Sacit Hadi Akdede
Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) 2006 yılı verilerini kullanarak yaptığı “Zaman Kullanımı Araştırması”na göre, insanların kültür faaliyeti için ayırdığı zamanın yüzde 87.4’ü televizyon izlemeye gitmektedir. TÜİK televizyon için harcanan zamanın program bazında kendi arasında nasıl bölündüğüne ilişkin bir istatistik vermemektedir. Bununla beraber, televizyon programları içinde dizilerin oldukça önemli bir yer tuttuğu bilinmektedir çünkü hemen hemen her kanalın prime time denen saat diliminde genellikle diziler yer almaktadır. Diziler arasındaki reyting savaşlarından söz edilmekte ve bazı dizilerin yayın saatinde sokakların insan yoğunluğu azalmaktadır. Salt bu veriler üzerinde bile düşünülmesi ve verilerin analiz edilmesi başka bir yazının konusudur. Bu yazımızda ise başka bir konuyu inceleyeceğiz. Reyting savaşlarında öne çıkan ve yüksek reyting değerlerine sahip olan bir dizi de Muhteşem Yüzyıl dizisidir. Bu satırların yazarı hiçbir diziyi izlemediği ve takip etmediği halde son günlerde bu dizi hakkında yazılı basında çıkan politik tartışmalar sonucu bu yazıyı yazmak gereksinimi duymuştur. Konu kültürün politik ekonomisi alanına da girmektedir. Hatta bu tartışmalarda en fazla açıklayıcı bilgi kültürün politik ekonomisi alanından beklenmektedir. Dolayısıyla bu yazıda dizinin sanatsal kalitesi ve tarihsel olguları ne kadar doğru yansıttığı üzerinde durulmayacaktır. Bu konular bu satırların yazarının uzmanlık alanınım dışındadır. Bununla birlikte, politikacıların bu dizide anlatılanlara ilişkin yorum yapması, bu dizide anlatılanlar üzerinden politik tartışma yapması, bir kültür ürünü sayılan bir dizi filmin konusunun oldukça politik bir algılamaya konu olabileceğini göstermektedir. Muhteşem Yüzyıl dizisine ilişkin bu tartışmalar, bir önceki yazımda ele aldığım kültür ve sanat ürünlerinin siyasi olma derecesi konusunun anlaşılması için çok iyi bir örnek olmaktadır. Yazıya ve söze dayanan sanatların (edebiyat, tiyatro, sinema, vb.) diğer sanat dallarına göre politik olma derecesi daha yüksektir. Bir klasik müzik parçası bu düzeyde bir “politik olma derecesine” sahip değildir. Hiçbir klasik müzik parçası hiçbir politikacı ya da siyasi iktidar tarafından yasaklanması gereken bir sanat ve kültür olayı olarak nitelenmemiştir. Buna karşın herhangi bir film, bir tiyatro oyunu tarihin çeşitli dönemlerinde çeşitli ülkelerde defalarca gözlendiği gibi yasaklanmıştır veya gösterimden kaldırılmıştır. Bu bakımdan ülkemizin de sicili çok temiz değildir. Bir dizi film, bir sinema filmiyle ya da bir tiyatro oyunuyla aynı derecede sanatsal bir değere sahip olmasa da, bir kültür ürünü olarak değerlendirilmelidir. Gündelik hayatın yeniden üretimi insanların çalışma, uyuma ve boş zamanı değerlendirme çevrimine dayanır. Boş zamanın değerlendirilmesi, kültürel hayatın yaratılmasına yardımcı olur. Dizi filmler toplumun çoğunluğu için önemli bir boş zaman değerlendirme aracıdır. Dizi filmler, sanatsal açıdan örneğin bir klasik müzik parçası kadar önemli olmayabilir. Bununla birlikte, politik açıdan klasik müzik parçasından çok daha önemli konumdadır.
Muhteşem Yüzyıl dizisi Kanuni Sultan Süleyman ve o dönemin Osmanlı toplumunu anlatan bir dizidir. Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın Kütahya Zafer Havalimanı açılış töreninde, Muhteşem Yüzyıl dizisine yönelik eleştiri mahiyetindeki açıklamasından sonra Kasım ayının son haftasından Aralık ayının ilk yarısı olan bu yazının kaleme alındığı zamana kadar geçen sürede hem yazılı hem de görsel basında Muhteşem Yüzyıl dizisine ilişkin birçok tartışma yapılmıştır. Bu tartışmalar hala devam etmektedir. Bir dizinin bu kadar şiddetli politik tartışmalara neden olması diziler ve filmler özelinde, kültür ve sanat ürünlerinin sanatsal ve teknik boyutları yanında, siyasi boyutlarının da olabileceğine ilişkin en önemli bir göstergedir. Bu konuyu yukarıdaki paragrafta özellikle vurguladık.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Kütahya Zafer Havalimanı açılış töreninde yapmış olduğu açıklama şöyledir. “Ecdadımızın at sırtında gittiği her yere biz de gideriz, her yerle biz de ilgileniriz ama bunlar televizyon ekranındaki ecdadımızı zannediyorum o ‘Muhteşem Yüzyıl’ belgeselindeki gibi tanıyor. Bizim öyle bir ecdadımız yok. Biz öyle bir Kanuni tanımadık. Biz öyle bir Sultan Süleyman tanımadık. Onun ömrünün 30 yılı at sırtında geçti. Sarayda o gördüğünüz dizilerdeki gibi geçmedi. Bunu çok iyi bilmeniz, anlamamız lazım. Ve ben o dizilerin yönetmenlerini de o televizyonun sahiplerini de milletimizin huzurunda kınıyorum. Ve bu konuda da ilgilileri uyarmamıza rağmen yargının da gerekli kararı vermesini bekliyorum.”
Sayın Başbakan’ın açıklaması görüldüğü gibi dizinin sanatsal kalitesine ilişkin değildir. Sayın Başbakan uzmanı olmadığı bir alanda görüş bildirmemektedir. Örneğin, çekim teknikleri ve çekim açıları, ışık açılarının yaratacağı atmosfer konusunda, görüldüğü gibi bir fikir beyan etmemektedir. Bu zaten beklenen bir durumdur. Sayın Başbakan, ecdadımızın ilgili dizide doğru gösterilmediğini ve ecdadımızın küçük düşürüldüğünü düşünmektedir Dizinin yönetmeni ve TV kanalını kınamaktadır. Bu kınamayı yapmak en doğal vatandaşlık ve izleyici hakkıdır. Sadece kınamayla kalınsa, dizinin politik ekonomiyi ilgilendiren boyutlarından sadece bir tanesi üzerinde konuşuyor olacaktık. O da şudur. Bu dizi film oldukça politik algılamalara neden olmaktadır çünkü bir kesim ecdadımızı politik olarak sahiplendiğini ve ecdadımızın nasıl yaşadığını diğer bir kesimden daha iyi bildiğini iddia etmektedir. Bu kınamadan sonra bu diziyi sevenler ve sevmeyenler, bu dizinin verdiği iddia edilen örtük politik mesaja göre de ayrılabilir. Bu dizi tamamen piyasa koşullarına göre üretildiğine, diğer bir ifadeyle devletten ve hükümetten hiçbir maddi destek almadığına göre, diziyi sevmeyenler, bu diziyi protesto edip izlememekle ve dolayısıyla reytinglerin düşmesine vesile olmakla diziyi cezalandırabilirler. Siyasi iktidar yüzde elli oy aldığına göre, siyasi iktidara oy veren seçmenlerin bir kısmının bile bu diziyi izlememesi, piyasa koşulları nedeniyle (talebin düşmesi), reytinglerin düşmesi aracılığıyla bu diziyi ortadan kaldırabilir. Dizinin böylece ortadan kalması bile, hala politik nedenlerden dolayıdır. Fakat bu politik nedenler piyasa kanalıyla işleyip diziyi ortadan kaldırmış olurdu (Talep yetersizliği politik protesto nedeniyle ortaya çıkmıştır). Oysa dizinin reytingleri düşmediğine, aksine arttığına göre, siyasi iktidara oy verenlerin belli bir kesimi de ilgili diziyi izlemektedir. Bu durumda, reytinglere, anketlere ve milli iradenin kutsallığına çok değer verdiğini sık sık vurgulayan siyasi iktidarın halkın bu diziyi izleme talebine (diğer bir deyişle milli iradeye) saygıyla bakması gerekmez miydi?
Başbakanın Kütahya’daki açıklamasının politik ekonomiyi ilgilendiren bir diğer boyutu (İkinci boyutu oluyor) da şudur. “…Ve bu konuda da ilgilileri uyarmamıza rağmen yargının da gerekli kararı vermesini bekliyorum” Bu cümle, kültür ve sanat ürünlerinin ayakta kalabilmesi için mutlaka siyasi ve ekonomik güçle desteklenmesi gerektiği gözlemimize en iyi uyan bir örnektir. Ekonomik ve siyasi gücün kültür ve sanatı nasıl görünür kıldığını daha önce İktisat ve Toplum dergisinin birkaç sayısında farklı örnekler bağlamında incelemiştik. Siyasi ve ekonomik güçle desteklenmeyen kültür ve sanat ürünleri, sanatsal değerleri çok yüksek de olsa görünür olmayabilirler. Bu cümlemizden şu yargıyı çıkarmak pek tabii ki çok doğrudur: Sanatsal ve kültürel olarak vasatın altında olan bir sanat eseri ya da sanatçı, eğer arkasında siyasi ve ekonomik güç varsa zamanının iyi bir sanat eseri ya da sanatçısı olarak algılanabilir. Ya da, kültürel ve sanatsal olarak çok iyi bir sanat eseri ve sanatçı, eğer arkasında ekonomik ve siyasi güç yoksa kendini gösterecek bir ortam bulamayabilir. Her siyasi dönem ve iktidar kendisiyle uyumlu sanatçı kümesini de yaratmıştır. Bugün televizyonda, örneğin TRT1’deki şiir programları, kitap programları, kültür ve sanat ve edebiyat programları ayrıntılı çalışıldığında öne çıkarılan sanatçıların siyasi eğilimleri ve burada sanatın politik ekonomisine ilişkin dile getirdiğimiz gözlemimiz daha rahat görülebilir. Aynı şekilde bugünkü siyasi iktidarın TRT3’deki klasik müzik yayın saatinde bir kesintiye gitmemesi ve TRT3’e dokunmaması, bu kanalın siyasi mesaj gücünün çok düşük olmasından kaynaklanmaktadır.
Burada tekrar Muhteşem Yüzyıl konusuna dönecek olursak, söz konusu olan, dizinin devam edip etmemesine piyasa koşullarının değil, bizzat siyasi iktidarın çeşitli siyasi mekanizmalarla müdahale etmesi durumudur. Burada müdahale mekanizması siyasi iktidarın doğrudan telkini ve sansürü veya yargı sistemi olarak ortaya çıkmaktadır. Yargı sisteminin de bir yasaya dayanarak karar vermesi gerektiğinden Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP)’nin bir İstanbul Milletvekili bir yasa teklifini AKP grubuna vermiş bulunmaktadır. 7 Aralık 2012 günkü gazetelerde AK Parti Milletvekili Oktay Saral’ın, tarihi olayları ve şahsiyetleri küçük düşüren, aşağılayan ve çarpıtan filmlere yönelik hazırladığı kanun teklifini, AK Parti Grubu’na teslim ettiği haberi yer alıyordu.
Muhafazakar kesimin bir kısmı da hem Sayın Başbakan’ın Kütahya’daki açış konuşmasını hem de milletvekilinin yasa teklifini çok haklı görmekte ve siyasi iktidarın çeşitli siyasi mekanizmalarla duruma müdahale etmesini doğru bulmaktadır. Muhafazakar kesimin diziye karşı yükselttiği en büyük eleştiri, dizinin halka yanlış bilgi verdiği ve halkın ecdadımızı yanlış tanıdığıdır. Muhafazakar kesimin bir kısmı ya da siyasi iktidara destek verenlerin bir kısmı da şöyle düşünmektedir: Devletin veya siyasi iktidarın, defolu ve zararlı malları satıp da halkın sağlığını tehdit eden firmaları bulup yargı önüne çıkarması ne kadar doğalsa ve doğruysa, ecdadımızı yanlış tanıtan bir dizi film de bu tür zararlı mal kategorisine girmekte ve siyasi iktidarın yargıyı göreve çağırması oldukça doğru ve haklı görünmektedir. Şimdi burada, mesele eğer yargı önüne gelirse hakimler iki konuda karar vermek zorunda kalacaklardır: tarihi olguların neler olduğu ve ecdadımızın küçük düşürülüp düşürülmediği. Birinci konu tarihçilerin, ikinci konu da psikologların, sosyologların, edebiyatçıların ve dilbilimcilerin (Küçük düşürücü kelimelerin ve cümlelerin neler olduğunu tespit etmek gerekecektir), kültür adamlarının uzmanlık alanlarına girecektir. Bu uzmanlar mahkemede bilirkişilik yapacaklardır. Bütün bu uzmanlık alanları ecdadın nasıl ve ne kadar küçük düşürüldüğüne objektif olarak karar veremezler. Bu hizmetin doğası gereği veremezler çünkü ilgili kültür ürünü doğası gereği bir siyasi alana sahiptir. Bir ulusu (ya da ecdadı) küçük düşürme iddiasına maruz kalan bir TV kanalı, örneğin bozuk rakı satan bir firmaya benzetilemez. Bu alan tamamen baskın siyasi ideolojinin kararına göre belirlenecektir ve bu da kültürün politik ekonomisi alanında yer almaktadır. Dolayısıyla hakimlerin bir de politik ekonomistleri dinlemesi gerekecektir. Politik ekonomistler de objektif olamazlar çünkü politik ekonomistler de kendi dünya görüşlerinin ve politik tartışmaların etkisi altında olacaklardır. Burada doğru ya da yanlış haklı ya da haksız değil, güçlü ya da güçsüz arasında bir çekişme ve baskın ve güçlü olan siyasi düşüncenin dediği olacaktır.
Ekonomik ve siyasi güç, kültür ve sanat alanındaki ağlarını sanatçıları da içine alarak kurar ve sanatçıyı sanatçıya övdürerek ve ya yerdirerek yapar bu işi. Bir sanat eseri ille de siyasi iktidarın desteğine ihtiyaç duyar demek istemiyorum. Bunun yanında, mutlaka ekonomik ve siyasi güce (bu siyasi güç ille de siyasi iktidardan gelmeyebilir) ihtiyacı vardır. Tiyatro alanında örnek vermek gerekirse, bir tiyatro grubunun ayakta kalabilmesi için, ille de siyasi iktidara yakın olması gerekmemektedir. Bununla beraber, eğer siyasi iktidara yakın değilse, başka bir ekonomik ve siyasi güce ihtiyacı vardır. Örneğin İzmir’de Dostlar Tiyatrosu, Ankara Sanat Tiyatrosu, Ferhan Şensoy Tiyatrosu, Ankara Ekin Tiyatrosu gibi politik yönü ağır basan tiyatro grupları her zaman seyirci bulmuştur çünkü İzmir’de 40 TL’den bilet alabilecek seyirci (ekonomik güç) ve de bu grupları siyaseten desteklemek gerektiğine inanan kişi ve sivil toplum kurumları vardır (siyasi güç). Bu örneklere ek olarak, belediye tiyatroları, dernek ve sendika tiyatroları da sanatın ekonomik ve siyasi güçten beklediği desteğin somut örnekleridir.
Sayın Başbakan’ın Aralık ayının ilk haftasında Muhteşem Yüzyıl dizisi ekseninde yaptığı ek bir açıklama da kültürün politik ekonomisinin başka bir boyutunu analiz etmemize yaramaktadır. Önce Sayın Başbakan’ın açıklamasını aynen alıp, bu açıklamanın kültürün politik ekonomisi açısından analizini yapalım. Sayın Başbakan’ın aşağıdaki açıklama metnindeki vurgulamalar bana aittir. O vurgulanan noktalar, kültürün politik ekonomisi için oldukça yüksek bir öneme sahiptir.
”Birileri, bizim tarihimizin savaştan, kılıçtan, entrikadan, iç çekişmelerden, maalesef haremden ibaret olduğunu iddia ediyor. Bizden olmayan birileri, son derece kasıtlı şekilde, bizim tarihimizi bize böyle anlatmaya çalışsa da biz, kendi tarihimizi böyle göremeyiz ve görmeyeceğiz. Fetih dediğiniz kavram, kusura bakmayın, savaşarak, birilerinin boynunu kopararak, işgal ederek, sömürmek için yeni topraklar elde etme girişimi değildir. Fetih, tam tersine, kapılardan önce kalpleri açma girişimidir. Fetih, bir medeniyeti, sevgi medeniyetini yakın ya da uzak diyarlara taşımaktır. Fetih, kılıcın değil, kalemin egemenliğine inanmaktır. İstanbul’un fethinde Bizans’ın hanımları Fatih Sultan Mehmet’i, Akşemsettin’i karşılarken, ‘Başımızda kardinal külahı görmektense, Osmanlı sarığı görmeyi arzu ederiz’ demişlerdir. Çünkü birinde adalet vardır, birinde zulüm vardı. Onlar bunu çok iyi biliyordu. Bizim tarihimiz konuşulurken, sadece savaşlar gündeme getiriliyor. Sanki tarihimiz savaşlardan, sanki tarihimiz entrikalardan, haremden ibaretmiş gibi gösteriliyor. Ama, bizim tarihimizi şekillendiren, bizim tarihimize damga vuran, bizim medeniyetimize yön veren kalemden ve kitaptan hiç kimse bahsetmiyor, bahsetmek istemiyor. Bizden olmayanlar, bizim tarihimizi nasıl anlatırsa anlatsın. Biz, kendi tarihimizi, kendi öz medeniyetimizi doğru tanımak, doğru anlamak ve o tarihten ilham alıp, geleceği şekillendirmek zorundayız. İşte onun için bizim başımız hiçbir zaman öne eğilmeyecek. Biz, eziklik, güvensizlik, pısırıklık, sinmişlik içinde asla olmayacağız. Biz, yenilmişlik duygusunu, yenilgi duygusunu, mağlubiyet duygusunu yanımıza asla yaklaştırmayacağız. Bu millet, geçmişte en iyiyi yaptı, bugün de en iyiyi yapabilecek güce, yeteneğe sahiptir. Bu millet geçmişte öncü oldu, bugün de öncü olacak kudrete ziyadesiyle sahiptir. Biz buna inanacağız. Çocuklarımızı, gençlerimizi, genç nesillerimizi, artık böyle bir anlayışla, böyle bir özgüvenle, böyle bir tarih ve medeniyet bilinciyle yetiştirmek zorundayız.”
Yukarıdaki metnin kültürün politik ekonomisi açısından can alıcı kavramı bizden olmayanlar nitelemesidir. Siyasi iktidara göre bizden olmayan birileri tarihimizi son derece kasıtlı anlatmaktadır. Burada tarihin sanki kasıtsız anlatılabileceği konusunu bir tarafa bırakalım. Asıl önemli olan bizden olmayanlar nitelemesidir. Kimdir bu bizden olmayanlar? Örneğin Yunanlılar mı ? Başka milletten olanlar mı ? Yoksa tarihi ve kültür ve sanat olaylarını siyasi iktidarın yorumladığı gibi yorumlamayan bu ulusun insanları, sanatçıları, kültür insanları mı ? Tarih, kültür ve sanat olaylarının yorumunda ve algılanmasında demek ki tek görüş bulunmamaktadır. Bizden olanlar ve olmayanlar nitelemesi, bir politik kutuplaşma durumunun varlığını göstermektedir. Hangi kültür ve sanat olaylarının ya da eserlerinin maddi olarak desteklenmesi, kültür ve sanat eserlerinin nasıl inşa edilmesi, oluşturulması, meydana getirilmesi gerektiği demek ki bu bizden olanlar ve olmayanlar durumuna göre farklılık gösterebilir. Burada bu türden bir kutuplaşmanın oluşması, politik kutuplaşmanın çok yüksek olduğu Türkiye’de çok şaşırtıcı değildir. Kültür ve sanat alanı ise politik kutuplaşmanın en çok gözlendiği alandır. Kültür ve sanat alanındaki bu politik kutuplaşma kültürün politik ekonomisi konusuna girmektedir. Her siyasi düşüncenin kendine özgü kültür ve sanat ürünlerini desteklemesi, öne çıkarması, onurlandırması, anlaşılabilir bir durumdur. Türkiye’de ulusal bir kültür politikasının olmamasının en önemli nedenlerinden biri bu politik kutuplaşmadır çünkü siyasi gücü eline geçiren sadece kendi siyasi düşüncesine yakın kültür ve sanat ürünlerini desteklemekte, öne çıkarmakta ve onurlandırmaktadır. Nazım Hikmet ile Necip Fazıl sanki iki farklı ülkenin şairleri gibidir. Necip Fazıl’ı sevenler Nazım Hikmet’ten nefret ederler, şiirini bilmeden siyasi düşüncelerinden dolayı nefret ederler. Aynı durum Nazım Hikmet’i sevenler için de geçerlidir.
Sayın Başbakan’ın açıklamasında sonuna kadar katıldığım bazı düşünceleri belirtip o konuda da yorumumuzu yaptıktan sonra bitirelim yazıyı. Sayın Başbakan diyor ki : “…Fetih dediğiniz kavram, kusura bakmayın, savaşarak, birilerinin boynunu kopararak, işgal ederek, sömürmek için yeni topraklar elde etme girişimi değildir. Fetih, tam tersine, kapılardan önce kalpleri açma girişimidir. Fetih, bir medeniyeti, sevgi medeniyetini yakın ya da uzak diyarlara taşımaktır. Fetih, kılıcın değil, kalemin egemenliğine inanmaktır…” Bu cümlelere sonuna kadar katıldığımı belirtirim. Başka bir ulusun insanlarını fethetmek, onların gönlünü, yüreklerini, kafalarını ve vicdanlarını fethetmekle mümkündür. Bu türden fetih kılıçla yapılamaz. Bilim ve kültür-sanat ürünleriyle fethedilir başka uluslardan insanların yürekleri, vicdanları, beyinleri. Kültür ihraç edebildiğimiz zaman, başka ülkelerden insanların yüreklerine yerleşiriz ve oradan sökülüp atılabilmemiz de zorlaşır. Muhteşem Yüzyıl dizisi 42 farklı ülkeye ihraç edilmektedir. Bu önemli bir sayıdır. Kaldı ki 42 ülke televizyonuna bu dizi bedava verilmemiştir. Bu ülkeler para ödeyerek dizimizi izliyorlar. Demek ki o ülke insanlarının yüreklerine girmeye başlıyoruz. Eğer mevcut Muhteşem Yüzyıl dizisi tarihimizi doğru anlatamıyorsa, dindar burjuvazi, film ve sinema sektörüne yatırım yapıp, asıl ve doğru olan Kanuni’yi anlatmakla yükümlüdür. Bir de “onların” “Muhteşem Yüzyıl’ının” ihracat rakamları ne olacak, ona bakmak lazım. Umarım Avusturya’ya ihraç ederler ve Viyanalıların yüreklerine, oradan hiç çıkmamacasına girmiş oluruz. Bu durumdan bütün Türkiye çok memnun kalır.