Sana Bir Şey Söylememe İzin Ver

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Nazım Sarıkaya

Galataperform’ un 2006 yılından bu yana devam eden Yeni Metin Yeni Tiyatro projesi kapsamında 16 Aralık’ta Fransız oyun yazarı Remi De Vos’un yazdığı Mark Levitas’ın çevirdiği Sana Bir Şey Söylememe İzin Ver adlı oyunu okuma tiyatrosu olarak sahnelendi ve oyundan sonra yazarla birlikte söyleşi gerçekleşti. Okan Urun’un yönettiği oyunu Meral Çetinkaya, Sarp Aydınoğlu, Emin Maltepe ve Beyti Engin seslendirdi. Oyun, hastanede ölümü bekleyen bir kadının iki oğlunun ve erkek arkadaşının hastaneye ziyaretlerini, bu dörtlünün türlü ilişkilerini-çelişkilerini konu alıyor. Hikayeden de anlaşıldığı gibi oldukça statik bir metin, yazar oyunda daha çok oyun karakterlerin psikolojik meseleleriyle ilgileniyor. Oyunun merkezinde kocasının terk etme acısı ve tedavisi mümkün olmayan hastalığıyla kıvranan anne (Meral Çetinkaya) ve hayatın tüm “gerçeklerinden”  bihaber, tiyatrocu olmaya çalışan oğlu (Sarp Aydınoğlu) yer alıyor. Anne yaşamın tüm zorluklarına göğüs germiş, yuvası için kendisinden vazgeçmiş hatta küçük oğlunun tiyatro sevdası için –tiyatroyu sevmese de- kocasını karşısına almıştır, belki de kocası sadece bu tiyatro yüzünden kendisini terk etmiştir? Oğul ise bambaşkadır. Diğerleri gibi yaşamda idealist biri değildir, düzenli çalışmasa da istediği işi yapıyordur, başkalarının gözünde aslında işe yaramaz ve aylaktır. Hatta yıllardır dilinden düşürmediği oyunculuğu bırakıp bir an yazar olmaya karar verebilecek biridir. Bu bakışla oyunda sanki iki ayrı dünya çiziliyor. Annenin merkezde diğer kişilerin çevresinde olduğu tüm zorluklarıyla “gerçek” dünya bir tarafta, tiyatro sevdalısı oğul ve belki oyunda provasını yaptığı hapishaneden kaçmaya çalışan kişi diğer tarafta. Gerçek dünyanın diğer kişileri ise birbirinden renkli. İdeal evladı canlandıran ağabey ile (Beyti Engin) hasta annenin kendisi gibi terk edilen erkek arkadaşı (Emin Maltepe). Ağabey her ailenin isteyeceği türden bir oğuldur, düzenli bir işi ve çocukları vardır en iyisi tiyatroyla uğraşmıyordur. Annenin erkek arkadaşı ise sürekli iflas eden bir tüccardır. Onun gerçek dünyada yer almasının sebebi mücadele etmesidir, karısı onu terk ettiğinde bile yeni bir ilişki aramasıdır ve tiyatrodan hiç anlamasa da tiyatrocu oğulla her karşılaştığı an tiyatro konuşmasıdır. Gerçek dünyanın tüm kişileri annenin arkadaşı gibi bilmediği meselelerde konuşurlar çünkü! Kabaca tanımladığım bu iki ayrı dünyanın insanları da birbirinden yaralıdır. Gerçek dünya kişileri yalanlar içinde yaşıyordur, anne hala kendisini terk eden kocasının her an geleceği düşüyle kıvranıyordur mesala. Büyük oğulun yaşamı da göründüğü gibi mutlu değildir, karısının kendisini aldattığı fikriyle ne yapacağını bilemiyordur. Ailesinin yerlere göklere sığdıramadığı evlatları bu büyük oğul, ölüm döşeğindeki annesini haftada bir kere bile ziyrat etmiyordur. Annenin arkadaşıysa tümden yalanlar üzerine kurmuştur hayatını. Yani gerçek dünya göründüğü kadar güzel ve normal değildir, bu dünyanın ötekisi tiyatrocu oğul ise kendisini diğerleri gibi ifade edemiyordur. İçine kapanık birisidir (böyle birinin tiyatrocu olması anlaşılmazdır ya) başka bir dünyası vardır, toplumsal roller dışında ancak tiyatroyla ifade edebiliyordur kendisini. Oyun boyunca yalnız olduğu sahnelerde bir oyunun provasını yapıyordur. Provasını yaptığı oyundaki kişi hapishaneden kaçmaya çalışırken yakalanıyordur. Tiyatrocu oğul da tıpkı canlandırdığı kişi gibi gerçek dünyadan kaçmaya çalışıyordur ama bunu başarması hapishaneden kaçmak kadar zordur. Ölümü bekleyen annesi, abisi kısacası “gerçekler” hiçbir zaman peşini bırakmıyordur. Ayrıntılandırmaya çalıştığım hikayede de görüldüğü gibi oyunda tiyatronun bu kadar sık vurgulanması hatta neredeyse ana çatışmanın nedeni olarak görülmesi, oyun içinde tiyatroyu kendi anlamından uzaklaştırıp gerçek dünya ile çocucuğun dünyası ayrımını belirginleştiren bir metafora dönüştürüyor.

Tiyatrocu oğulun yalnızken yaptığı provalarda yukarıda özetlediğim iki dünya ayrımı yönetmen Okan Urun’un ışık rejisiyle metin dışında bir kez daha vurgulanıyor.  Ancak yazar, alımlayana “gerçek dünya”dan tiyatrocu çocuğun dünyasına bakmasını sağladığı için yani oyunun merkezine gerçek dünyayı aldığı için izleyene yeni bir söz söyleyebilecek “ötekinin dünyası” bu yönüyle ne yazık ki teğet geçiyor. Bir de gerçek dünya kişilerinin klişe tipleri ve temsilleri yeniden üretmesi metnin gizli cinsel politikasını -yazar farkında olmasa da- taşıyor. Bu söylemi örneklendirecek olursam yalnız kadın, aldatan kadın gibi klişe kadın tiplemelerin yaratılması. Oyundaki anne kocası terk edince yalnızlığa sürükleniyor ve çocukları da kendi yaşantılarıyla uğraşınca iyice perişan oluyor çünkü anne hayatta kendisini sadece erkekler üzerinden tanımlıyor. Öyle ki –bir kadın yalnız yaşayamaz alt metniyle- kocasından sonra alalacele başka biriyle birlikte oluyor ama oyunda bu iki kişinin birbirlerini sevdiklerine dair en ufak bir belirti yok. Büyük oğulu aldatan eşi ise hiç tanıyamıyoruz sadece büyük oğulun anlattıklarıyla karşımızda, bu yüzden neden aldatmış olabileceği hakkında fikir sahibi olamıyoruz. Tek bildiğimiz, aldatan (hem de!) çocuklu bir kadın. Görüldüğü gibi metin gündelik hayatımızda hiç düşünmeden kabul ettiğimiz, doğal saydığımız hiyerarşileri bir kez daha tekrar ediyor. Diğer yandan oyun kişilerinin tümü-tiyatrocu çocuk hariç- tip düzeyinde kalmış, derinlikten yoksunlar. Az önce belirttiğim gibi yalnız anne, idealist abi ve annenin tüccar arkadaşı. Bir kelime kişileri tanımlamaya rahatça yetiyor. Öte yandan başta vurguladığım durağan yapı, oyun kişilerinin çoğunlukla psikolojik derinliklere inememesiyle oyunun seyrini zorluyor. Ha bu sığ temsiller az önce üzerinde durduğum gerçek dünyanın kişiyi sıradanlaştırdığını vurgulamak içinse o zaman kişiler daha da groteskleştirilmeli ve oyundaki temsiliyetler belirginleştirilmeliydi yani oyunun kurmaca yönü ön plana çıkarılmalıydı.

Oyunu sahnelemeyi düşünen yönetmenler birkaç küçük dramaturjik müdahaleyle metinde var olan önemli problemleri gidererek metni çok daha farklı bir noktaya taşıyabilirler. İlk olarak protogonisti çocuk olarak belirleyip onun “öteki” dünyası merkeze alınabilir. Böylelikle metin hem  ötekinin gözünden bakarak bugün için “yeni bir söz” söylemiş hem de az önce belirttiğim durağanlık, ana izleği bozmayacak şekilde, giderilmiş olur. Öteki dünya görünür kılındığında da otamatik olarak gerçek dünyaya ait klişeler de bozulacaktır. Tabii tekste bazı yazınsal müdahaleler de gerekecektir özellikle anne ve büyük oğulun repliklerine.

Oyun sonrası Remi De Vos’la yapılan söyleşiden anladığım kadarıyla R. D. Vos oyununun az önce vurgulamaya çalıştığım ideolojileri barındırdığının farkında değil, masanın başına oturarak, bir an sezgisel bir şekilde yazdığını söylüyor… İşte tam da burada sıralamaya çalıştığım içselleştirilmiş ideolojiler ortaya çıkıyor, bilincimizden en uzaklaştığımız anda! Tiyatro kişilerinin(yazar, yönetmen, eleştirmen vd.) bunların farkına varmasıyla, bunları görünür kılmasıyla Sana Bir Şey Söylememe İzin Ver diyerek doğruluğunu hiç tartışmadığımız düşünceleri de bu yolla konuşur olacağız.

Son olarak Galataperform’a bu güzel etkinlik için teşekkür ediyorum, ocak ayında da aynı etkinlik çerçevesinde İskoçya’dan Linda Mclean geliyormuş, ilginize…

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Nazım Sarıkaya

Yanıtla