iDANS04 – İlk Hafta İzlenimleri

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Mehmet K. Özel

“Kozmopolitlik” teması çerçevesinde hazırlanan dördüncü iDANS festivali 1 Ekim’de başladı. Festivalin açılış gösterisi “Giant City” aynı zamanda Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin Bomonti Kampüsü’ndeki Şebnem Selışık Aksan’ın adını taşıyan sahnenin de açılışını yapmış oldu.

Avrupa’nın avant-garde dans festivallerinin (Impulstanz-Viyana, Tanz im August-Berlin) son yıllardaki vazgeçilmez konuklarından Danimarkalı koreograf-dansçı Mette Ingvartsen’in “Giant City” (Devasa Kent) adlı işi, Ingvartsen’in mezunu olduğu efsanevi dans okulu P.A.R.T.S.’a yaraşır tarzda soyut, kavramsal, ritmik, hipnotik ve atmosferik bir işti.

Performans başlamadan önce seyirciler arasında oturan yedi dansçı birbirlerinden bağımsız şekilde, fark edilmesi zor hareketlerle başlayarak; zaman zaman hızlanan, yavaşlayan, tekrarlanan, senkronize olan, dağılan, toplu bir kompozisyon oluşturan, parçalanan ve sona doğru ritm kazanan 50 dakikalık bir hareket örüntüsü sergilediler.

Zemine ve tavana yerleştirilmiş birbirinin eşi iki ışık kaynağından oluşan ve ani sıçramalar ile belli belirsiz renk değişiklikleri üzerine kurulu ışık tasarımı (Minna Tiikainen) ve, şehir-doğa seslerinden ve sessizliklerden beslenen ses tasarımı (Gerald Kurdian) “Giant City“nin atmosferik dünyasını yaratan en önemli ögelerdi.

Belki çok serbest bir çağrışım olacak: Ingvartsen’in “kent”ten esinlenerek tasarladığı “Giant City“deki, gerek ışık ve ses tasarımı gerekse dansçıların koreografiyi aktarışlarındaki bir nevi “ifadesiz aşkınlık” sayesinde yaratılan atmosfer, bana his olarak Taylandlı yönetmen Apichatpong Weerasethakul’un “jungle“da geçen “Tropical Malady” filmini çağrıştırdı.

İlk haftanın dikkat çeken gösterilerinden biri Lotte van den Berg’in Schwalbe Kolektif ile birlikte ürettiği “Spaar ze” (Harcama) adlı performanstı.

Spaar ze” hem biçim olarak Pina Bausch’un yetmişlerin sonunda tasarladığı “Kontakthof” adlı yapıtı ile, hem de Pina Bausch’un genel olarak dert edinip sahneye taşıdığı insan ilişkileri, cinsiyetler arası ilişkiler, iletişim/sizlik konularıyla paralellikler gösteriyordu.

Kontakthof”un ‘50 veya ‘60’larının balo salonunda değildik belki, ama 2000’lerin diskosundaydık; insanlar 50’lerin 60’ların salon danslarında olduğu gibi birbirleriyle değil kendi başlarına dans ediyorlar belki, ama biteviye akıp giden hayata (müziğe) bırakmış iletişimden yoksun halleri aynıydı; minör de olsa, burada da karşılaşmalar, öpüşmeler, itişmeler, konuşmalar, konuşamamalar, anlaşmazlıklar, kıskançlıklar, yardımlaşmalar olmuyor değildi… Nasıl “Kontakthof”da sanatçı-seyirci kopukluğu deliniyorsa (bir dansçının oyuncak ata binmek için seyircilerden bozuk para istemesi veya başka bir Pina Bausch yapıtında –örneğin “Cam Temizleyicisi”nde- bir dansçının seyircilere kahve ikram etmesi gibi) burada da dansçılardan biri arkadaşlarına uzattığı domateslerden seyircilere de veriyordu… Nasıl “Agua”da pet şişelerdeki sularla oyunlar yapıyorsa dansçılar, burada da su şişedeki gibi durmuyor, ürkek de olsa etrafa sıçrıyor, dökülüyor, saçılıyordu.

Ve sonunda: “Kontakthof” nasıl dansçıların daire olup dakikalarca, hayatın biteviye kısırdöngüsünü betimlercesine dönüp durmalarıyla sonlanıyorsa, “Spaar ze” de tam “Bitti, sakinledik, akustik gitar ve mikrofonsuz insan sesi ile dinginleştik” dediğimiz anda, bangır bangır tekno müziğin tekrar başlayıp, dansçıların teker teker tekrar ritmin boyunduruğu altına girmeleriyle noktalanıyordu.

Performansı gerçekleştiren sanatçılar fiziksel anlamda tam bir tükenme yaşadılar; bu açıdan kutlanılasılar. Ancak bence seyirciyi de kutlamak lazım zira “Spaar ze” dayanması sabır isteyen, katlanması zor bir işti. Pes edip salonu terk eden bir-iki seyirci de oldu zaten!

Peki, gösterilen sabra değdi mi? Tüm kalbimle “evet” diyemiyorum…

Bütün bir Ekim ayı boyunca sürecek olan iDANS’ın ilk haftası sonlanırken, 7 Ekim Perşembe akşamı garajistanbul’da tüyler ürpertici bir yolculuk yaptık.

Sırtı bize dönük yere oturmuş, kafası olmayan (veya: Kafası, içinden çıktığı karanlığa gömülü) bir varlığın önce kollarının, ayaklarının oluşumuna, eciş bücüş halde sürünmelerine, sendelemelerine, gittikçe zenginleşen bedenini keşfedişine, ellerini kullanmayı öğrenişine, uzuvlarının dengesini bulmaya çalışışına ve 55 dakika sonunda iki ayağının üstünde durmuş ve yüzü bize dönük olarak vakur bir bakışla bizi süzmesine tanık olduk. Nasıl ki en başta ışık varlığın sadece sırtını aydınlatıyorduysa, sonda da en son sönen ışık ayakta duran varlığı arkasından (yani sırtından) aydınlatandı.

Rankefod” (Deniz minaresi) adlı performansı ile; arkaik bile denemez, daha öncesi, tarih-öncesi devirlerdeki insansı varlıklarından ve evrim sürecinin ilk dönemlerindeki hayvansı varlıklardan günümüz insanının bedenine miras kalmış, bedenimizin hafızasında saklanmış duruşları, hareketleri bulup çıkardı Kitt Johnson.

Johnson’un “performans sergileyen bedeninde” ise; 12 yıl eğitimini aldığı jimnastikten, yer aldığı dövüş sanatları, Butoh, Alman ekspresyonist tiyatrosu, modern dans gibi atölye çalışmalarına bütün bir birikimi hissediliyordu. Ama öyle bir birikim ki; imbikten süzülmüş, öze dair ne varsa sadece onun geride kaldığı, fazlası, çapağı olmayan.

Stravinski’nin “Bahar Ayini”nden daha arkaik, daha ilkel ne olabilir diye merak ederken; “Rankefod“da arkaiğin de öncesindeki “müziği” (yani: sesleri, hışırtıları, sürtünüşleri) biraraya getiren Sture Ericson’un çalışması dahiyaneydi.

İnsan bedeninin cinsler-üstü ve türler-üstü panoramasının çizilmesinde en az Kitt Johnson’un koreografisi kadar etkili olan başka bir unsur da Mogens Kjempff’in ışık tasarımı idi; Johnson’un sadece bedeninde değil, duvar veya arka perdeye vuran gölgelerinde de hayranlıkla seyrettik bedenin hafızasındaki tarih-öncesi, hatta tarihler-üstü yolculuğu.

iDANS04’ün daha başındayız, belki çok erken ama “Rankefod“u şimdiden bu festivalin en etkileyici, en unutulmaz performansı ilan etmek işten bile değil.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Mehmet K. Özel

Yanıtla