın yerlisi gelmeye başladı. Çok mutlu olduk tabii. Sonra da bizi hiç bırakmadılar. Işıl Shakespeare’in bir sürü eserini orada sahnelemeye devam etti.

HŞ: Işıl Kasapoğlunu bize nasıl anlatırsınız?

BY: Işıl ile tanışmamız 93’te oldu. Diyarbakır’daydık. Işıl kimsenin yapmadığı bir şeyi yapıyordu. Böbürlenmiyordu. Gururlanıyordu ama böbürlenmiyordu. Çok samimiydi, gördüğünü hemen söylüyordu. İdare etmiyordu. Zaten çok anlatmaya da gerek yok onu. En son Semaver (Semaver Kumpanya) var hayata sunduğu. Ondan önce İzmit’e geldi. İzmit Şehir Tiyatrosu’nun kurucusu oldu. Orada bir sürü pırıltıyı ortaya çıkardı. Hala da devam ediyor ve bunu bağırarak ‘’ben buradayım’’ diyerek yapmıyor. Zaten nedir ki? Hikayelerimiz kalacak bizden sonra, eserler devam edecek yaşamaya. Bizler bizi seven birkaç kişiyle beraber ölüp gideceğiz. Bunu biliyoruz, bilerek yaşıyoruz. Onun için kibrin bir anlamı var mı? Yönetmenlik deyince algılarımın çok dışında bir insanla karşılaştım. Kızması bile başkaydı. O kendi yolunda, kendi ışığıyla çaktırmadan bir sürü insanı yanına aldı ve gidiyor. Ben de aynı şeyi yapmak, kendi ışığımla o yolda gitmek istiyorum. Birisi bir başkası olamıyor hiçbir zaman. Kendisi ne ise, o. Kendisindeki var olan çirkinlik, güzellik her şeyi ortaya çıkaracak. Oyuncunun da öyle. Yok bu karakter bana uygun değil diyorlar ya. Hepsi var senin içinde hepsi. O zaman anlayamazdık ki. Ben şimdi Hamlet’i oynuyorum, anne de oluyorum başka karakterleri de oynuyorum. Bana diyorlar ki bu hastalık boyutunda değil mi? Bu eseri Shakespeare yazmamış mı? Demek ki içinde hepsi var. Başka türlü insanı anlayamazdık ki. Hemen karakterle ilgileniyorlar. Ben önce hikayeye bakarım karakter zaten yazılı. Hikayeyi iyi anlayınca ancak, iyi anlatabilirsin. Karakter yerinde duran bir şey değil ki. Oyuna başladığı gibi bitmiyor hiçbir karakterin hikayesi. Hayat da öyle. Karşına bir şey çıkıyor, sen onun seni değiştirmesine, dönüştürmesine izin veriyorsun. Şeytanlaşıyoruz, kirlendiğimizi hissediyoruz ve bazen kirliliği tercih ediyoruz. Bizim hikayelerimizi sevmemiz lazım, kendimizi sevmemiz lazım ilk önce.

HŞ: Başkalarını da anlayabilmek için değil mi?

BY: Evet, bu yazar bunu nasıl yazmış, ben bunu nasıl anlatabilirim diye soracağız kendimize. Ve bir çocuk gibi eğlenerek, düşünmeden.. Düşündüğün her an düşersin. Dolayısıyla bırakmak gerekiyor. Sorularımız olacak tabii. Ama bu sorular kendimize olacak. Genç arkadaşlarla da konuşuyoruz bunu; ‘’nasıldı oyun, oyunu nasıl buldun’’ diye bir başkasına soruyorsa oyunun içinde mutlaka içine sinmeyen bir şeyler vardır. “Nasıl buldun” sorusunda bir güvensizlik var.

HŞ: Hayatta da öyledir ya. Elbise mi beğendin mi? Beğendim de çünkü ben tam emin değilim, beğendin di mi?

BY: Evet, hadi beğenin beğenin! Hayat gibi. Zaten ikisi birbirinden farklı değil ki. Bana oyundan sonra soruyorlar, hocam bu karakter nasıl çıktı? Ben teksti okudum böyle birini görmemiştim. Ha ben gördüm sanki. Böyle bir şey çıkacağı nasıl bilebilirim bu yüzden prova yapılıyor ya bir buçuk ay. Yoksa niye yapalım herkes evinde ezberler gelir oynarız.

HŞ: Tabii bunun için size alan açan yönetmenlerin etkisi büyük olmalı?

BY: Tabii diğer türlü, yönetmen oradan gir oradan çık dese ben yapamam muhtemelen. Ne çıkacağını kimsenin bilmiyor olduğu o süreç güzel zaten. Bazı yönetmenler derler ya, ben kafamda bitirdim tamamım. Ama ben değilim. Hiç mi soru işareti yok gerçekten kafanda? Benim daha yapacağım bir sürü şey var, bir sürü eksiğim var.

HŞ: Müşfik (Müşfik Kenter) hocanızın bütün öğrencilerinize söylediği sizin de kullandığınız “birbirinizi sevin” cümlesini Afife Jale ödül töreninde ödülünüzü alırken bir kez daha söylüyorsunuz. O zamanlar anlayamamıştım şimdi şimdi anlıyorum diyorsunuz. Nedir anladığınız yıllar içinde?

BY: ‘’İnsan olun insan, yaratık olmayın sahnede’’ derdi Müşfik hoca. ‘’Yaratık olmayın’’ bunu duyan herkesin kulağında çınlar bu söz. ‘’Birbirinizi sevin’’ diyordu, ben de ya herkes birbirini sevmek zorunda değil diye düşünüyordum. Tabii zamanla şunu anlıyorsun; birbirini sevmek, birbirini anlamaya çalışmak demek. Sevmek ya da sevmemek karar vererek yaptığın bir şey. Ama birisi birini anlamaya çalıştığı ve empati kurmaya başladığı zaman seveyim mi nefret mi edeyim gibi bütün kavramları yumuşatıyor. Şimdi ben de genç arkadaşlarıma siz birbirinizi anlamaya çalışmazsanız, anlatacağınız hikayeleri nasıl anlayacaksınız diye soruyorum. Sevmek ya da sevmemek değil. Birbirimizi anlamaya çalışmak, dinlemek. Hayatta da sahnede de. Her oyun partnerini gerçekten dinleyeceksin. –Miş gibi yaptığında olmaz. Anlayıp cevap verme anın olacak. Tamam metni biliyoruz, eyvallah. Ama dinleyeceksin, öyleymiş gibi yapmayacaksın. Bizim birbirimizi hissetmemiz, dinlememiz gerekiyor. Öyle ben sanatçıyım demek o kadar kolay olmamalı. Ben henüz kendim için öyle bir cümle kuramam. Ancak bu hikayeleri yazanlar için öyle diyebilirim. Benim bedenim bir gün gittiğinde yaptığım şeyler de bitecek. Ama o eserleri yazanlar sonsuza kadar yaşayacaklar. Ben icra edenim, hikayeyi paylaşanım. Şunu da eklemek istiyorum. Ben Işıl ile tanıştığımda Diyarbakır’da nasıl olacak Macbeth burada, biz Kurban oynuyoruz daha hafif oyunlar oynuyoruz diye düşünürken öyle olmadığını gördüm. Öyle değilmiş, anlatılınca oluyormuş. Yeter ki siz ruhunuzu ortaya koyun. Hocanın o kulağımda çınlayan lafları; ‘’insan ol yaratık olma’’ insan olmak ve anlatmak, söylemek.. Shakespeare’de insan, uzaydan gelmiyor. Ay bu söz çok zor nasıl anlayacaklar? Anlıyorlar. Senin anlatma şeklin önemli. İçinden çıkacak ve senin olmuş şey zaten anlaşılır. Senin olmuşsa anlatabilirsin artık. Yürümeyi öğrendikten sonra düşmek de zor gelmiyor. Ben kendim kalkarım diyorsun çünkü.

HŞ: Peki şimdi yeni oyun var mı?

BY: Yeni bir sürü proje var da nasıl sıkıştıracağız, nasıl hayatın içine koyacağız onu bilmiyorum. Ama proje bir sürü, bir sürü var. İnşallah onları da hayata geçiririm diye düşünüyorum.

Bu söyleşi ilk olarak KAFKAOKUR dergisinde yayınlanmıştır.

Paylaş.

Yanıtla