“Rövanş Estetiği” ve Taksim’in Ruhu

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Fırat Güllü

Şöyle bir sahne hayal edelim: İstanbul’da yaşayan Alevi toplumunun temsilcileri Beyoğlu Belediye Başkanı’nı ziyaret eder ve İstanbul’daki Alevilerin çok dağınık olduklarını, onları bir çatı altında toplayacak bir ibadethaneye ihtiyaç duyduklarını belirtirler. Bu amaçla Taksim’de finansal altyapısını büyük oranda kendilerinin karşılayacağı büyük bir cem evi binası inşa etmek için belediyeden izin ister ve kendilerine yer göstermesini talep ederler. Tabanı Sünni muhafazakar bir kitleye dayanan bir partinin üyesi olarak belediye başkanı kendi tabanında oluşacak tepkiye rağmen bu talebi olumlu karşılar. Belediye meclisinde Sosyal Demokratlar, Yeşiller ve Eşcinseller tasarıya olumlu oy verir ve Taksim Meydanı’na büyük ve modern bir cem evi inşaatı başlar. Bir grup köktenci muhafazakar durumu protesto etmek ve inşaatı engellemek için toplandığında güvenlik güçleri inşaat alanını koruma altına alarak faaliyetin sürekliliğini sağlar.

Medeniyet dediğimiz şey bu olsa gerek. Birkaç yıl önce Köln’de büyük tartışmalara yol açan camii inşaatında aşağı yukarı bu türden bir durum yaşanmıştı. Şu aralar bildiğim kadarıyla o camii inşaatı Neo-nazilerin protestolarından hiç etkilenmeden devam etmekte ve yakında tamamlanacak. Her aşaması olabildiğince şeffaf biçimde, kamuoyunda tartışılarak ve temel insan hakları kriterleri dikkate alınarak yürütülen bu süreç Türkiye’de büyük bir dikkatle izlenmişti. Bizim açımızdan örnek teşkil etmesi söz konusu oldu mu? Yukarıda hayal ettiğimiz sahnenin gerçekleşme ihtimali ne denli zayıf olduğu düşünülürse bunu iddia etmenin olanaksızlığı da ortaya çıkar. Bizim geleneklerimiz biraz farklıdır. Bizim geleneklerimizde ibadethaneleri padişahlar ya da devletlüler inşa ettirir ve en görkemlileri her zaman Sünni camileri olmuştur.

Başbakanımız modern çağlarda bu geleneği sürdürme eğiliminde olduğunu, “ustalık çağı” olarak adlandırdığı son döneme girerken İstanbul’un çehresini değiştirecek projelerini ortaya koyarken açıkça ortaya koymuştu. Kendisinin İstanbul’a dair bir ütopyası var: “Modern” kulelerle, yapay havuzlarla ve doğallıktan uzak peyzaj düzenlemeleriyle donatılmış, 20 milyonluk bir “Müslüman şehrine” yakışacak gökdelen camilere ev sahipliği yapan, Tanrının değil insanın yarattığı bir İstanbul Kanalı’yla taçlandırılmış, Üçüncü Köprü ve yeni havaalanıyla iyice Karadeniz kıyısına taşınmış bir 21. yüzyıl kenti.  Ancak İstanbul’un özel bir noktasının bu ütopyada önemli bir yeri vardı: Yayalaştırma adı altında tarihsizleştirme ve kimliksizleştirme müdahalesine maruz kalan; Osmanlı döneminde “gavur mahallesi” olduğu için fazla karışılmayan ama Cumhuriyet döneminde “laik elitizm” simgeleriyle donatılmış olduğu için hükümetin “ustalık döneminin” hedefi haline gelen; diğer yandan halkın ve emekçilerin tüm bu yukarıdan dayatılan toplum/mekan mühendisliği projelerinin çok ötesinde kendi mücadelesiyle, dişiyle tırnağıyla alternatif bir tarihini yazdığı Taksim Meydanı.

Başbakanın kişiliğinde somut bir temsiliyetini bulan muhafazakar tahribatçılığın Taksim projesi özelinde ortaya koyduğu tüm bu projeler nasıl anlamlandırılabilir? Her şeyin ötesinde şehir planlamacılığında çok sık örneğine rastlamadığımız bir anlayışın, bir tür “rövanş estetiği”nin belirleyici olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Taksim’de yapılması planlanan inşaat, çevre düzenlemesi ve peyzaj çalışmalarının tümünün “estetik” değerlerden çok Cumhuriyet elitinden ve onların İstanbul’undan alınacak bir rövanş duygusu tarafından belirlendiği bir durumla karşı karşıyayız. Yani şehrin son bir yüzyıldır geçirdiği evrim, değişen ihtiyaçları, artan nüfusu falan hiç önemli değil. Başbakan ve onun zihniyetinde somutlaşan şehir planlamacılığı anlayışı, Taksim söz konusu olunca tümüyle Cumhuriyet’ten “estetik bir rövanş” almaya güdülenmiş durumda: Zaten terk edilmiş bir harabe görünümü almaya başlamış AKM yıkılacak yerine bir kültür merkezi inşa edilecek –elbette bu yeni merkezde, bizzat içerisinde yer alan sanatçılar tarafından uçurumdan aşağı yollanmış opera ve bale türü gösterilerin hangi ağırlıkta yer alacağı ciddi bir başka tartışma konusu olacak; Taksim’in çeşitli mahallelerine serpiştirilmiş küçük ve güzel camilerle yetinilmeyecek ve Ataşehir’dekine benzer ve muhtemelen Osmanlı adetlerine uygun biçimde en yakın kiliseden çok daha yüksek –büyük ihtimalle özel günler dışında sürekli küçük bir cemaate sahip olacak-çirkin bir modern cami dikilecek, böylece “gavur Taksim” İslamlaşacak, Bizans yeniden fethedilecek; 31 Mart ayaklanmasının karargahı olarak kullanıldığı gerekçesiyle Cumhuriyet döneminde yıkılan ve belleklerimizden silinen şu ünlü topçu kışlasının bir replikası inşa edilecek, bu amaçla Taksim’in yegane doğal ve para ödenmeden oturulabilecek mekanı yok edilecek, “rövanş” almak dışında hiçbir amacı olmayan bu inşaatı anlamlandırmak amacıyla altına bir AVM yapılacak. Kısacası şehircilik mantığıyla alakası olmayan bir “ucube” yaratılacak. Kimseye sorulmayacak. Tartışılmayacak. Her şey kapalı kapılar arkasında karşılaştırılacak ve gerekirse güç kullanılarak kabul ettirilecek.

İşte son halk kalkışmasında batağa saplanan bu hastalıklı ruh halidir, bu iktidar kibridir, bu narsistik kabadayı zihniyetidir. Geçmişte devlet elitinin yapay sembollerini aşarak Taksim Meydanı’na ruhunu kazandıran ve onun alternatif bir tarihini yazan halk ve emekçiler olmuştu. Şimdi kendisini yeni sistemin egemeni olarak gören ve eski egemenlerle rövanş mücadelesine girenlerin çabalarına meydan okuyanlar yine geniş halk yığınları olmakta. Son dönemde inşaat faaliyetleri nedeniyle ciddi biçimde kan kaybeden Taksim’e yeniden ruh kazandıranlar da onlar olacak.

Bir grup lise öğrencisinin kendi inisiyatifleriyle sınıfa astıkları bir afiş.

direniş

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Fırat Güllü

1 Yorum

  1. Pingback: “Esthétique de Revanche” et l’esprit de Taksim | Translate for Justice

Yanıtla