Leyla’nın Evi “Tiyatro”laşırken

Pinterest LinkedIn Tumblr +

TİYATROKARE, Zülfü Livaneli’nin “Leyla’nın Evi” romanını oyunlaştırma projesini bir tanıtım kokteylinde duyurdu. Bu kokteyle oyunun dramaturgu kimliğiyle katılan Ömer Faruk Kurhan, oyun projesi ile ilgili soru sorulmadığını belirterek “Soru sorulmamasının rahatlamaya yol açmak gibi bir etkisi var. Bununla birlikte, sahneleme öncesi bir oyun projesi tanıtımının eleştiri, tartışma düzlemine taşınması mümkün” diye yazmış.

Ömer Faruk Kurhan yazısında :

“Leyla’nın Evi”nin sahneleme öncesi eleştiri düzlemine taşıyan diğer unsur Zülfü Livaneli’nin romanına dayanıyor olması. Roman ile oyun arasında bir uyarlama ilişkisi olduğunu varsayıyoruz. Bu nedenle romandaki olay örgüsünün ve karakterlerin dram sanatı bağlamında nasıl işlendiği tartışılmak zorunda. Örneğin TİYATROKARE adına “Leyla’nın Evi”ni uyarlayan Zeynep Avcı’nın yazdığı metni okuduğunuzda, eylemsel temsilin esas alındığı ve anlatıya yer verilmediği görülecektir. Yine, roman yapısının geçmiş zamana ilişkin tarihsel boyutunun öne çıkarılmadığı, şimdiki zamana ilişkin olay akışının temel alındığı görülecektir” şeklinde vurguladığı ifadeler tam da benim aklımdaki konuya değinmiş.

Ben romanı okumuş ve “acaba nasıl bir uyarlama hedefleniyor, nasıl bir çalışma yöntemi izliyorlar merakı içinde” olduğum için Kurhan’ın yazısından haberim yokken romanı yeniden okumaya başlamıştım zaten.

Bir romanı oyunlaştıranların mutlaka birden fazla nedenleri vardır. Bu yazıda nedenleri anlama çabası var.

Bu yazı kapsamında paylaştığım düşüncelerimi , Zeynep Avcı’nın metnini görmeden , Kurhan’ın ifadeleri ile “bazı tartışmaları kışkırtmak” amacı ile değil ama “tiyatronun vitrini ile mutfağı arasındaki yabancılığı kırmak için kafa yormak” , vazgeçemediğim bir alışkanlık olduğu için yazıya döktüm.
Pek tabidir ki bakış açısına göre romanda anlatılanları başka türlü açıklamak mümkündür. Öyle düşünenler için bu yazı dikkate alınmaz , olur biter.

Leyla’nın Evi’nin Gerekçesi

Leyla’nın Evi ilk basımı 2006 yılında yapılmış bir roman. Yazıldıktan nispeten kısa sayılabilecek bir süre(4 yıl) geçtikten sonra sahnelenecek olması bir şans da sayılabilir bir şansızlık da. Bir eserin tiyatro yoluyla gündeme gelmesi olayın şans tarafı . Ama ülkenin gündemi içinde vurguladıkları açısından da şansızlığı.

Romanın alt tarih sınırının 1912(Balkan harbi) ve Leyla’nın 76 yaşında olduğuna bakarak, 2006 yılında yayımlanan romanın tarihi çerçevesinin, yaşadığımız tarihle ayni olduğunu söyleyebiliriz. Bu nedenle roman kişileri ve göndermeleri o kadar da uzak değil okuyana.

Vapurda yanınızda oturan kişilere bakıp onların ayni ülkeden olmadığını ; başka ülkelerden kaçarak geldiklerini ve Anadolu’nun bir sığınak olduğunu ; onların ülkeden kaçanların mülküne yerleştiğini düşünüp “ İnsanoğlunun barınma ihtiyacı tarih boyunca birçok trajediye yol açmış. Mülk trajedisini anlatma fikri doğuyor.”(s8) der misiniz?

Livaneli , en başta, romanın doğuş hikayesini öyle temellendiriyor. Bu fikrin romanın içinde çeşitli ağızlardan tekrar ettirilmiş olmasından da çıkarsayarak ,vurgulanan iki kelimelik özetin (“Mülk Trajedisi”) , romanı anlattığından da emin değilim.

Romancı çerçeve belirlemek, bir çıkış noktası bulmak için bir yerden başlar. Bu kapsamda dikkate sunduğum bazı hususlarla ilgili “Bu romancının yarattığı bir kurgudur” diyenler olabilir. Ve o malum cümle tekrar edilir: “O balık değil, resim ”. Ama Livaneli’nin “okuması” ile hemfikir olmadığımı belirteyim.

Romanın Konusu

Leyla, dedesinden kalan Bosnalılar yalısının müştemilatında doğmuş.(s9-s11-s136-s137)

Romana konu olan “mülk trajedisi”ndeki ev “Yalının büyük bahçesinin ucunda sahil yoluna bitişen duvarın dibinde orta büyüklükte , beyaz tek katlı bir ev”dir .(s12) “Gerçi müstakil ev yalının geniş bahçesine yapılmıştı ama ayrı bir parsel ve ayrı tapuya sahipti .Yalı bundan önce satıldığında yeni gelenler bu tapuya saygı göstermişler ve onu hiç rahatsız etmemişlerdi.”(s13)

Yalının, Paşa Dede tarafından arsa olarak alınıp üstüne inşa edilip edilmediğini bilmiyoruz. Ama ister arsa alınıp inşa edilmiş ister hazır olarak satın alınmış olsun bahçenin ucundaki evin ayrı parsel ve tapuya sahip olması fikri çok da gerçekçi görünmüyor. Kaldı ki duvar ile çevrilmiş bir alandaki mülkün parçalı satış ile elden çıkarılmış olması da inandırıcı değil.

İstanbul yalı mimarisi ile ilgili bilgiler ,o günlerin mimari anlayışına göre geniş bahçe içinde sahile sıfırlanmış iki bölümlü (haremlik-selamlık) yalı inşaatının moda olduğunu söylüyor. Yalının arka tarafındaki yol ailelerin sahip olduğu ormanlık alana açılırmış. Bu alan, aileler tarafından genellikle bağ , bahçe ve çalışanların ikametgâhı olarak kullanılırmış.

Yalı arsaları üzerinde yangın evi gibi müştemilat tarzı yapıların olduğu da bilinmektedir. Ama bu müştemilatların ayrı bir parsel ve tapuya sahip olması sık(hiç) rastlanan bir durum değildir. Bir an için olduğu düşünülse bile yalıyı satın almak isteyen birinin ayni mekan içindeki müştemilatı almamış olması bu işlerin ve insan tabiatının gerçeklerine aykırıdır. (Siz olsanız bırakır mısınız? “Metafor”un bir mantığı olmalı.)

Evi satın alan ilk kişi Salih Bey işte böyle farklı bir “tip”.

“Cumhuriyet’le birlikte yeni yeni palazlanmaya başlayan Türk tüccarlarından (s 129); Anadolu terbiyesi almış , şark suyu içmiş,dağlılara hep iyi davranan(s87) ; Leyla’nın anneannesi Üftade hanıma saygıda kusur etmeyen” (s 133) Salih Bey şahsında bir karakter belki de yeni çağın görgüsüz,saldırgan , bencil , üç kağıtçı,aile terbiyesi görmemiş Ömer ve Necla’sına bir “karşı tez” olarak konuluyor ve düzenin insanları, nasıl yoldan çıkardığı vurgulanıyor olabilir.Çünkü bu “Ömer ve Necla”, ilk iş olarak Leyla’yı evden atıyor.(s87)

Ama romanı okumaya devam edecekseniz bu “ayrı parsel ve ayrı tapu” ve de “iyi kalpli” Salih Bey iddiasının geçerliliğine inanıyor olmanız lazım. Zira inanmazsanız ortada ne Leyla ,Ali Yekta Bey,Roxy ve ne de “mülk trajedisi” kalır. Tabi, roman da…!

Roman , 76 yaşındaki Leyla’nın , yalının yeni ev sahibinin iki adamı yaşlı kadının kendi eşyalarını toplamasına bile fırsat vermeden valizinin doldurulup(s12) kapı önüne konulması ile başlıyor. “76 yaşındaki Leyla iki gün kahverengi deriden yapılmış sert valizinin üstünde tünüyor.”(s 10,11)

Bu Leyla’nın “eski toprak” olduğunu göstermek için mi vurgulanmış bilmem ama romana bu kararlılıkla giren Leyla ,romanı ayni “dirayet” ile yürüyemiyor. Kaldı ki yaklaşık 60 yıl rantiye yaşamış Leyla’nın, hayatının “garanti”lerini sağlayamamış olması da dikkate alınması gereken bir durum.

Roman kahramanı Leyla , yalının yeni sahipleri tarafından “kitabına uydurulan” akli zayıflık üzerine oluşturulan bir vesayet kararı ile malından olur ve kuşaklardır sahipliğini ettikleri , dedesinden kalma yalının müştemilatından sokağa atılır.

Olay polise ve basına yansır. Dağlıların bir akrabası olan gazeteci Yusuf olay ile ilgilenir ve yapılanları öğrenir: Tapulu evinden atılan Leyla’nın aslında sahte bir raporla “aklı başında “ olmadığı(s25) tespit, kadına bir vasi tayin edilmiş. Bu vasi dolanlı bir oyunla kadının malını Ömer’e satmış. Muhtemelen oyunu da Ömer kurmuş.

Yusuf, geçmiş güzel günlerin hatırına, Leyla’yı, Cihangir’de oturduğu evde misafir etmek için ikna eder. “Leyla: Şimdi gidiyorum ama mutlaka geri geleceğim” (s27) diyerek Yusuf’la beraber gider. Romanda Leyla’nın gösterdiği tek kararlılık da budur.

Romanda Leyla’nın evini geri alma mücadelesi(?) yeni karakterlerin tanıtılması ile çeşitli yollardan yürüyor.

Leyla, yardım almak için Cumhurbaşkanı’na, Başbakan’a , Adalet Bakanı’na mektuplar yazar.(s177)

Yusuf ve Roxy, “yaşlı kadına rapor veren doktoru görmeye gittiler”(s 155)”Onun raporuna dayanılarak evden atılmıştı”(s156) Doktorun kadını hiç görmeden bu raporu verdiğini anlaşılır. Onlara göre çözüm “Leyla Hanım’ın yeniden muayene edilmesi ve dava açılması.”(s158)

Yusuf, Ömer’in avukatlar ordusuna karşı savaşmanın güçlüğünü kavrar ve milletvekili bir akrabalarına baş vurur(s 215) Milletvekili , olayı takip ettiği bakandan öğrenir : “Sağlam bir heyet raporu var”(s 219)

Leyla’nın tesadüfen karşılaştığı Ali Yekta Bey(AYB), oğlunun yaptığı düzenbazlıklardan haberdar olur. (s195) AYB, “yapılanın zulüm olduğunu söylüyor ve güngörmüş bir asilzade kadın nasıl bu yaşta evinden atılır”(s 199) “Dinimizde ah almak diye bir şey vardır”(s 201) diyerek oğlu Ömer’e yaptığı baskı sonuçsuz kalınca ,”Allah ıslah etsin”(s 222) diyerek pes eder.

Leyla’nın son dayanağı dua ve tılsım olur “Cami, sinagog, kiliseye giderek adaklar adıyor”(s 178) Leyla’nın inancında tüm dinler “birleşiyor”.

Ali Yekta Bey’in yalıda istediği odayı “günah odası” yaptıran gelini Necla(s 104,105) ile aralarındaki sürtüşme, Ali Yekta Bey’in Necla’yı öldürmesi ile son bulur.

Düştüğü bunalımda “Ömer ,yalıyı bir daha gözüm görmesin o evi de yaşlı kadına iade edin” (s 251) dediği için Leyla evine kavuşur.

Bu arada yaşanan hukuki yoldan bahsedilmiyor. Romanda düzmece vesayetin vasisi kim belli değil. Kimse o vasiyi aramıyor. Yalanını hukuk yoluyla ortaya çıkarmıyor. Gazeteci gazete yönetimince korkutuluyor, karara imza atan doktor çaresiz, milletvekili heyet kararı diyerek işin geri dönülmezliğini belirtiyor.(Oysa ki Leyla,onu hiç görmediği ortaya çıkan doktorun raporu ile atılmıştı(s 156))

Yani, Ömer’in vicdanına kalıyor iş ki Ömer anlatıldığı kadarıyla tam bir fırıldak , vicdan falan hak getire.

Romanın sonunda , (herhalde) Ömer izin verdiği için hukuk çalışır , medya susar , doktor raporu düzeltir . Tüm bunlara inanmamız, soru sormadığımız , düşünmediğimiz için mi ? Yoksa Leyla’nın adakları yerine ulaştığı için mi?

Ali Yekta Bey aile içi ilişkilerinin kaosunda oğlu ile mücadelede yetersiz kalıp , gelini Necla’yı öldürerek bilmeden “mülk trajedisi”ni çözüyor(?) ve Leyla’yı hukuk yoluyla elde edemediği mülküne kavuşturuyor. “Mülk trajedisi” üzerine kurulan romanın mülkün el değişimi üzerine yaptığı, bir cılız feryat olarak kalıyor. “Trajedi”nin de ne olduğu anlaşılamıyor.

Romanda , Dağlılar Beykoz’lu hocaya emanet, Leyla’ nın evi AYB’in rovelverine. Romanda kararı KADER veriyor. Trajedi ile olan ilişkisi de bundan ibaret gibi.

Leyla vasiyetinde evi Yusuf ile Rukiye’nin(Roxy) kızı “yeni kuşak” Leyla’ya bırakır. Yusuf gazetede terfi eder. Roxy Rukiye olur. Onlar erer muradına…

Yeni kuşak Leyla’nın eve kavuşması kısır döngünün ifadesi midir?

Romanın sürüklendiği noktayı, 70 li yılların mücadele geleneğinden gelen şarkıların (ve de onu takip eden nesillerin) yaratıcısı Zülfü Livaneli’nin 2000 li yıllarda pes etmişliği olarak mı almalı ?

Romanın Kişileri

Roman 3 koldan ilerliyor. Leyla, Roxy ve Ali Yekta Bey..

Leyla eski bir Paşa torunu . “Leyla 19 yaşında yalnız kaldı.”(s 134) Sıkıştığı zaman mücevherlerini satarak geçinmiş . 76 yaşına kadar rantiye olarak yaşamış. (60 yıl “satarak” geçinmiş. Topkapı Sarayı kadar mücevheri olmalı ! Nerede saklamış ? Başka bir ev de almamış. ) Annesinin işgal kuvvetlerinden bir İngiliz subay ile ilişkisi olduğunu ve babasının o İngiliz subay olduğunu yıllar sonra öğrenir. Dayısı İzzet Kemal, babasını öldürmüştür. Annesi, Leyla’yı doğururken ölmüştür.(s129) Leyla hakkında bilinenler 19 yaşına kadar olan zamana aittir. 19 ile 76 yaş arası ise romanda anlatılmamıştır. Dolayısiyle Leyla’nın nasıl geliştiği hakkında çok da bilgimiz yok. Birdenbire düzeni bozulunca harekete geçmesinin temellerini anlamak da mümkün değil. Romana ismini veren karakter yeterince işlenmiş değil. Ama bir “sudan çıkmış balık” şaşkınlığı var.Evinin dışındaki hayatı sanki yeni yeni öğrenmeye başlıyor. Bunun romana ne kattığı da çok açık değil.

Ali Yekta Bey, Cumhuriyet sonrası varlık yaparak sınıf atlamış eski bir uşak. Yememiş içmemiş oğlunu yetiştirmiş.(s 58) “Amerikalarda okutmuş.” ; Osmanlı geleneğiyle yetişmiş ama Cumhuriyet’in ani değişikliğine uyum sağlamayı bilmiş(s 182); yeni yalısına taşınınca eski efendisi ile eşit olacağını düşünüyor(s 187); “Emrinde mercedesler olmasına rağmen AYB’in her yere otobüsle gitme merakı var.”(s 99)(Öyle olmasa belki de Leyla ile karşılaşamayacak.)

Oğluna verdiği nasihatlerden onu tanımak mümkün:

“Ağalık vermekle olur,Şimdi sen bu ıvır zıvırları dağlılara verirsen elini öper ve ömür boyu sadakat gösterirler”(s 45); “İyi hizmet almak için hizmetli ruhunu iyi bileceksin”(s 47); “Sert olacaksın,otoriteyi elden bırakmayacaksın ama zalim olmayacaksın” (s 48) “Dinimizde ah almak diye bir şey vardır” dediği için “vicdan sahibi” sandığımız AYB , aslında planlı bir adam! Oğlu Ömer de “dibine” düşmüş.

Ali Yekta Bey’in bir “proje” olarak yetiştirdiği oğlu Ömer düzenin sahibi.. Ülkedeki hukuku yönetiyor, medyaya hakim. (Bir tek karısı Necla’yı yönetemiyor. )

Oğlu üzerinde etkisi derin olan Ali Yekta Bey ipleri oğluna kaptırmış, düzmece kararın düzeltilmesi için kılını kıpırdatamıyor . Oysa ki o tür Türk usülü düzenlerde , yaşlı baba hala şirketin içindedir ve durumu yönetir. Zira o oğullar , “baba”sız yol yürümezler. Hele Ömer gibi ömrü boyunca babanın kuklası olmuş bir adam !

Roxy Almanya’daki ikinci kuşağın temsilcisi.

Leyla’nın , “Türkiye’nin çılgın enerjisini,savruk özensiz ama çekici yönünü tanımasına”(s 165) Roxy ve arkadaşları neden oluyor.

“Kapalı dindar Türk kızlarının orasını burasını seyretmek istiyordur Almanlar”a(s 78) “hizmet etmiş” bir kız Roxy.

Roxy , Leyla’yı tanıdıktan sonra doğru yolu buluyor.Ama Leyla’nın bir başka insanı değişmesine neden olacak özelliği (Roxy’nin dikkatini çeken) müzik bilgisinden başka ne ?

Arada yalı çevresinde Boğaziçi imar planında ön görünüme giren gecekonduların sahipleri “Dağlılar” görünüyor ve onlardaki değişim ile Türkiye anlatılıyor.

Yalı, “ Dağlılar için ise yeni kazanç ve iş kapısıydı”(s 87); antikaları Dağlılara kendilerine verince yeni efendilerle yeni düzen kurulmuştu artık(s 88)

Dağlıları temsil eden Cemile, romanda şu cümlelerin ışığında ortaya çıkarılıyor:

“Tarhana çorbası kaynatmak ile Elham okumak arasında hiçbir fark gözetmeden yetişmişti Cemile.”(s 91)

“Kendileri o yalılarda oturmuyorlardı ama hiç olmazsa başlarına böyle bir felaket gelmiyordu”(s137)

“Türban kendisine modaya uygun bir hava veriyor”(s 209)

Mahallenin değişimi Beykoz’lu Hoca üzerinden anlatılıyor.

“Hoca : Peygamber efendimizden naklettiği sözü: iki çenesinin arasındaki organ ile bacaklarının arasındaki organa sahip çıkabilen bir insan bulsam cennete götüreceğim.”(s 210);“Hoca kadınlara yalnız dini kursları öğretmekle kalmıyor onların gözünü de açıyordu”(s 211);“İslam ümmeti uyanıyor ve kendisine zorla kabul ettirilmiş olan Kemalizm gavurluğundan sıyrılıyordu”(s 212) diyen Hoca’nın etkisi ile “Cemile: Çocuklar okulda cumhuriyet ve Atatürk sözleriyle zehirleniyordu.”(s 212) diyor.

“Mahalleli gavur malı yemenin doru olduğundan o kadar emin olmadığı için Leyla’nın evinden aldıkları her şeyi yerine koymuşlardı.”(1 yıl sonra)(s 259)

Doğrusunu isterseniz özellikle Dağlılar konusunda romanın “klişe” anlatımını hiç sevmedim. Çizilen bu tablonun son derece yüzeysel olduğunu düşünüyorum.

Bu karakterler ile işlenen romanın içinde birbirine paralel giden çizgiler var. Haksız zenginleşenler , cemaatleşen Türkiye , Almanya’daki 2.kuşak hikayenin ana aksında yer alıyor. Bu arada Cumhuriyet’in devrimleri , Ermeni, Kürt, Rum meseleleri , Atatürk’e bakış, hikayenin açtığı soluk izler. Bunlar arasındaki bağ ve Leyla’nın ” mülk trajedisi”ne(?) olan etkileri ise ancak çok iyimser bir bakış açısıyla ilişkilendirilebilir ama zorlayarak.

Manolya Ağacı

Romanda sessizce işlenen bir manolya ağacı hikayesi var. Dedesinin Leyla’nın doğumu şerefine diktiği manolya(s 34,134,195,252,260)

Evin büyütülmesini isteyen Necla dev manolya ağacını kestirmiş.(s 109)Bu manolya hikayesi ile yeni nesil Ömer ve Necla’nın maddiyatçılığı, hoyratlığı ,bencilliği anlatılmak isteniyor. Bu bir sembol olarak kullanılıyor olsa da artık bu çağda 70’lerin sert solcu bakışı ile anlamlandırılamayacak bir sembol. Artık düzenin “hoyrat” ama zengin sahipleri manolyanın kendileri için olmasa da “vitrin”leri açısından önemini bilmeyecek kadar cahil değil. Bugün manolyayı ,hala Vedat Türkali’nin “Bir Gün Tek Başına” romanındaki “devrimcinin gülü” gibi kullanmak ve tartışmak da inandırıcı değil ve de anlamsız.

Mülk ve Paylaşım Kavgası ve Trajedi

Livaneli romanın pek çok yerinde “Bir mülk ve paylaşım kavgası”nı (s172) sık sık dile getirir. Romanda “Mülkün sahipliği ve el değiştirmesi” Boğaziçi’ndeki Bosnalılar yalısı üzerinden anlatılmış.

“Çünkü Osmanlı topraklarında çok kişinin gözü var.Türkler Balkanlardan ve Ortadoğu’dan korkunç bir katliamda atıldılar ve kendileri de Anadolu’da ayni işleri yaptılar.Sonuçta milyonlarca insan evinden barkından oldu ve bu evlere hep başkaları oturdu. Başa gelen bunca felaketi,açlığı ve sefaleti bir mülk kavgası olarak görmek gerek” diyerek bir İngiliz’in ağzından özetlenir konu.

Leyla da bu noktadan başlayarak Türklerin Anadolu’daki gayri müslümleri ezdiğini,kurulan cumhuriyetin bir milyon Rum’u gönderdiğini ve milyonlarca mülkün işgal altında olduğunu söylüyordu. Olan basit insanlara oluyordu.Kendi başına gelen de bu toprakların değişmez kaderiydi. (s 173)

Leyla: Üç kıtadan canını kurtarmak için kaçan Müslümanlar için Anadolu kutsal bir sığınaktır(s 171)

Bu düşünce komşu Paleolog tarafından da yineleniyor: “Her gelen , yerleşik olanı tepeler ve mülkünü alır”(s 207)

Leyla “Çünkü bu ülke bu kadar büyük bir sarsıntı yaşamasaydı, temelleri çökmeseydi belki de ailem ve ben bu boyutta bir trajedi yaşamayacaktık” diye bitiriyor romanı(s 269) Romanı sonlandıran Leyla’nın mektubundaki “sarsıntı ve çöken temeller” ile neyin ima edildiği açık değil.

Romandaki her karakterde farklı bir tarih algısı var. Herkes tarihin kendisinin istediği noktadan başlamasını tercih ediyor.

Örneğin Nevrokop’tan yollara düşen Paşa Dede Bosnalı Abdullah Avni Paşa’nın Boğazdaki yalısına nasıl kavuştuğu belli değil. Leyla, Paşa Dede’nin o yalıya sahip olmasını, kendi tarihinin sıfır noktası olarak alıyor ve yalının el değiştirmesi ve kendisinin müştemilattan atılarak başlayan trajedisinden yola çıkarak ülke resmi çiziyor.

Öte yandan ,Leyla “Bu ülkenin adeti böyle. Her şeye rağmen işi beş asır geriye İstanbul’un fethine kadar uzatmak anlamsız.. (Sanki dünyada farklı imiş gibi.)(s 207)” diyerek kendince bir çözüm üretmektedir.

Leyla, İngiliz , Rum komşu ağzından anlatılan kişisel tarihler “gerçek” değil. Resmi tarih de değil. Livaneli farklı bakış açılarını anlatmayı denemiş. Belki de hepsine saygılı olmaya gayret etmiş ama anlatmadıkları ya da ufak dokunuşlarla taraf olmaktan kaçamamış.

Romanda Leyla’nın Cihangir’deki eve girip çıkan Roxy’nin arkadaşlarına önce söyleyip sonra pişman olduğu , “aklıyla reddettiği” devrimlerin ve imparatorlukların dağılması ile ilgili söz (s 169) roman bütününde Leyla ya mı yoksa Livaneli’ye mi ait?

Livaneli önce ortaya atıyor sonra Leyla’nın pişmanlığı gibi geri dönüyor.

“Adamın gözlerindeki iki damla yaş” gibi kurduğu satır arası cümlelere bakarsak görüşlerin salt karakterlere değil yazarına da ait olduğu izlenimi ediniliyor.(s 207) Ama bu görüşler zaman zaman birbiri ile çelişiyor da olabiliyor.

Romanda Dokunulan Tarih

Livaneli romanında çeşitli kaynaklardan derlediği bilgileri de veriyor:

Hoşafın buzdan kasesi(s 53); sorbet(s 53) ; Nefi – iham-ı kaza şiiri( s 55) ; Yahya Kemal,Sakallı Celal, Refi Cevat’ın alışkanlıkları(s 98); Vakit gazetesinin baş yazarı Lastik Sait Bey(s98); İstanbul tılsımları(s 179)

Mustafa Kemal ile ilgili dokunuşlar da var:

Gazi’nin yalı ziyareti(s 57); Gazi’nin çifte tellisi(s 57);Gazi Hazretleri’nin mübarek terini koklamak için birbirleriyle yarış ediyorlardı(s 58); General Fransız İhtilali’nin çocuğu idi.(s 170); Komşu yalıdaki ihtiyar dadının ağzından vallahi yaptı Mustafa Kemal ,padişah sarayını müze yapacağını söylemiş(s 171) Müslüman Türklerin Orta Asya’ya sürülmesi karşısında kurtuluş savaşı veren Mustafa Kemal kendi ailesinde her zaman büyük bir saygı ile anılıyordu(s 170);Allahtan gazi bunları görmüyordu yoksa böyle şeylere kızardı(s 58) Tiyatrocular Atatürk’ten hoşlanmıyor(s 169)

Devrimler(özellikle şapka devrimi) romanda önemli bir yeri işgal ediyor:

Sık sık kabuk değiştiren bu ülkedeki alt üst oluşları anlatacaklardı.(s 167);“Şapka giymeyenin sonu maazallah pek kötü olurdu(s 168);Vallahi kellen gider(s 168);Leyla böyle bir devrimin Avrupa’da yapılıp yapılamayacağını düşünürdü.(s 169); Üç türlü imparatorluk çözümü: Bir gece imparatorlukla yatar ertesi gün cumhuriyetle uyanırsın(s 169)

Refik Halid’in Deli piyesinde Osmanlı günlerinde komaya giren ve birkaç yıl sonra cumhuriyet döneminde kendine gelen bir adamın hikayesi anlatılıyor.(s 167) Adam bir anda okur yazar olmayan bir cahile dönüşüvermişti.(s 167)

Yeni nesil yeni okullarda Latin alfabesiyle eğitim görüyor ve her gün Osmanlıların ne kadar hain olduğunu öğreniyordu.(s 132) Devrimler toplumun üzerine sağanak gibi yağıyor(s 182) Halk yaşamayı kitaplardan yeni baştan öğrenir olmuştu.(s 183)

Çeşitli ağızlardan devrime farklı bakışlar anlatılıyor ve Leyla, “Dolduruşa gelmiş hissediyor.Onların zihniyetine uygun şeyler söylemiş.(s 169) ve düşüncesini açıklıyor: “Bu devrimler ülkeyi gericilikten din taassubundan kurtarmak içindi.”(s 170)

Bu aynen,Yusuf’un ağzından yapılan değerlendirme gibi “Yüzyıllarca karanlıkta kalmış eğitilmemiş kafası hurafelerle dolmuş bir halkın temsili nasıl olabilirdi! Mustafa Kemal , halkı eğitmek yolunu seçmişti.” gibi başlıyor ve “Bu anlayışı jakobenizm olarak yerden yere vuruluyordu”(s 219) gibi bir değerlendirme ile bitiyor.

Cumhuriyet sonrası “İnsanları hem Osmanlı ileri gelenlerine düşmandı hem de işgalcilere”(s132)

Livaneli Ermeni meselesine de dokunuyor:

“Harput dışına çıkarılan Ermeni siviller Kürt çetecilerin saldırısına uğramışlardı”(s 173)

“Amerika’da beyin kanaması geçiren bir doktor ayıldığında Ermenice konuşmaya başlamış”(s 174)

Ermeni hocanın talebesi Paleolog, onun öğrencisi de roman(s 204) (Kültür zenginliği mi ?)

Bir Rum’un ağzından: “Cumhuriyet idareniz Bizans’ın yerine Mezopotamya kültürünü getirdi.(s 205)

Paleolog- “Renan ne der: bir millet ancak geçmişi çarpıtılarak oluşturulabilir.Cumhuriyet de bunu yapmıştır.”(s 206)

Bir ingiliz’in ağzından: “Padişah ise yabancı sefirlerin elinde oyuncak olmuş bir karga gibi”(s 140)

Üfteda’nın ağzından: “Yeni Cumhuriyet başkentini Ankara’ya almış ve İstanbul’u suçlarıyla harp zenginleriyle işgal hükümetine hizmet eden hainleriyle baş başa bırakmıştı.”(s 132)

İstanbul sadece Yunanlılara bırakılamaz diyen başkalarının mülküne göz diken Dostoyevski (s 175)

Hepsi Türkiye üzerine ileri sürülmüş görüş ve düşünceler ama arka arka sıralamak yeni bir “anlam” üretmiyor.

Romanın Söylemi

Zülfü Livaneli öyle bir dil seçmiş ki bu dil hem bir düşünceyi ifade ediyor hem de kendisini dışarıda bırakıyor. Tarafsızlığa olan “aşırı titizlik” onu “taraf” yapıyor aslında. Benim bulduğum çözüm bu! (Ama tüm söylenenler Livaneli’nin düşünceleri ise oturup her şeyi yeniden düşünmek lazım!)

Livaneli seçtiği söylemle hem olayın içinde hem dışında kalabiliyor. Zira roman boyunca görüşünü açıklayan , romanın karakterleri , Livaneli değil.(?) Ama roman boyunca ortaya atılan görüşler karşısında Livaneli , ne düşünüyor açıkça ortaya çıkmıyor. Bana göre ,romanın sahneye getirilmesindeki en büyük güçlük de bu! Yani romanın belirgin bir tezi yok.

Bir bakışa göre bu bir avantaj da sayılabilir. Sahneye aktaracak olan görüşüne göre romana istediği söylemi yerleştirebilir.

Romancının duruşu kesin olmadığından ortaya atılan görüşler bilinen söylemlerin “panaromik” bir anlatımı olarak mı ele alınmalı?

“Hem anlatılanlar gerçek değil mi ?” denebilir. İyi de edebi eser , taraf olmak zorunda değil midir? Yazan bir amaç için yazmaz mı? Livaneli, “nereden birleştirmeli” diye karşısında durup bakacağınız gazete haberi gibi bir roman yazmış. İnsan ister istemez gençliğimizden bu yana yerleşik düzenle mücadele şarkıları söyleyen Livaneli’ye ne olmuş diye düşünüyor.

Ayrıntılar

Leyla evden çıkarıldıktan sonra kesin kararlı mücadele edeceğini açıklıyor ama yaptığı bir şey de yok. 76 yaşında 2 geceyi sokakta bavul üzerinde geçirecek kadar inatçı ve dayanıklı bir kadının ya baştaki ifadesi boş ya da sonraki gerekçeler.

Cemile’nin yalı bahçesinden kapıp eve götürdüğü albüm (s89) Leyla’nın mücevher kutusu kadar önemli olmalıydı. Ama nedense Leyla yanına almamış.

Leyla Hanım’ın herhangi bir kan bağı olmayan Ali Yekta Bey’i cezaevinde ziyareti de hukukçularca cevaplanması gereken bir durum ama Leyla Hanım’ın birkaç rastlantı sonunda Ali Yekta Bey’i ziyareti de inandırıcı değil.

Dağlıların küçük küçük parçalar kopararak Boğaziçi ön görünüm bölgesine yerleşmeleri ve değişen zamanla çevreden gelen “dini ikna”larla değişmesi romanın yan sokaklarından biri. Yalıyı boşaltan da onlar, evlerine soktukları eşyaları günah mı korkusuyla kullanamayanlar da. Düzen onları “kullanıyor” da Livaneli “kullanmasa” bari dedim içimden.

Ne İçin?

Romanın derdi eski Boğaziçi’nin “güzel” günlerine nostaljik bir bakış değil. Farklı İstanbul manzaraları sunmak da değil. Romanın esasından yola çıkarsak romanın derdinin tiyatroya taşınmasının hem -roman içinde yeterli ve sağlam bir temele oturmadığı için- hem de kolay (bence gerekli) olmadığını görürüz.

Bu nedenle romanın olay örgüsünün ve karakterlerin dram sanatı bağlamında tartışılmasından önce onları ve romanın satır aralarında söylediklerini tarihsel boyutları ile “görme”nin ve yerli yerine oturtmanın gerektiği kanısındayım.

Duyduğum kadarıyla müzikli bir oyun olacakmış Leyla’nın Evi. Müziğin ise daha “genç” nefesli olacağını duymuştum. Müziğin,romanın hangi “aksına” ve nasıl uyacağını merak ettim doğrusu.

Kurhan’dan öğrendiğim kadarıyla oyuncuların katılımıyla kolektif bir dramaturji yapılıyormuş ki ben en çok bundan çekiniyorum. Oyunun omurgasını oturtmak daha da zor olacak. Romanı da okuyan ve soru soran oyuncu için iş o kadar da kolay değil.

Romanın içerdiği tarihi söylemin “havada kalışı” bir yana, hikayesinin de arabeskleştirilme tehlikesi taşıması beni düşündürdü.

Esas itibariyle romanda anlatılan ve inandırıcılık sorunu yaşayan hikaye , benim için ilgi çekici değil. Onu ilgi çekici hale getirecek olan tarihsel perspektif önündeki “duruşu”dur ki o konuda da ikna olmadım, öyle bir duruş da görmedim. Leyla’nın düzenle mücadelede bir yol (olumlu-olumsuz) göstermesi bana ilginç gelebilirdi ama onu da bulamadım . Roman kahramanları , rüzgarın önünde sürükleniyor. Livaneli fırsat yaratıp ya da bulduğu noktalarda Türkiye gündemindeki temaları açıyor ve kapatıyor .

Hikaye , tek başına , gerilimsiz bir sahne gösterisi halini alır , dokunulan konulara romandaki kadar/gibi dokunmak ise oyunu yüzeyselleştirir.

Bir noktadan çıkan ve birbirlerinden uzaklaşarak giden ışın çizgileri gibi dağılıyor havada her şey. Ben sonucun, hava-i fişek parlaklığı olacağı kanısındayım. Anlık hayranlığa neden olup karanlıkta kaybolan bir ışık. Korkarım iş gene sahnedeki “süslemeye” kalacak.

Roman ile uyarlama arasında kurulan ilişkiyi gerçekten merak ediyorum ve gene “vitrin” camlarının parlatılacağı düşüncesi ile rahatsız oluyorum.

melihanik.blogspot.com

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Melih Anık

Yanıtla