Yalçın Küçük Kitaplarının Önsözleri

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Hasip Akgül

Yalçın Küçük Hoca ile en son salgın başlamadan hemen önce büyükçe bir sofrada buluşmuştuk. O, geniş sohbetlerin yapıldığı bu tür kalabalık sofraları çok sever. O gün, her şeyin zevkle konuşulduğu, yemeğe esprilerin, sataşmaların, iltifatların, anıların, projelerin karıştığı, neşe ve yaşama sevincini herkesin birbirine bulaştırdığı bu sofra hem “yeme” hem de “yenilenme” yerine dönüşmüştü. Onunla konuşurken, dinlerken, izlerken bir yandan da Yalçın Hoca’nın yazarlık dünyası ile bu tür sofralar arasında bir bağ olduğunu düşünmüştüm. Kitaplarında kurduğu ve bilinç tabaklarıyla donattığı büyük sevinçli sofralar ile oturduğumuz sofranın benzer bir yanı yok muydu gerçekten?

Yalçın Küçük, olgulara, tarihin değişik kesitlerindeki paternlere, günümüzde patlak veren ve ilk anda kavraması zor şaşırtıcı gelişmelere bakarken üç yıldızlı bir yemek ustası gibi zevkli ve besleyici bir yaratıcılığa sahip değil miydi?  Kitaplarının tiryakilik yaratması, çıkan kitaplarının birçok baskı yapması, tutkulu bir okur kitlesine sahip olması biraz da onun bu yanıyla ilgili değil miydi?

Özellikle kitaplarının önsözleri bu “sofra meselesi” açısından dikkat çekicidir. Önsözlerindeki farklı farklı unsurları yan yana koyuşu tıpkı büyük sofralardaki lezzetli atıştırmalıkların sunumu gibidir. Bunlarla oburca karın doyurulmaz; sofranın birleştirici gücüne değişik aperatiflerle bir davet yapılmış olur. Öncelikle iştahın açığa çıkması sağlanır. Bu yolla misafirin zihninde bir keyif oluşturulur ki bu zihinler sofraya daha sonra neler geleceğini düşünmekten vazgeçsin ve o ana odaklansın. Nitekim Hoca’nın kitaplarındaki önsözlere hiç kimse çabukça bitirilip atlanılacak bir yer muamelesi yapmaz, yapamaz. Bu tür bir aceleci oburluktan burada vazgeçilir;  çünkü düşünce üretmeye davet edilmiş misafir okur için önsöz denilen bu harika yerde şimdiden her şey vardır; sakince tadını çıkarmak ve besini özümsemek en iyi seçimdir. Tatların en başında yazarla birlikte düşünmeye başlamanın tadı vardır; konuyu nasıl seçmiştir, nasıl soyutlamıştır, malzemeler hangi kütüphanelerden toplanmıştır; yaşamının hangi yerindeki basit bir gözlemle tüm bunlar nasıl bir “aydınlanma” yaratmıştır da aslında sonsuz akış ve bir kaos olan olaylar doğa ve toplum içinde birdenbire figürlere, anlaşılır sistemlere dönüşmüştür; tüm bunlar önsözde imgelerimizi ayaklandıracak şekilde masaya konulur. Bütün okurlar kitabın önsözündeki bu mutfak sunumuna bayılırlar. Sanki az sonra bir kitabı okumaya değil de beraberce yazmaya başlayacakları heyecanına kapılırlar. Yalçın Hoca’nın kişisel gibi görünen, kendi yaşamından sahneler de içeren bu önsöz yerinde okurlar onu izlerlerken “onunla birlikte yazdıkları” hayaline kapılırlar. Onun gibi olmayı arzularlar. Bilim felsefesi burada o kadar sadeleşir ve açıklık kazanır ki herkes bilim yapabileceğini düşünmeye başlar.

Arzu, insanlığın ve aynı anlamda uygarlığın gelişimindeki en büyük motivasyon kaynaklarından biridir.[1] Güzel anne-babalar ya da ünlü yemek ustaları tabağı oluştururken yalnız doyurmayı değil tabakta görünen besinlerin şifa veren, enerji veren yanlarını hissetmemizi hatta onun gibi olma arzumuzu da açığa çıkarmak isterler. Bu arzu açığa çıkınca salt yemek yemeyi değil yemek yapmayı da arzulamaya başlarız. Dürtüsellikten belli bir duygusal bilince doğru yükseliriz. Başkasının arzusunu isteme ya da öykünme diyebileceğimiz olguyu anlamak önemlidir, çünkü bunu anlamak sanatı anlamaktır. Provaya dayalı yapısıyla özellikle tiyatronun, müziğin, resmin ve elbette yazının üretimiyle uğraşanlar bunu anlamak zorundadır. Arzu duyma o kadar önemlidir ki öykünmenin temel olduğu bir çıraklık döneminden geçmeden kendi üslup ve biçimine ulaşmak, kendi imgelerinin toplumun kolektif bilinciyle olan bağını kurmak neredeyse imkânsızdır.

“Yalçın Hoca’nın önsözleri o kadar güzeldir ki onlardan ayrı bir kitap bile yapılabilir.”

İşte böyle, sonunda bu iştah açıcı önsözler yapacağını yapar, kitap okurken yazma düşleri kurmaya başlanır.  Kitabın daha en başında kendine özgü projeler, bakış açıları oluşturulmaya başlanır. Kitabı kendi yazıyormuş gibi yazarıyla özdeşleşir okurlar. Hatta bazı yerlerde kitabın aslında bulunmayan özgün ara yollar, düşünceler üretmeye bile başlayabilir gerçekten. Okur pasif bir tüketici olmaktan çıkmış yaratıcı bir yoldaşa dönüşmüştür artık. Arzunun doğru ve ilerletici yapılandırılmasıdır bu.

“Önsözlerden ayrı bir kitap yapmak” da bana göre özgün bir kitap projesiydi işte.

Bilindiği gibi onun 1993 yılında başlayan Paris sürgünlüğü 1998 yılında Kapıkule’den girişiyle hapisliğe dönüşmüştür. Bilinçle, birikmiş cezaları için gelmiştir; en ön safta çarpışarak buna engel olma karalılığıyla dönmüştür.  Ne var ki aralıklar olsa da bu dönem başlayan hapislik silsilesi yaşamının daha önce ve daha sonrasındaki hapisliklerinden uzun sürmüştür. Önceki tutuklanmalarında hâkimlere, savcılara şapkayı ters giydiren müthiş savunma metinleri artık hukuk alanında başlayan yeni süreçler nedeniyle bu dönemde duvarlara toslamıştır. 1993’ten başlayarak düzen artık kendi kurucu metinlerinin son kırıntılarını da inkâr etmiştir. Devletin ve sermayenin derin ihtiyaçları sokak infazlarıyla birlikte hukuk infazlarına başlamayı uygun görmüştür. 2000’lerden sonra ise kuvvetler ayrılığı askıya alınarak daha gerici bir düzleme resmen geçilmiştir. Zaten Hoca’nın gidiş kararı da bu durumları teşhir etmek ile ilgilidir. Dönüş kararı ise “teşhir”in yetersizliği ülkedeki büyük gerici dönüşümün önüne fiziksel olarak dikilme zorunluluğu ile ilgilidir.  Fakat karşı taraf dünya konjoktürünün rüzgarını arkasına alarak tepe mevkileri bir bir ele geçirerek  (şu an tüm ayrıntılarını çok iyi bildiğimiz) karanlık iklimin oluşması çabasındadır.

Bu dönemden Yalçın Hoca’nın kitap yayın ritmi de etkilenmiş ve neredeyse okurun okuma hızına yakın olan bu ritim bozulmuştur. Edirne’den, Gebze’ye, Haymana’ya, İstanbul’a “hapishane sürgünlüğü” diyebileceğimiz bu süreçte kendisi için rahat çalışabileceği bir hapis rutini oluşturması da engellenmiştir. Kısa delici demeçler, hafif makineli makaleler, bomba röportajlarıyla hâlâ savaşsa da onun tank gücünde olan kitapları solun toplumsal mücadelede belli bir toparlanma yaratabilmesi için önemlidir. Bu dönem Hoca, toplumsal mevzilerin bir bir düşürülmesine dayanamayıp tıpkı filmlerdeki “çılgın bilimadamları” gibi yeni silahlar yaratma eğilimine bile girmiştir.[2] İşte tam bu sırada ve benim şu an anlatmaya çalıştığım “Hoca’nın kitapları ve önsözleri”yle ilişkili olarak yeni bir durum oluşmuştur.

O dönemde Hoca’nın kitaplarından yeni bir kitap yapıp hızla yayınlamayı, onun sesini susturamayacaklarına yönelik bir mesaj olarak düşünmüştüm. Acaba onun önsözlerinden oluşan bir kitap yayınlasak okuru bu mesajı alıp sahiplenir mi? Sonra bu proje biraz daha gelişti kafamda: onun kitaplarındaki can alıcı pasajları, aforizmaları, yöntemli düşünmeyi öğreten unsurları konulara göre bir sistematik oluşturacak bir şekle dönüştürmek daha iyi bir fikir olmaz mıydı? Eğer bunları hayalimdeki gibi dizebilirsem, okur Hoca’nın sessizlikle boğulmaya çalışıldığı bu dönemde, mücadelesini hapishanede duvar yazıları yazarak sürdürdüğünü görecekti.

Tabi proje dediğimiz şey herkesin aklına gelebilen bir şeydir. Bir de oturup çalışmak gerekiyor. Oturdum birkaç ay içinde biraz daha az uyuyarak tüm kitaplarını yeniden okudum. Hedeflediğim alıntıları birer birer bulup kartladım ve bunlardan yepyeni bir kitabın yavaşça ortaya çıktığını gördüm. Sonra sıra işin en zevkli yerine geldi. Bir önsöz yazılacaktı; ama bu özgün, “Türkiye Büyülü Hapishanem” (kitabın adını böyle koymuştuk) için yazılmış bir önsöz olmalıydı. Bunu doğal olarak kitabı hazırlayan kimliği ile benim yazmam gerekiyordu. Onun gibi imge öbekleriyle dolu güzel bir önsöz yazamazdım; bu onun buluşuydu; bir tek o yaptığı zaman güzel olurdu. Ben de yekten girdim, salt en saf duygumu anlatarak dört-beş sayfalık bir önsözle yetindim. Toplumsal Kurtuluş’u bir keşif gemisi, Yalçın Hoca’yı da bunun kaptanı olarak çizen ilkokul resmi naifliğinde bir yazı çıktı ortaya. Yine de samimi ve gerçek olduğu için sıcaklık yaratabiliyordu.[3] Kitabı bastık ve kitapçı vitrinlerine çıkmasını sağladık. Birkaç yıldan beri Yalçın Küçük kitabı çıkmadığı için harika bir şey olmuştu. Kitap kısa sürede üç bin satmıştı. Bu hem moral hem o dönem çıkardığımız yayınlar için para hem de Hoca’nın örgüt dışındaki daha geniş bir kitleyle teması sürdürebilmesi anlamına geliyordu. Üstelik Hoca’nın yalnız olmadığını, arkadaşlarının hep yanında olduğunu duyumsaması ve onun dayanma gücü için duygusal bir anlam da yaratmış oluyorduk.

Şimdi tüm bunların benim için ayrıca nasıl bir kişisel değer içerdiğini de anlatmalıyım. Toplumsal Kurtuluş’ta benim yaşıtım arkadaşlar (hatta Hoca’nın yaşıtı olanlar da)hepimiz doğal olarak onun yazarlığının baskın etkisi altındaydık. Cümlelerimiz, üslubumuz, temalarımız hep Yalçın Küçük gibiydi. Bunu bir kavga dergisi olduğumuz için çoğu zaman  sorun saymıyorduk ama bazılarımızın yazısı da doğrusunu söylemek gerekirse Yalçın Küçük’ten daha fazla Yalçın Küçük oluyordu. Çok geçmeden yaratıcı bir yazım başarısı için cesaret, güven, bağımsız bir zihinselliğin gerekli olduğunu gördüm. Çünkü bu uğraşı bir heves olarak değil yaşam boyu sürdürmek istiyordum. Zaten Güzel Sanatlar Fakültesi’nde Tiyatro-Dramatik Yazarlık okumuştum. Niyetim ciddiydi.

Ama yaratıcılık, yıllar süren ve belki gerekli sayılabilecek o taklit çalışmalarından sonra etkilenilen kaynakların bilinçdışında özümsenmesi ve kaynaştırmasını, kendisinde organik hale getirmesini gerektirir. İşte Hoca için hazırladığım Türkiye Büyülü Hapishanem kitabı farkında olmadan o kısa sürede benim üzerimde tam olarak bu bilinçdışı sürecin yaşanmasını sağladı. Yani, zaten Hoca’nın kitaplarındaki alıntılardan oluşan kitap boyunca neredeyse değil resmen “Hoca olmuştum”. Ama bu büyük tatmin yanı başında bunun tuhaflığını görmemi ve bu durumun dışına çıkma koşullarını da sağladı. İnsanın bir öğretmenini ya da bir yazarı çok sevmesi onun gibi olmak anlamına gelmemeliydi. Ya da insanın kendisine giden bir yazarlık yolu oluşturması o yolun başında sizi destekleyen yazarlara ihanet sayılamazdı. Ne güzel bir paradokstu: Tamamen Hoca olunca artık Hoca gibi olmaktan kurtulmuştum. (Aslında yazarlık özellikle tiyatro ve edebiyat, böyle paradokslar üretebilmek üzerine kuruludur.)

Bu kitabın öncesinde Yalçın Hoca’ya Haymana’da yattığı dönemde birkaç koli kitapla birlikte bir de Görme Kılavuzu adıyla hazırladığım kitabımın müsveddesini götürmüştüm. Bunlara da belki göz atmak ister diye düşünmüştüm. O bunları okumuş, âdeti olmadığı halde salt kitaba odaklanan oldukça uzun bir de önsöz yazmıştı. İnanılır gibi değildi. Üstelik birkaç yıl sonra ben de onun bir kitabına önsöz yazıyordum. Hoca’nın bu dönem yazılarından birinde artık Marks’ın, Lenin’in, Engels’in kendisi için göksel varlıklar olmadığını, artık mahalle ya da koğuş arkadaşı gibi günlük yaşamında hissettiği insanlar olduğunu yazmıştı. Toplumsal Kurtuluş, sürgün yılları ve hapishane dönemlerinde hiç yalnız bırakmadığımız Yalçın Küçük de bizim için göksel bir varlık değildi artık. Birbirimizin gönlüne, bilincine, kitaplarına akabiliyor, müdahalelerde bulunabiliyorduk.

Yalçın Hoca için hazırladığım kitap bugün onun bütün eserleri arasında ve onun benim Görme Kılavuzu kitabım için yazdığı o harika önsöz yirmi yıl sonra yeniden Yeni Gelen dergisinde (Ocak 2021)… Yeni Gelen yayın kuruluna, dostlarıma teşekkür ediyorum.

[1] René Girard, “Romantik Yalan ve Romansal Hakikat” kitabında ortaya attığı “arzu üçgeni” kavramıyla hayatı ve ilişkilerimizi anlamada kafamızı aydınlatır. Arzu üçgeni kuramı, kendi  arzularımızı her zaman (dolayımlayıcı denen) bir başkası yoluyla  edindiğimizi söyler. Böylelikle arzu edilen şey, dolayımlayıcı ve bizim aramızda kurulan bir üçgende oluşur. Özne, bir başkası tarafından  arzulandığı için arzular nesnesini; ona arzusunu veren, o arzuyu ‘dölleyen’ ve kışkırtan (dolayımlayan) başka biri mutlaka vardır. Öğretmenimiz gibi olma arzusu buna örnek olarak verilebilir.

[2] Yalçın Hoca’nın “Sabetayizm” çalışmalarının  bu döneme oturtularak incelenmesi açıklayıcı olabilir. İki hapisliği arasında, 2000’lerin başları İzmir’e bir konferans için gelmişti. Bornova- Ulusoy terminalinden Ankara’ya yolcu etmek üzere çay içip beklerken dayanamayıp biraz tepkisel bir biçimde birden “Nereden çıktı bu Sabetayizm be Hocam, sınıfsal bakışın altı biraz oyulmuyor mu?” deyivermiştim. Bilimsel ve politik bir gücün,  uğraştığı nesnesine en coşkulu halinde bile mesafe koyabilme yeteneğindenden çıktığını gösteren cevabı çok ilginçti. Çok sakince bardağından bir yudum almış, uzaklara bakar gibi gözü sabitlenmiş ve normalde pek işitmediğimiz halde bir hapishane anısını anlatmaya başlamıştı: “ Eylül darbesinden sonra Sultanahmet’te koşullar çok kötüydü, bölük bölük solcu koğuşlarımıza getirilip boca ediliyordu. Bir yandan cezaevinde tek tip giysi atıp duruyorlar önümüze; bunun için biz de iç çamaşırlarıyla direniyoruz; üstümüzdekileri alıyorlar ama verdiklerini biz giymiyoruz; üşüyoruz, kış, ama direnişi kimse bozmuyor. Sonra kalabalık koğuşun içinde biri kalktı, o atlet donlu haliyle duvarları yoklama başladı. Aklını yitirmiş biri ya da performatif bir gösteri yapan dansçı gibi duvarları okşuyor, tıklıyor, dinliyordu. Yanımdakine ‘Ne yapıyor?’ der gibi bakınca ‘Hocam  daha önce yatanlardan haber geldi burada bir zula varmış, onu bulmaya çalışıyor.’ dedi. Nefesimizi tutmuş onu izliyorduk. Bir-iki saat sonra birisinin omzuna çıkıp yukarı yerleri okşarken birden ‘Buldum’ diye gürledi. Gerçekten tıkladığı yerin arkası boş gibiydi, tok bir ses geliyordu. Neyse dikkatle ve tekrar kapatınca belli olmayacak şekilde duvara cerrahi bir işlem uyguladılar. Oyuğun içinden kablonun ucuna bağlanmış metal bir iletken çıktı. Yanımdaki yoldaş hemen bunun bir rezistans olduğunu söyledi. Sonra bununla su ısıtıldı, buharlı bir sistem kuruldu, bir zafer çorbası yapıldı, hastalar iyileşip ayağa kalktı, direnişe büyük bir güç geldi. Hasip, bütün sendikaları düşürdüler, partileri dağıttılar, yasaları ilga ettiler, öğretmenleri bayağılaştırdılar, üniversiteleri boşalttılar, işçi sınıfını her şeye razı hale getirdiler, ne yapayım? Ya direnişi bırakacağım, ya boş boş direniyor muş gibi yaparak klasik lafları çiğneyeceğim ya da Sultanahmet’te gördüğüm deli direnişçi gibi kör duvarlarda  bir rezistans bulacağım. Ölene kadar teslim olmayacaksak, egemenleri rahatsız edecek, onların başına fırlatacak, yoksullarda yeniden bir araya gelme fikri oluşturacak yeni bir şey bulmak zorundayız. Egemenlerin hepsinin birbiriyle akrabalığını ortaya koyuyoruz.  Sınıfsallığı oymak değil de dürtmek diyebilirsin.” dedi. Sonra bize sarılıp otobüsüne bindi.

[3] “Türkiye Büyülü Hapishanem” kitabının önsözünden kısa bir bölüm:

 “Yolculuğun en güzelini büyük kâşifler yapmışlardır. Kâşifler garip insanlardır. Bunlar, dünyanın sınırlarından hep kuşku duyarlar. İçinde bulundukları dünyayla yetinmezler; henüz keşfedilmemiş “başka dünyalar”a dair tuhaf bir inançla yaşarlar.

Gariptirler; ancak insanlığın bu türü, hiçbir yalnız, meczup ve münzevi bir yaşam sürmez. Çevrelerinde aynı şeyi hissedecek bir avuç tutkuluyu hemen her zaman yaratırlar. Olağanüstü tutkuludurlar, dokundukları insana bunu hemen geçiriverirler; bundan olsa gerek gemileri hiçbir zaman tayfasız kalmaz; çünkü başka bir dünyaya özlem, insanın en evrensel duygusudur.

‘Başka dünya’yı herkes özler ve düşler; ancak çok azı onu aramaya çıkar. Oysa asıl müthiş olan duygu bu. Tasarlanan bir dünyayı aradıklarından olsa gerek, “normal” insanlar tarafından pek makul ve dengeli sayılmayan bu bir avuç insan, denize koşar. Limandan onlara kimse el sallamaz. Normal insanlar geminin limandan ayrılışına bir süre bakarlar. Ufuksuzdurlar. İç çekişleri, giz ve macera dolu bir yolculuğa açılamama ürkekliğinin özeleştirisidir. Kıyıda çökerler.

Bizim keşif gemimizin adı ‘Toplumsal Kurtuluş’tu. Kaptanımız yaşında ikinci, üçüncü kaptanlar, lostromolar vardı, ama çoğunluk genç öğrenci ve işçi aydınlardan oluşuyordu. Gemimizi özgür bir üniversite olarak görüyorduk. Salt yaşam isteği ile dolu beyinlerimiz, birbirimizi hisseder ve tamamlardı. İstek ve aramızdaki güçlü temas, rüzgarın, soğuğun amansız inatçılığına karşı bizi dayanıklı kılıyordu. Gökyüzü; Eylül, Reganizm-Theacherizm  fırtınalarının saldırısıyla koyu bir karanlığa dönüşmüştü bir de. Üzerimizdeki karagök, gemimizin üstünde ağır ağır dönüyor ve gemi, üstündekilerin sabrını ve acılarını bu keşif yolculuğunda denizin kimsesizliğine sürüklüyordu.

Benim de tayfası-çımacısı olduğum, makine dairesinde çalıştığım, güvertesinde subaylık, mutfağında patates soyarak yamaklık ettiğim bu gemide kaptan bizi hep şaşırtırdı. Keşfedilmemiş yerlere diyerek bizi heyecanlandırır, tehlikeli anlarda ise mucizeleriyle korurdu bizi. Aynı zamanda bir bilimadamı, kitapları elden ele gezen bir düşünür olan Kaptan’ımızı dışardan tanıyanlar onu geçimsiz, sert, zor biri diye bilirlerdi. Oysa kızdığımız, eleştirdiğimiz hatta kolayca kavga ettiğimiz bile olurdu onunla. Bizi anlıyordu. Bizleri, genç tayfaları kırdığı da oldu olmasına ama bizim de benzer davranma hakkımıza sessizce, alıcı bir bakışla yaklaşırdı. Gelişmemizde bu davranışları çok etkili olmuştur onun…”

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Hasip Akgül

Yanıtla