“90’larda Büyümüş Olmamız İşlerimize Yansıyor…”

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Mimesis Söyleşi – Sadece birikebilenlerle değil eklenebilenlerle de devam ettiklerini söylüyor “biriken”in mimarlarından Melis Tezkan ve Okan Urun. “biriken” ile, grup anlayışları, yeni projeleri, yaptıkları ve yapacakları üzerine konuştuk.

Metin Göksel/MİMESİS

“biriken” projesi nasıl ortaya çıktı; hedefiniz neydi, nereden nereye geldi?

Melis Tezkan: Bu altı senelik bir hikâye. İkimiz çok uzun süredir arkadaşız; “biriken” bu arkadaşlığın ötesinde bir şeyler yapma isteğiyle oluştu. İlk projemiz, “Şimdi Bizim Evin Yerinde Çukur Var”ı yapmak istediğimizde kendimize bir isim bulduk. O da “biriken” oldu. 2005 sonuydu. O ilk performansı yapmak için “biriken” olduk, yaptıktan sonra ise devam etmeye karar verdik. “Haydi, proje yapalım” diyerek yola çıkmadık; hep aklımıza bir fikir geldi, onu projeye dönüştürdük.

Okan Urun: Biz ne bir tiyatro ne de dans grubuyuz; kendimizi “… tiyatrosu” diye adlandırmayı istemedik. Disiplinlerarası ya da başka bir deyişle disiplinlerin kesiştiği işleri yapmayı tercih ettik. Mesela ikinci işimiz sahne üstü işi değildi; bir video-yerleştirmeydi.

Peki bu bakış açısı zaman içinde nasıl evrildi? Nereye doğru gidiyor sizce?

Melis Tezkan: Aslında çok da fazla şey değişmedi. Yine aynı kılıfsızlık ile devam ediyor. İlk yaptığımız iş sahne üzerinde gerçekleşecekti ama Okan’ın dediği gibi tiyatro olarak düşünülmemişti, o şekilde tasarlanmamıştı. Daha doğrusu sahnenin sınırları farklı çizilmişti; seyircinin girdiği yerden başlayan bir yerleştirme vardı. Bu kılıfsızlık durumu halen devam ediyor, bazen tiyatro bazen performans oluyor. Bunun dışında tabii ki değişimler oldu. Başka projeler oldu, farklı insanlarla çalıştık. Örneğin zaman geldi, internetten anlayan kişilerle çalışmamız gerekti, zaman oldu başka oyuncularla çalışmamız gerekti; “Yala Ama Yutma!”da olduğu gibi. Bu “biriken”in tanımında da var; sadece birikebilenlerle değil eklenebilenlerle de devam ediyor. Bu anlamda bir değişiklik olmadı.

Bunlardan yola çıkarak “biriken”i gösteri sanatları dünyasında nereye oturtabiliriz? Bir performans grubu diyebilir miyiz, yoksa başka bir şey mi?

Okan Urun: Biz tanım olarak disiplinler arası topluluk diyoruz. Ama bu çok geniş bir kapsam. Biraz tuhaf bir algı oluşuyor tabii. Aslında “Yala Ama Yutma!”yı oynayabilseydik muhtemelen tiyatro grubu algısı oluşacaktı. Multimedya kullanımını ön plana çıkarıyoruz. “Yakındoğu’da İhanet”te de, “Yala Ama Yutma!”da da böyleydi. Tanımlamaktan kaçınıyoruz. Bu bazen rahatsız edici olabiliyor; kimisi bizi çağdaş sanat alanında görüyor, kimisi tiyatro alanında. Çağdaş sanat alanından bakınca oraya yeteri kadar ait olmuyoruz; tiyatrodan bakınca da yeteri kadar o tarafa ait olmadığımız söylenebiliyor. Aslında bir disipline ait olmama durumu baştan beri istediğimiz bir şey.

Siz bunu biraz araçlar amaçlar tarafından desteklenebilir olmalı diye tanımlıyorsunuz, sanırım bu ona tekabül ediyor?

Melis Tezkan: Evet, proje doğrultusunda ortaya çıkıyor. Yani, bazı şeyler vardır baştan bilirsiniz. Mesela “Yala Ama Yutma!”da işin sahne üzerinde gerçekleşeceği belliydi. Ama araçlar-amaçlar meselesi sıfırdan başladığımız bir iş için mümkün. Öncelikle kafanızda neden bahsetmek istediğinize, insanlara ne tarz bir şey ulaştırmak istediğinize karar verdikten sonra onu nasıl şekillendireceğinizi araştırıyorsunuz. Belli bir disiplin seçmediğiniz için, hangi disiplinden hangi araçla anlatılabilir, hangisi daha doğru olur diye düşünerek o şekilde formüle edebiliyorsunuz.

Peki sizi bu anlamda etkileyen alanlar, sanatçı veya eserler oldu mu?

Okan Urun: Sahne alanından ilk olarak aklıma Meg Stuart, Big Art Group, Needcompany, tg StAN. Avrupa sinemasının veya Fransa’nın nevi şahsına münhasır yönetmenlerinin etkisi olmuştur. Yazarlar, başka disiplinlerden, mesela video sanatı alanından insanlar. Bunların hepsi bence bizi etkiliyor. Vüs’at O. Bener bizim için çok önemlidir; ilk işimizde onun “Tepede” öyküsünü kullanmıştık. “biriken” ismi de Gülten Akın’ın şiirinden geliyor mesela…

Peki şu ana kadar yaptığınız gösterileri ya da hazırladığınız işleri neye göre belirlediniz? Yola çıkış noktalarınız nasıl oluştu ?

Melis Tezkan:Şimdi Bizim Evin Yerinde Çukur Var” bir şekilde aklımıza gelen, bize bir şeyler hissettiren, üzerine eğilmek istediğimiz durumlardan doğdu. Daha sonra yazma ve sahneleme sürecine geçildi. Ardından gelen iş bir performans olacaktı. O performans projesi bir şekilde enstalasyona dönüştü, sonra yine performans oldu. 2009 yılında ikisini birleştirdik başka bir form oldu. Ama “Yakındoğu’da İhanet”te ikimizde de bir metni sahneye koyma, bize ait olmayan bir metni sahneleme ihtiyacı vardı. Bu metni uzun süredir okuyor olmanın da etkisi vardır belki bu kararı almamızda; bir metin üzerinde çalışacaksak o olmalı dedik. Özen (Yula) ile konuştuk. Onun da desteğini alıp “Yakındoğu’da İhanet”i çıkardık. “Yala Ama Yutma!”da biraz farklı bir durum oldu. Metni okumuştuk ama Özen bizi Ayça Damgacı ile tanıştırdı ve bir anlamda projeyi sunmuş oldu.

Okan Urun: Aslında Özen Yula ile tanışmak bir dönüm noktasıydı. Onun “Sahibinden Kiralık” oyununu Fransızcaya çevirmem vesilesiyle tanıştık. Metinleriyle içli dışlı olduk uzunca bir süre. “Yakındoğu’da İhanet”i yapmak istediğimizde “alın tabii, size emanet ediyorum” dedi. “Yala Ama Yutma”yı sahnelememiz Özen’in bizden isteğiydi. Başta tereddüt ettik, böyle bir gelişmeye hazır olmadığımızı düşündük. Ama Ayça ile tanışınca bunu reddetmek mümkün görünmüyordu. Soruya dönersek; bizim yaptığımız işlerin hepsinin 90’larda büyümüş olmamızla ilgisi var. Okuldan eve gelir Susam Sokağı’nı ardından Bosna Hersek Savaşı’nı izler, bir de “doğuda bir yerlerde” patlama oluyormuş onu duyardık. Yaptığımız işlere bu suçluluk duygusunu katıyoruz bence. Orada olup, bütün bunların farkında olup, televizyondan izlemenin suçluluğu. Bizim elimizde olmasa da izleri var bence üzerimizde.

 “Yakındoğu’da İhanet”te metin öne çıkıyor, bir tür de hesaplaşma söz konusu. Kiminle, neyle hesaplaşıyorsunuz? Kendinizle bir hesaplaşma var gibi. Biraz bundan bahseder misiniz?

Melis Tezkan: Sanırım bizi bu oyunu yapmaya iten şey bu hesaplaşma durumunun olması. Metni okuduğumuz zaman metinde çok fazla şey gördük, metin çok fazla şey söylüyor. Ama her okuyuşunuzda yepyeni bir şey yakalıyorsunuz. Bu hem metnin güzelliğinden hem de çok fazla şey söylemesinden kaynaklanıyor. Sanırım bizi etkileyen bu oldu; her okuyuşumuzda kendimizi hem bulduk hem de bulamadık. 90’ların etkisi, ait olduğumuz coğrafyada görmezlikten geldiğimiz, bir şekilde bize gösterilmeyen şeylerin olması, ikimizin Fransa’ya gitmiş olması, yersiz yurtsuzluk duygusu, “hiç kimse” olma durumu. Bütün bunlar birbirini çok etkiledi. Bir taraftan dertlerimiz var, bir taraftan kendimizi nerede konumlandıracağımızı bilmiyoruz. Bu his bizi çok etkiledi.

Okan Urun: Muhtemelen Özen metni yazarken bunu kendi kuşağının hesaplaşması olarak gördü. Bana ise bu oyun kişisinin bitmiş, tükenmiş, yok olmaya yüz tutmuş hali Kurt Cobain’i anımsatıyor. O yüzden orada Yakındoğu gibi bir şey duyuyorum ama oynarken duyduğum his daha rock bir his. Kurt Cobain özyıkımı simgeliyor; bu bir özyıkım metni. Türkiye’ye tekabül ettiği için çok anlam kazanıyor. Bireyin özyıkımı, toplumun özyıkımı. Bunlar dışında metnin yazılış biçimi de beni çok etkiledi. Şiirsel ile oyun arasında duruyor. Biz yorumlarken mümkün olduğu kadar noktalamaları kaldırmaya çalıştık.

Ne tür bir oyunculuk gerektirdi?

Okan Urun: Melis de ben de hiçbir zaman “karakter ne hissediyor, ne yapıyor” diye dramaturji çalışması yapmadık.

Melis Tezkan: Teksti okumak vardı, bazen parçalamak vardı. Ve her zaman aslında tekstle ilgili imgeler vardı. Bu imgeler kesinlikle oyunda gözüken imgeler değil, sadece tamamlayıcı ögeler. Bir şekilde hep imge imge çalışıldı. Karakter de imge imge çalışıldı. Hep imgelerden yola çıkılarak o insan ya da o sahne oluşturuldu.

Okan Urun: Mümkün olsa sadece bir kere nefes alıp 50 dakika boyunca aynı nefes ile o cümleleri söylemek isterdim. Oyunun belli yerlerinde çok hızlı gidiliyor; baştan savmak için değil bir nefese yetiştirmek için. Tamamen bunun üzerinden ilerlediğimizden “burada bunu yapmam gerekiyor, hadi yapayım” diye hiç düşünmedim. Sadece bazı performansların bitiminde “bugün bu nefes olmadı” dediğim oldu. Kimisi buna “performatif oyunculuk” diyor. Bilmiyorum, bir ad koymak gerekir mi?

Melis Tezkan: Metinden anladığımız kadarıyla adam ilk defa konuşacak ve de son konuşması olacak. O yüzden her şeyi bir nefeste söylemek ve ondan sonra bu işi bitirmek gerekiyor.

Okan Urun: Özen’in metnini kendi izniyle kısalttık ve sonunu da değiştirdik. Metnin sonunda “karakter hırıltılarla sahneden çıkar” yazıyor, biz onu köprüden attık ve karanlığın içinde kaybettik. Bu bizim için çok net bir tercihti. Umut ışığı istemiyorduk.

Görüntü ve oyuncu ilişkisine, ya da ilişkisizliğine dair bir yorumda bulunabilir misiniz?

Melis Tezkan: Adam ihanete takılmış durumda, obsesif bir halde, yaşadığı, aktardığı her şeyi o ihanetten yola çıkarak ya da ona geri dönerek yaşıyor. Bu saplantılı durumunu birkaç imge ile birleştirip vermek istedik. Kelimeler imgelerle gelen şeyler. Mesela bir imge geliyor beyninize, adını öğrenmişsiniz ve adını söylüyorsunuz. Biz ilk imgeyi yakalamaya çalıştık. Adamın kafasından geri dönen, devamlı o anı yaşatan imgeleri yakalamaya çalıştık. Bazen söylediği şey tutuyor, bazen çok geriden yakalıyor, bazen tam dışında oluyor. Ama aslında videodakiler adamın bu süreçte kafasında biriktirdiği imgeler, kelimelere dönüşmeden önceki imgeler. Sahnelenme tarzı ile de oyuncu olarak Okan’ı ve görüntüleri birbirine bağlamaya çalıştık. Kimi zaman yüzünden geçiyor, kimi zaman  kolu ile birleşiyordu görüntüler.

“Yala Ama Yutma” geçen yıl sansürle gündeme geldi. Temel derdiniz neydi, nasıl gündem oldu?

Okan Urun: Oyunun kendiliğinden çok çekici bir yanı var. Bir melek dünyaya gönderiliyor, birini kurtaracak ama porno setine düşüyor. Ayça ile birlikte oluşturduğumuz şekliyle bir karakter ve bir oyuncu var; post-brechtyen diye adlandırılabilir bu durum. Performansçı ile karakter arasında gidip gelen bir durum yaratmak, bu durumu bütün oyuna yaymak, bütün karakterlerin bu durum içinde olması, kesinlikle bir dördüncü duvarın olmaması, açık biçimli bir oyun yaratmak üzerine çalışmaya giriştik. Çok katmanlı bir durum söz konusu. Bu işin bağımsız bir iş olabilmesi ve daha çok tanıtılabilmesi için bir tanıtım çalışması yapıldı; o çalışmada ölümcül hatalar yapıldı, kontrolümüz dışında oldu. Yanlış şekilde, magazinel boyutta tanıtıldı. Sonra Vakit gazetesi olayları patladı. Sanatsal arayışımız uçtu gitti, bambaşka şeylerden bahsetmeye başladık. Normalde okusam gülerim bu haberlere. Ama hiç gülünecek şeyler olmadı, Kumbaracı50’ye tehdit telefonları geldi, ardından kapatıldı, sonra yeniden açıldı. Biz oyunu oynayamadık, oynamak istemedik. O dönemde “gelin oynayın” dendi. Ama polis koruması altında oynamayı çok saçma bulduk. Oynasaydık Ayça’yı evine giderken de mi koruyacaktık? Ciddi hedef gösterildi, ciddi tehditler geldi. Bu koşulda, bu sanatsal arayışlar içinde olduğumuz bir oyunu oynayamazdık. Dolayısıyla vazgeçtik, tanıtım sorumlusu arkadaşla da yollarımızı ayırdık. Akabinde iDANS oldu. Aydın Silier bize bu fırsatı vermeseydi biz bu oyunu hiç oynayamayacaktık. Olaylar ilk patladığında öyle tartışmalar oldu ki, laik-anti laik çatışmasının ortasında kaldık. Yani oynarsak laikler kazanacak, oynamazsak dinciler gibi bir durum. Öte yandan bir gazete adi bir haber yaptı diye oynayamamak sindirilebilecek bir durum değil. Sanatsal arayışımızı tamamen durdurdu bu iş. Dolayısıyla sekiz ay sonra oynamamız çok daha isabetli oldu. iDANS’ta iki temsil yaptık. Oyun beğenildi, olumlu eleştiriler aldık. Ama daha sonra oyunu oynayamadık. İsteyen yerler vardı ama onların da teknik imkânları yeterli değildi. Bu yaz Almanya’da oynadık. Heidelberg Stückemarkt Festivali’nde. Oyun bir şekilde Türkiye’de rafa kaldırıldı. Biz de çok yorulduk artık bunun mücadelesini vermekten.

Bu, temelde ifade özgürlüğü sorunu. Şu anda söylediğiniz çok ciddi bir şey; kimse bize oyunu oynamamız için teklifte bulunmuyor diyorsunuz.

Okan Urun: Oyun beğenildi. Mekân sahipleri de beğendi. Ama bir yerden sonra cevap olumsuz geldi. Anlayabiliyorum çünkü düşündüklerinde bu oyun bizim başımıza da bela açabilir demiş olabilirler. Özen’in bu olaylar ilk patladığında altını çizdiği nokta da önemli: “Bu otosansürü getirir.”

Sanatçıların dayanışması önemli. Bu süreçte bir dayanışma örgütlenemedi mi?

Okan Urun: Örgütlenilmeye çalışıldı. Bize yardım etmeye çalışanlar oldu. Ama galiba biz örgütlenmeyi engelledik ekip olarak. Yanlış örgütleniliyordu, “bu oyunu oynayacağız ve onlara günlerini göstereceğiz” havası vardı. Biz kimseye bir şey göstermiyoruz, biz oyun oynamak istiyoruz. Sinema olsa 100 kişi gelir film gösterilir; ama tiyatro olunca o an orada olmak zorundasın.

Sadece bir olay olduğunda bu tür dayanışmalar akla geliyor, o zaman sizin oyun da bir sembole dönüşüyor. Öncesinde bu tür durumlarda nasıl dayanışırız, ifade özgürlüğünü, en temel şeyleri nasıl savunuruz konusunda pek kafa yorulmuyor.

Okan Urun: Tabii ki, böyle bir gazetenin varolması zaten başlı başına bir sorun. Kültür Bakanı’na televizyonda bu soru soruldu ve şunu dedi: “Ben sanatçıların ifade özgürlüğünün tamamen yanındayım ama sanatçılarımız da biraz dikkatli olmalılar.” Bu ne demektir? Kültür Bakanı bile “sanatçılar özgürdür”ün ardından “ama” ekliyorsa, “toplumun değerleri”nden bahsediyorsa, durum çok vahim demektir.

Bundan sonraki projelere değinelim. Yeni projeniz var mı? Yakın geleceğe dair ne düşünüyorsunuz?

Okan Urun: Şubat ayında Melis İstanbul’a gelmişti; ben de Ayça da bir şeyler yapmak istiyorduk. Hepimizde de “aşk insanın ne kadar mesaisini alıyor!” gibi bir düşünce vardı. Sonra bir video yaptık; bir kere gösterildi sadece. Tina Turner’ın “What’s Love Got To Do With It” klibinin yeniden çekimi. Ayça ve Boysan arkadşımızla ayrı ayrı röportajlar yaptık. Neticede “aşk nedir” üzerine 5 dakikalık bir klip çıktı. Berlin’de neurotitan Galeri’de gösterildi. Geleceğe dair kafamızda canlanan bazı projeler var, oturup konuşmamız gerekiyor, mesela aile üzerine bir şeyler yapmayı düşünüyoruz.

Melis Tezkan: “Yala Ama Yutma!” hakikaten fazla mesai aldı; olaylar, 7-8 ay sonra oynamak, arada geçirdiğimiz zaman… Aslında 2009’dan beri bu oyunla uğraşıyoruz. Bir iş var, onu göstermek istiyoruz. Gösterdikçe olgunlaşıyor, her seyirci ile buluştuğunda değişiyor, farklı bir biçim alıyor. Bu süreci yaşayamadığımız için çok zor koptuk oyundan, kopamadığımız için de başka bir şeye geçmemiz vakit aldı. Evet aklımızda bazı şeyler var ama konsantre olmamız için biraz daha süreye ihtiyacımız var.

Okan Urun: Ayça dışındaki kadroyu oluştururken de çok zorlandık. Çünkü kafanızdaki ile sahnede gördüğünüz örtüşmüyor. Son zamanlarda oldukça konuşuluyor aslında; konservatuardan çıkan oyuncular bizim sahnede görmek istediğimiz oyuncular değil, duymak istediğimiz sesler değil. Bize tamamen aykırı geliyor. Adımızı bile tiyatro koymamışken böyle tornadan çıkmış gibi diyaframdan konuşan oyuncularla mümkün değil bir araya gelemiyoruz. Süreç üzerinden çalışmayı seviyoruz, training yapıyoruz oyundan ya da provadan önce. Bu şekilde çalışırken “ben bunu oynarım, şimdi bu karakter nasıldır” diye gelen oyuncular var.

Melis Tezkan: Oyuncu olarak birtakım değişikliklere açık olmak, risk almak gerekir; mesela Ayça deneyimlerini her zaman göz önünde bulunduruyor ama aynı zamanda hep ileriye bakan ve bir şeyler denemek isteyen bir insan ve bu yüzden iyi bir oyuncu. Oyuncu olarak tamamen kendinizi açmanız, yeni şeylere açık olmanız gerekiyor diye düşünüyorum.

Belki de bir kadro oluşturmanız gerekiyor.

Evet, ama onun için bir mekâna ihtiyaç var, maddi konulara dönüyoruz…

En yakın zamanda yapacağınız çalışmalar neler?

22-23 Ekim’de gerçekleşecek “Görünürlük Projesi 7” kapsamında Hamursuz Fırını’nda yerleştirmemiz olacak. “What’s Love Got To Do With It?” videosunun da yer aldığı, ondan yola çıkan bir çalışma. Bir de “Yala Ama Yutma!” New York’taki önemli çağdaş tiyatro festivali “Under The Radar Festival”e davet edildi. Ocak 2012’de on temsil gerçekleştirmek üzerine gidiyoruz. Çok heyecanlıyız.

biriken’i takip etmek için: http://www.biriken.com/

 

Metin Göksel / MİMESİS

Paylaş.

Yanıtla