Feodal Yapıda Gücünü Korumak İsteyenlerin Acımasızlığı: ‘Gül’e Ağıt’

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Mehmet Ergen, bürokrasiyle boğuşmaktan dolayı bir türlü açamadığı Talimhane Tiyatrosu’nda sosyal gerçekçi oyunlarla ilgileneceğini açıklamış, yaşadığımız ülkenin gerçeklerini konu edinen oyunları yeğleyeceğini söylemişti. Söylemek istediği bir şeyleri olan ve bunu kendine özgü bir biçem içinde uygulayan, kendine özgü sesi olan yazarlara yüreğini açtı.

Tiyatroseverler ne yazık ki Talimhane Tiyatrosu’na henüz kavuşamadı, ama Mehmet Ergen, amacına uygun oyun yazarlarından Deniz Altun’un, aynı amaca uygun oyunu “Gül’e Ağıt”ı Bakırköy Belediye Tiyatroları’nda sahne ışıklarına kavuşturdu. Deniz Altun, “namus” ya da “aşk” kılıfıyla öldürülen kadınların Türkiye’deki simgesi haline gelen Güldünya Töre’nin yaşadıklarından yola çıkmış ve “yasa”, “töre”, “gelenek”, “ahlak”, “mahalle baskısı” kavramlarını işlemiş. Mehmet Ergen de, 2004 yılında, tecavüz sonrası hamile kaldığı için, erkek kardeşleri tarafından öldürülen Güldünya Töre’nin başına gelen olayların akışını bozmadan, yazarın yorumunu içerecek biçimde sahneye taşımış.

Ben kan davasını, ipliği pazara çıkan, ama bir türlü çökmeyen feodal yapıda gücünü korumak isteyenlerin acımasızlığı olarak tanımlıyorum. “İhkakı hak” geleneği bu… Aile içi şiddet… Aile içi taciz ve tasallut… “Namus cinayeti” veya “töre cinayeti” olarak adlandırılan cinayetler, toplumda kendilerine biçilmiş rollerin ya da kişiye, topluma, yöreye ve zamana göre değişen ahlaki normların dışına çıktığı varsayılan kız çocuklarına/kadınlara yöneltilen bir şiddet türüdür. Ülkemizde alt sınıfların değer yargıları, kentte dahi olsa kırsal toplumun kültüründen kopamaz. Bu cinayetleri işleyenler çoğu kez toplum tarafından birer katil değil, “namusunu temizleyen” olarak değerlendirilir. Öyle ki, hasımlarını öldüren 14–15 yaşındaki erkek çocuklar gururla cezalarını çeker ve cezalarını tamamladıktan sonra toplumun içerisine bir katil olarak değil, bir kader kurbanı, onurunu kurtaran bir kahraman olarak döner. Bu da sorunun tanımı aşamasında karşılaşılan sayısız paradokslardan sadece biridir. Böylece kadınların en temel haklarından yaşam hakkı bile namus adına çağdışı bir anlayışla yok edilir. Pek çok vakadaysa ölümler bildirilmez, cinayetlere intihar süsü verilir. Cinayetlerin üstü aileler tarafından örtülür. Kadınlar kendilerini öldürmeye zorlanır ya da ikna edilir.

Deniz Altun, 2004 Şubat’ında gazetede okuduğu haberi iyi değerlendirmiş. Tecavüz sonucu gebe kalan kızın erkek kardeşleri tarafından öldürülmesine kadar akan olayları incelemiş, zaman zaman dramatik mantığı sarsılan, ama temelinde yaratıcılık olan bir eser ortaya çıkarmış. Çözümlemede oyun yazma tekniği zorlanmış, tiyatro tekniklerini, sahne yapısını, oyunculuğu, rejiyi bilmemesi işini zorlaştırmış, ama kendine özgü tekniğe “sebat” ederek ulaşmış. Diğer taraftan, bir şirketin dağların derinliklerinden alacağı altın cevherini ilk önce dağın dibinde, dere yatağı içinde “siyanür lici” yöntemi ile işlemek istemesini, böylece dere suyunun zehirli hale gelmesini, bu sudan içen hayvanların telef olmasını (Teksti okumadım, kusur onun mu yoksa yönetmen kırptığı için mi böyle olmuş bilemiyorum, ama) pek üstünkörü anlatmış. Üstüne üstlük Hacer’in Gül’e içmesi için su vermesi de seyircide yanlış bir “zehap” uyandırıyor. Hal böyle olunca Ağa ile Veteriner’in sosyo-politik söyleşisi havada kalıyor. Bir de: “… Midemi çekiçle kazıyorlar sanki” diye bir terim Türkçe’de kullanılmıyor.

Mehmet Ergen, sahnelemenin üst metnini, yani sahnelemenin metin konusunu pek güzel yorumlamış, metnin sahnelemenin önerdiği yeniden yazılışını başarıyla yapmış. Üst metni kolay anlaşılabilir olarak biçimselleştirmiş. Dramatik metin üzerinde bir seçenekler ve açık tezler donanımı geliştirmiş. Oyuncularının rollerini daha iyi belirginleştirmeleri için bedensel tavırlarını, jestüellerini, mimiklerini, “psikolojik jestlerini” saptamış da, her nedense seslerinin parametrelerini değiştirme sanatına sahip olup olmadıklarını araştırmamış ya da eksikliğin giderilmesi için örneğin Ali Rıza Kubilay’ı çalıştırmamış.

Tolga Çebi’nin müziği gerçekten iyi. Önder Ay’ın ışığı da iyice… İyice, tamam da, ben gene sormak isterim Ay’a, Gül’ün hamileliğini itiraf tablosunda Brecht ya da Vilar tarzı “full” ışık kullanıyorsun, güzel, arkasından black-out’a girmeden Chéreau ya da André Engel tarzı bir alacakaranlık yaratsana be birader, Gül’ün dünyasının karardığını içimize sindirelim! Kullandığı iki “Gobo”nun da ne olduğu anlaşılmıyor, anlaşılmadığından dekora yarardan çok zarar veriyor.

Ayçın Tar’ın Deli Mahmut ve Alâeddin Hoca kostümleri fevkalade abartılı ve açık söylemek gerekirse iyi değil. Diğer kostümlere sözüm yok. Tar, oyuncuyu kostümü ile bütünleştirmiş. Oyuncu kostümü ile bütünleşince, karakterini yaratması kolaylaşmış. Gene Ayçin Tar imzalı işlevsel dekor da başarılı. Tar, mekan yaratmamış, oyuncunun kabullendiği, kavrayabildiği, yabancılık çekmediği, hareketlerini kısıtlamadığı bir ortam kurmuş.

Oyuncu kadrosu ise, ekip halinde varını yoğunu ortaya koymuş. Aralarından hiçbirini birbirinden ayırmak doğru değil, ama gene de Mert Asutay ile Levent Tülek’i ayrıştırmalıyım. Tugay Mercan da bir adım önde… Aytekin Özen, Alâeddin Hoca’ya gereksiz abartı katmış. Gül’de Elif Ürse, oyunun tomurcuğu. Her yanından umut fışkırıyor. Eleştirmen Amca’sının merceğinin altına girdi bile…

Eee… Çıkmasını da elbette kendi bile!

….

“GÖZLEMEVİ” KÖŞESİNİN “GÖZLEME” KAVŞAĞI

Geçen Çarşamba akşamı İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları (İBŞT) yapımı Engin Alkan’ın sahneye koyduğu “Tarla Kuşuydu Jüliet”i izlemek üzere, yeniden açılan Muhsin Ertuğrul Sahnesi’ne gittim. Bu sahnenin olduğu 100 metrelik Darülbedayi Caddesi üzerinde, (Sevgili Hıncal Uluç’un da Sabah’taki köşesinde derinlemesine değindiği gibi) İstanbul’un üç önemli salonu bulunmakta. Bunlardan biri Cemal Reşit Rey Konser Salonu, diğeri İBŞT’nin Muhsin Ertuğrul Sahnesi ve Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı. Bunların üçünde de hemen hemen her gece etkinlik var. Üçünde de geceler saat sekizde, bilemedin sekiz otuzda başlıyor. Bu 100 metrelik yola, her gece saat 19 ila 20 arasında yaklaşık 5 bin kişi geliyor. Nasıl geliyor? Özel otoları ya da taksilerle… Zira başka ulaşım olanağı yok. Bu da, 100 metrelik yola her gece 1000 ila 1500 araba girmesi anlamını taşımakta. Şimdiiii… Hıncal Uluç’un tanımıyla “Rezilliğe bakın siz!” Bu 100 metrelik yol, cadde madde değil, çıkmaz sokak. Burası yeniden düzenlenirken kimse plana bakıp: “Bu ne rezillik… Millet bu üç salona nasıl gelip gidecek” dememiş. Neden dememiş derseniz, bence ya plan mlan yok ya da plandan anlayan bulunmuyor. Çıkmaz sokağa dalan bir daha kolay kolay çıkamıyor. Üç şeritli yolun iki yanına erken gelenler park ediyor, yol tek şeride iniyor. Trafik, Vali Konağı Caddesi’ni buraya bağlayan ara yola, Vali Konağı Caddesi’ne, Vali Konağı’na Harbiye’den dönen Halaskargazi Caddesi’ne kadar kilitleniyor. Yetkililerde tık yok. Durum hiç mi hiç umursanmıyor. Çünkü halkım sesini çıkarmıyor. Bir başka olay, “Tarla Kuşuydu Juliet’in” Juliet’i Özlem Türkad rolü nedensiz bırakmış, çekmiş gitmiş. Neden? Neden sanırım rol aldığı “Haneler” başlıklı televizyon programı. Oyunun bitiminde, Özlem Türkad’ın yerine alelacele hazırlanıp o akşam sahneye çıkarak perde kapattırmayan Sevinç Erbulak’ı müthiş bir gururla alkışladım. Özlem Türkad’ın sezon ortasında rol bırakması, cerrahın ameliyatı yarıda terk etmesi gibi bir şeydi, çok ayıpladım, şiddetle kınadım, Özlem Türkad’ı gözümden, gönlümden, içimden sildim attım.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Üstün Akmen

Yanıtla