MA Müzik: Korkuyu Yenmenin Diğer Adı – Şêrko Kanîwar ile Söyleşi

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Mart ayında, Kardeş Türküler projesinin yürütücülerinden kadınlar olarak, Diyarbakır’da kültür-sanat faaliyetleri yürüten MA Müzik Akademisi ile Amîda Konserleri projesinde bir araya geldik. MA Müzik bünyesinden kadınların oluşturduğu JINMA ile bir haftalık yoğun hazırlık sürecinin ardından Ergani Hilar Mağaraları’nda kadınlar olarak çalıp söyledik, kadın ağzı şarkılarla 8 Mart’ı kutladık. Akademinin kurucularından Şêrko Kanîwar ile eskiye dayanan bir dostluğumuz vardı zaten, kendisini yıllar önce “Kardeş Türküler” Harbiye Açıkhava gösterimizde de ağırlamıştık; onunla MA Müzik Akademisi’nin kuruluş sürecini konuşmasak olmazdı. Şêrko Kürt kültür-sanatına uzun yıllardır emek veren çok değerli bir müzisyen ve eğitimci. Sahip olduğu deneyimlerin, gözlemlerin ve önerilerin kültür-sanat alanında amatör ya da profesyonel olarak yer alan birçok sanatçıya, öğrenciye ve kuruma ilham vereceğini düşünüyoruz.

Söyleşi: Burcu Yankın, Feryal Öney, Selda Öztürk

Merhaba Şêrko, nasılsın? MA’da birlikte yürüttüğümüz o bir haftalık çalışma sürecinde sizinle söyleşmeyi, hikâyenizi uzun uzun konuşmayı da çok istemiştik. Ama çalışmaların yoğunluğundan fırsat bulamamıştık, bugüne kısmetmiş… Uzun zamandır, kısmen konser ritmine kendimizi kaptırmamızdan, kısmen de pandemi sürecinden dolayı böyle çalışmaları, atölyeleri askıya almıştık. Biraz unuttuğumuz ama tekrar başladığımızda çok heyecanlandığımız o çalışma döneminde, bizden çok çok genç insanların enerjilerini görmek, o amatör ruhu tekrar hatırlamak iyi geldi bizlere. Biliyoruz ki ortak duygumuz çok ama bir de özgün koşullar var: Biraz baştan, yani kayyumlar dönemi, kültür merkezlerinin kayyumların eline geçmesi, sonrasında MA’nın alternatif bir yapı olarak kendini kurması ve dayanışma ağlarını ya da geçim kaynaklarını organize etmesi gibi konuları konuşalım bugün. MA’nın kuruluş hikâyesiyle başlayalım istersen…

İnsanların deneyimlerini, tecrübelerini, yaşanmışlık hikâyelerini birbirlerine sürekli, çocuklara masal anlatır gibi anlatması gerektiğine inanıyorum. Onun için de her anlattığımda o anı yaşıyorum, hissediyorum. Bunu görüp hisseden dinlemek istiyor zaten, öbür türlü es geçiliyor. O işin vitrininde görünen -ya da bir lokanta gibi düşünün- o yemekhanede neler olup bittiğini düşünmeden yemek yiyip giden birilerinin değil de bunu gerçekten önemseyen kişilerin karşısında o heyecanım daha da artıyor. İyi ki varsınız.

Şununla başlamak isterim aslında. Bir yıl önce bir röportaj yapmışlardı benimle, Yeni Yaşam gazetesi içindi. Diyarbakır’ı ve müziği aynı cümle içinde kullanırsanız, ne söylemek isterdiniz, diye sordular. E tabii MA süreciydi, ben de şöyle dedim: “Diyarbakır’da müzik korkuyu yenmenin diğer adı oldu.” Kentte 2015’ten sonra şehir savaşları ve kaotik süreç başlamıştı. Hatta dün Şehir Tiyatrosu’ndan arkadaşlarım Berfîn ve Yavuz’un yanındaydım, 2014 tarihli bir etkinliğin afişine denk geldik, Yavuz “altın yıllar, altın çağlar” dedi. Kürdistan için de öyle, Bölge için de öyle, belki tüm Türkiye halkları için öyle. Alternatif sanat yapmak isteyen ya da “muhalif” kesim için Kürt kültür-sanatı 2014’e kadar gerçekten o kadar zirve yapmıştı ki… Bu arada ben Kürt sanatının içinde olduğum için “Kürt kültür-sanatı” ifadesini kullanacağım, diğer çeşitliliği ötelediğimden değil yani.

Ben üniversiteyi 2000-2005 yılları arasında Diyarbakır’da okudum. Profesyonel müziğe adımımı da Diyarbakır’da, yerel yönetimler bünyesinde gerçekleştirilen kültür-sanat festivallerinde attım. Sizi de ilk defa canlı olarak o festivallerden birinde, Surdibi’ndeki ‘Ben û Sen’ burcunda verdiğiniz bir konserde izledim. Festivaller bir okul gibiydi gerçekten de. Ben ve benim gibi onlarca arkadaş festival süreçlerinde yetiştik, bu festivaller tüm Kürdistan kentlerine bir miras bıraktı aslında; deneyim, tecrübe, akademik anlamda insanların kendini geliştirmesi ve anadilinde sanat yapması… Nihayetinde Türkiye’de hâlâ hiçbir branşta Kürtçe eğitim yok. Yerel yönetimler sayesinde biz bu sanat dallarında anadilinde sanat eğitimleri alma şansı yakaladık. Mesela ben def eğitimimi İranlı bir eğitmenden Kürtçe aldığım için kendimi çok şanslı hissediyorum. Ve bugüne kadar hiçbir müzik dersimi Türkçe anlatmadım. Öyle bir artım var. Müzikal formasyonum Türkiye piyasasında alaylı olarak adlandırılabilir ama aslında hayır, tam da alternatif bir akademik eğitimde, Kürtçe bir eğitim sistemi içinde yetiştim.

Siz örneğin MKM’leri benden daha iyi bilirsiniz, hem aynı şehirde, İstanbul’da olmanızdan kaynaklı, hem de sanatsal tecrübeleriniz açısından. Evet MKM’ler Kürt kültürü ile Kürt toplumu arasında çok değerli bir kültürel köprü görevi görüyordu, hâlâ da görüyor. Eksileri, artıları tartışılır, o ayrı bir şey. Ama artık Kürtlerin anadilinde akademik sanat eğitimi almak gibi bir ihtiyacı doğdu. Ve bu ihtiyaç kendini en çok da festivallerle açığa çıkardı. Bu nedenle 2010 yılında, Diyarbakır’da artık yalnızca festival değil de geleceğe yatırımı olan bir şeyler de yapalım kaygısıyla Büyükşehir Belediyesi bünyesinde Aram Tîgran Kent Konservatuarı kuruldu. Tabii ki müzik değildi yalnızca; sinema, halk dansları, resim, müzik ve tiyatro olmak üzere beş sanat dalı vardı. Her bir sanat dalında neredeyse yüzün üzerinde öğrenci vardı. Bir şekilde hayatının bir alanında birçok şeyi elemiş ama Kürtçe sanat eğitimini duyunca, “ya benim içimde kalmıştı, gideyim” diyen, mühendisinden doktoruna, eczacısından inşaatta çalışan, boyacılık yapanına kadar yüzlerce kişi geldi gitti.

2010 yılından 2016 Ekim-Kasım’ına kadarki süreçte, sizin de belki onlarca defa katıldığınız o festivaller yerini kültür-sanat akademilerine/konservatuarlarına bırakmış oldu. Kürtlerin buna gerçekten ihtiyacı vardı. Artık dert, mutfakta çalışacak insan gücü yetiştirmekti. Ve bunu Kürtçe anadilinde yapabilecek şekilde yetiştirebilmek. Nihayetinde İstanbul’daki, İzmir’deki ya da dünyanın herhangi bir yerindeki en iyi konservatuarda müzik eğitimi alabilirsiniz ama siz bu eğitimi Kürtçe alamadığınız gibi, Kürt müziği namına tek bir nota bile duyamazsınız. Bunu alternatif bir eğitim modeliyle de alamıyorsunuz. 2016’ya kadar binlerce insana ulaşmış Kürtçe anadilinde akademik sanat eğitimlerinden bahsediyorum. Bizler, yerel yönetimler bünyesinde anadilimizde istediğimiz sanatsal çalışmaları yapabiliyorduk, adımız da Aram Tîgran Kent Konservatuarı’ydı. Belediye, dünyanın bir ucundaki, alanında uzman, deneyimli ve tecrübeli birini bütün masraflarını karşılayıp bu kente getirebiliyordu Aram Tîgran döneminde. Hakikaten, belki konserlerini canlı olarak hiçbir zaman izleyemeyeceğimiz müzisyenleri, sinemacıları, tiyatrocuları dünyanın öbür ucundan davet edip ağırladı bu akademi. Ve bu çok şey kattı bize. Belki bunu hiç kaybetmeyeceğimiz hissi vardı. 2015’ten sonra hepimizin şahit olduğu OHAL’ler, muhalif olan her şeyin korkutulması, bastırılması, ihraçlar vs. derken toplumda, “aman ben bir süre görünmeyeyim, bana bir şey olmasın” modu hâkim oldu.

Peki Büyükşehir Belediyesi’nin (BB) buna dönük bir hazırlığı var mıydı? Kayyum bekleniyor muydu?

2016’da belediyelerde, “bize kayyum gelmez, biz BB’yiz, bize kayyum nasıl gelecek?” benzeri bir ruh hali vardı. Bürokratik açıdan çok da hazırlıklı değildi bizim HDP’li belediyeler. Ama davulun sesi uzaktan da olsa yavaş yavaş geliyordu. Biz de bundan nasibimizi aldık. Kürdistan’ın en büyük BB’sine kayyum atandı. Türkiye’deki hatta dünyadaki ilk ve tek kent konservatuarı, bu biçimiyle, bu müfredatıyla, bu alternatifliğiyle, yok olacaktı. Belediyelerin bütün imkânlarına bir gecede el konuldu. Düşünsenize, 62 trilyonluk bir Kültür ve Kongre Merkezi yapmışsınız. Kapının kolundan, ‘öğrenciler nerede nasıl daha rahat oturacak, eğitim daha iyi nasıl verilecek, daha iyi konserler, daha iyi sinemalar, tiyatrolar için daha iyi mekânlar nasıl yaratılacak’a kadar hep birlikte, kolektif akılla yaratmaya çalıştığımız her şey bir gecede elimizden alındı.

Bir keresinde Amsterdam’da Ulusal Opera Binası’na gitmiştim. “Şu an buradaki bütün imkânlarınızı maddi olarak elinizden alsalar ne yapardınız?” diye sordum oradakilere. “Bir şey yapamayız, biz maaşla çalışıyoruz, eve gideriz” dediler. Hep düşündüm, evet maddi imkânlar, olanaklar kimin elinden alınırsa bazı çalışmalar durur, bazıları da devam eder?

Kayyum atandığını duyduğunuzda ilk ne yaptınız? Hiçbir hazırlığınız da yoktu…

Bir akşam saat on buçuk, telefon çaldı. Belediyeye baskın yapılmış, başkanlar göz altına alınmış. Ben konservatuarın resmi sorumluluğunu da üstlenmiştim aynı zamanda. Bütün idari personel, görevliler vs. belediyenin önüne gitmeye karar verdik. Sabaha kadar bekledik. Başkanlar gözaltına alındı. Bu süre zarfında kayyum da geldi. Tamam, başkanlar gözaltına alınmıştı ama biz hâlâ Aram Tîgran Konservatuarı’nın çalışanları idik. Aram Tîgran’da Kürtçe anadilinde müzik eğitimi alan yaklaşık 400 çocuğun eğitimi devam etmeliydi. Konservatuarın eğitmen yetiştirme bölümü olan akademi devam etmeliydi. Biz bütün eğitmen ekibi, çok acil şekilde bir arkadaşımızın evinde bir araya geldik ve alternatif olarak ne yapabiliriz, tartışmaya başladık.

TAŞ ÜSTÜNDE TAŞ KALMASA DAHİ…

Tarihi bir toplantı olmuş. Sizi MA’yı kurmaya götüren ilk kritik adım galiba…

Nihayetinde kayyum gelmiş bir belediyenin en büyük birimlerinden kültür-sanat biriminin çalışanları olarak, alternatif bir yol arayışına girmemiz gerektiğine inanarak toplandık. ‘Biz bu eğitimi nasıl devam ettirebiliriz’i tartışmak için toplandık. Önce kendi içimizde anlaştık. Dedik ki, “Kürdistan’da taş üstünde taş kalmasa dahi, bizlerden sadece bir kişi bile kalsa yahut kimse kalmasa dahi, aklı başında, yetişkin, olgun konservatuar öğrencileri çocukların müzik eğitimlerini devam ettirsin.” Bunun planlaması için birbirimizden haberdar olmamız gerektiğini konuştuk. Kürtçe anadilinde başlamış bu sanat eğitimleri nasıl devam ettirilebilir? Bunu tartışmak için neredeyse her gece bir arkadaşımızın evinde bir araya gelip planlama yapmaya çalıştık. MA’nın sloganı olan, “Biz Bu Ülkenin Çocuklarını Müziksiz Bırakmayacağız” sözü burada çıktı. Taş üstünde taş kalmasa dahi, dedik. Çünkü o zaman OHAL’ler vardı, 4-5 kişinin toplu halde sokakta yürümesi bile yasaktı. Batı illerinde bilmiyorum bu yaşandı mı ama Kürdistan’da biz bunu çok yaşadık OHAL dönemlerinde.

Dedik ki, başımızı sokabileceğimiz bir kurum kuramasak da sokağa çıkma yasakları, OHAL’ler olursa bile herkes kendi bulunduğu binada, mahallede çocuklara ulaşıp, onların müzik eğitimini devam ettirecek. Bu çocuklar Aram Tîgran’ın kayıtlı resmi öğrencileri olmak zorunda değil, kapı komşunuz da olabilir. Yani müziğin, bu eğitim sisteminin, geleneksel şarkılarla ilk defa yapılan bu akademik müzik eğitiminin durmaması gerekiyordu. Buna olan inancımız tamdı. Artık kayyum çatısı altında özgürce anadilinde sanat yapma şansı kalmamıştı. Ve zaten iki hafta sonra hepimizin sözleşmeleri feshedildi.

O dönem 400 çocuk vardı Aram Tîgran’da. Hepsinin aileleri ile görüştük. Dedik, biz bu çocukların müzik eğitimini devam ettireceğiz. Sizin Dicle Kent’te gördüğünüz mekânı kiralamıştık zaten bu görüşmeleri yaparken. Ve şunu söyledik ailelere: “Biz varız, biz çocukları müziksiz bırakmayacağız. Bu eğitim yarıda kalmayacak. Herhalde siz kapılarınızı açarsınız. Evet artık paramız yok, maaşımız yok. Sofranızda ne varsa bizimle herhalde paylaşırsınız.” Bir anne kalktı o zaman, çok etkilemişti hepimizi. Dedi ki, “90’lı yıllarda Lice’de köylerimiz yakıldı. Biz Diyarbakır’a kadar yalınayak yürüyerek geldik. Biz bu kültür için direnmekten hiç vazgeçmedik. Bu saatten sonra da vazgeçmeyeceğiz. Siz nerede, biz orada!” Velhasıl, 2016 Aralık ayının sonunda Aram Tîgran Konservatuarı’ndan fiziki olarak ayrıldık.

O dönem Aram Tîgran’da 400 çocuk vardı dedin. Peki onlar nasıl karşıladı bu durumu? Çok üzüldüler mi?

MA’nın belgeseli yapılıyor şu anda, videolarda o görüntü olacak. Biz ayda bir çocuklarla müzik dîvânları yapıyorduk. Çocuklarla o ay hangi şarkıları öğrenmişsek onları söylüyorduk. Son dîvânımız Aram Tîgran mekânını bir terk ediş seremonisine dönüştü. Çocuklar, “biz gitmeyelim buradan, burası, bu masalar, sıralar bizim, bunlar kayyumun değil. Gidersek de hepsini kendimizle götürelim. Bunlar bizimdir” diyorlardı. Çocuklara dedik ki, “Aram Tîgran beton duvardan, masadan, sıradan ibaret değil.” O gün çocukların ailelerini de çağırmıştık. Ve hepsine dedik, “ellerinizi yüreğinize koyun, Aram Tîgran’ın şarkılarını söyleyelim. Aram Tîgran bir ruhtur. Bizimle hep yaşayacak. Biz bu mekândan gidiyoruz. Olsun, kendimize daha güzel bir yer kurarız.”

Ve o gün oradan ayrıldık. Ama eğitim durmamalıydı. Çocukların hepsini bir yerde toplamak çok zordu. MA Müzik’in yerini tutmuştuk ama inşaatını yapmak için tek kuruş paramız yoktu. MA’yı kiralarken bile depozito ve peşinat vermek için paramız yoktu. Bir ailemize, dostumuza söyledik, yarın eğer 15 bin 500 TL para veremezsek bulduğumuz yer elimizden gidecek. Ailemiz, yarına kadar benden haber bekleyin, dedi. Başka da bir çaremiz yoktu. Ben ve Cevahir, gözlerimiz dolu bir şekilde ayrıldık oradan. Neyse, bu ailemiz aradı bizi, sağ olsun kıyıdan köşeden biriktirdiği parasını getirip bağışladı. Bize can suyu olan, lokomotif olan o kıvılcımı yaratan ilk desteği verdi. Kiraladık MA’yı. Bir yandan eğitimi devam ettirmek istiyoruz, bir yandan ise herkes parasız.

Biz kalan ekip olarak destek için kime gittiysek hep, “biraz durun, biraz bekleyin, acele etmeyin. Ya başınıza bir şey gelirse ya burası da kapatılırsa…” dediler. Ama o gün kurumu kurmasaydık, bir arada eğitim verebileceğimiz bir yer olmasaydı dağılırdık. Evlerde eğitim bir yere kadardı. Üç buçuk ay boyunca çocukların, özellikle 2-5 yaş arası çocukların eğitimlerini devam ettirdik. Ama esas durmaması gereken, bizi kaygılandıran akademi öğrencileriydi. Hem şu an sizin beraber çalıştığınız JINMA hem de MA eğitmenlerinin eğitimleri başlayalı daha yarı dönem bile olmamıştı. Ve kayyumlar geldikten sonra hepsinin, özellikle şehir dışındakilerin aileleri aranmıştı telefonla, fırça da atmışlardı, kızmışlardı. Artık elinizde bir şey yok, açlıktan öleceksiniz, diye. Oysa hiç kimse açlıktan ölmeyecekti. Kürdistan’da insanlar izin vermez senin açlıktan ölmene. Her akşam bir komşun yemek getirir sana.

BİZ “KALANLARIZ”

Mekânı kiraladığınızda MA ismi belli miydi? Nasıl karar verdiniz, MA ismini koyarken ne düşündünüz?

Daha mekânı kiraladığımız hemen o gün isim için tartıştık. Ben ve Weysî Aram Tîgran’dan çıkıp öğrencilerin evine gittik. İşte yemekteyiz, isim tartışıyoruz “ne olabilir” diye. Düşündük ki ismimiz çok da böyle uçuk kaçık bir isim olmasın, içinde bulunduğumuz durumu anlatsın ve biz bu ismi zikrettikçe aslında hikâyemizi de anlatmış olalım. Ağzımızdan ilk ba çıktı, ‘rüzgâr’. Bir fırtına vardı, onu andıracak bir isim mi olsun derken, va dedik, ‘burada’ anlamında. Sonra Weysî dedi, ma olsun. Biz ‘kalanlarız’. “Biz gitmedik, biz kaldık, müzik kaldı, direnenler kaldı.” Ben hemen diğer çalışma arkadaşlarımıza yazdım: “Li ber xwe da ma, bela wela nebû, ma; muzîk ma, em man. Ma!1 Herkes ikna oldu. Hemen o gece e-posta adresinden, site adresine, Instagram hesabına kadar hemen hepsini oluşturduk. Biz kendimizi, “direnip kalanlar” olarak niteledik. Müzik için kalanlar, müzikle beraber kalanlar… Ma ‘kaldı’ demek Kürtçede. İkinci anlamı, Zazakîde ‘biz’ demek. Biz kaldık, kolektif olarak kaldık. Ma’nın üçüncü anlamı ise ‘ana’ demek. Buradan yeniden bir doğuş olacaktı, var olan tecrübelerin üzerine… MA bu anlamlara geliyor.

Maddi altyapıyı nasıl kurdunuz Şêrko? Başlangıçta sağ olsunlar yardım edenler olmuş, orayı dayanışmayla kurmuşsunuz ama sonuçta alternatif bir ekonomi modeli oluşturup devam edebilmişsiniz. Kimler dayanıştı sizlerle bu süreçte ve ne tür katkılarla, nasıl devam edebildiniz?

Dediğim gibi, hepimiz ekonomik imkânsızlıklara düştük ama bir yandan da MA’yı ekonomik olarak nasıl ayakta tutabiliriz, bunun formüllerini bulmaya çalıştık. İlk elden, Aram Tîgran Konservatuarı’ndayken oluşturduğumuz uluslararası bütün sanatsal ilişkilerimizi harekete geçirmeye çalıştık. Aslan Müzik Okulu Amsterdam’da bugüne kadar hiç bizi yalnız bırakmayan ve ilk günden bu yana hem manevi hem de sanatsal destek veren bir kardeş müzik okulumuz. Levent Hoca, Zuhal Hoca… Onların destekleri çoktu. Bir yandan da hemen kentteki STK’larla görüştük. STK’lara, çalışanları için bir konser yapmayı önerdik. İlk destek konseri çağrısı TMMOB’dan geldi. Bir otelin salonunda onların çalışanlarına özel bir konser verecektik… Fakat konseri kim verecekti? Biz Aram Tîgran’dayken çoğunlukla eğitim veren bir ekiptik. Konser için prova almamız lâzımdı. Aslında bizim pratik anlamdaki performans yönümüz MA ile şahlandı diyebilirim.

Bizler Aram Tîgran’dayken Bolivyalı piyanist Sergio Escalera ve Kürt keman sanatçısı Brûsk Zanganeh ile sözleşmiştik. Uçak biletleri dahi kesilmişti. Konservatuarda keman, piyano, çello ve viyola atölyeleri olacaktı. Kayyumlar gelince Brûsk hemen aradı, “ne olacak şimdi, başkanlar bırakılana kadar bekleyelim istersen?” diye sordu. Dedim, “başkanlar bırakılmayacak. Bizim artık bilet alacak paramız yok, otel tutacak paramız da yok. Ama Brûsk, eğer gelebilirseniz öğrencilere çok büyük bir moral motivasyon kaynağı olacak.” Bir saat sonra Brûsk aradı, biletleri kesmişlerdi. Sergio demiş ki, “iyi günde oradaydık, imkânlar iyiyken oradaydık, ben sizin direnişinize ortak olmak istiyorum.” Brûsk ve Sergio işte bu dönemde geldiler. Cevahir’in evinde bir ay boyunca her gün ders verdiler. Konseri de onlar verdi. Bizim stranbêj arkadaşlar da onlara eşlik etti. Bir saatlik ilk konserimizi böyle verdik. Mekânımız yoktu ama konser verince kim olduğumuz bilinsin diye MA inşaat olmasına rağmen logosunu yapıp sahnenin iki tarafına koymuştuk bile.

Bu konser yeterli oldu mu inşaata başlamak için? Başka ne tür kaynaklara yöneldiniz?

Bu tür girişimlerimiz devam ediyordu ama bir yandan da mekân yok, iş yok, hiçbir çalışma yok… Bu dönemde bizler için, kendini sahipsiz hissetmemek çok değerli bir duyguydu, yalnız olmadığını hissetmek. Şu an hâlâ da öyle. Haftada bir MA’nın inşaat çalışmaları için tüm arkadaşları topluyorduk; şu kadar oda yapacağız, kapısı burada olacak, penceresi burada olacak, vs. İşte bu süre zarfında farklı arayışlar içine girdik. Bir gün pencerenin önünde oturuyoruz Cevahir’le. Dokunsalar ağlayacak gibiyiz. Herkesin faturası gelmiş, kirası gelmiş, cebinde sigara parası yok. Var olan bütün ilişkilerimizi kullanıp Diyarbakır’daki STK’lara konser vermeye çalışacağız ki ayakta durabilelim. Ben biliyorsunuz 2-5 yaş grubu için müzik eğitimi dersleri veriyordum Aram Tîgran’dayken. Cevahir’in aklına bir fikir geldi, “sen ve Yarin için bir TV programı yapalım.” Aklımızın ucundan hiç geçmemişti ama çaresiz olunca insan, yaratıcılığı gelişiyor ya. Hemen ZAROK TV’ye koştuk dedik, biz size bir program yapmak istiyoruz.

ZAROK TV profesyonel bir TV kanalı ve çocuk programları ya da çocuk şarkıları için hizmet satın alıyorlar. Dediler, ne yapacaksınız? Benim sınıfta ailelerle çocuklarla yaptığım grup müzik eğitimini kamera karşısında 10’ar dakika 52 bölüm olarak çekelim, dedik. Müzik öğreteceğiz ama oyunlarla, şarkılarla. Olur mu, dediler. Dedik, bilmiyoruz, deneyeceğiz. Demo çekimini yaptık, çok beğendiler. 52 bölüm iyi bir gelir sağlamıştı o zaman. Biraz peşinat da verdiler. MA’nın birkaç aylık kirasını ödedik, arkadaşlara artık harçlık değil hakikaten kiralarını ödeyebilecekleri bir destek dağıttık. Bunun gibi birkaç çalışma daha oldu.

Hemen ardından, şarkı da yapalım dedik ve şarkılar için anlaştık. Şarkıların peşinatını aldık, Amed Şehir Tiyatrosu’na çok küçük de olsa bağış bile yaptık. Onlar da kendi mekânlarını kiraladılar. Velhasıl, bir kapı bir kapıyı açtı. MA açılış konseri için de 50 TL’den bilet sattık, derdimiz biraz destekti. O üç buçuk aylık süre zarfında MA’ya yaklaşık 100 bin liralık bir destek geldi. Onunla inşaatı yapmaya çalıştık. Evet arkadaşlar zorlandı ama en azından kimse kendisini yalnız hissetmedi.

STK’lardan bir destek geldi mi?

Pandemiden öncesine kadar çok zorlandık ekonomik olarak. Diyarbakır’daki STK’larla bu konuda görüştük fakat birçoğu bizi çok zengin sanıyordu. Dedik, evet Diyarbakır’ın belki yarı zengin bir semtindeyiz, çok kalabalığız, 27 eğitmen, yüzlerce öğrenci… Ama bu öğrencilerin yüzde 80’i ücretsiz olarak katılıyordu derslere. Ya inanmıyorlardı ya bilmiyorlardı. Biz durumumuzu anlatınca şok oldular. 2017 Mart ayından bu yana sadece bir defa, 13 kişiyken, eğitmenlere 2000 TL verdiğimizi hatırlıyorum. O da yine ZAROK TV’ye yaptığımız program sayesindeydi. Bu çalışmaları kurumsal olarak yaptığımız için bayağı nefes almıştık. Öbür zamanların hepsinde, bazen üç ay boyunca 200 TL bile veremedik. Bazen ekmek alacak para yoktu.

PARA KAZANILACAKSA KOMÜNAL OLARAK KAZANALIM

Buradan şu konulara geçelim mi Şêrko? Bu eğitmen kadrolar nasıl oluştu? Çok iyi İranlı hocalar da var, siz kimlerden oluşursunuz ve nasıl bir ekonomik modeliniz var?

İranlı eğitmenlerimiz aslında belediye döneminde tanıştığımız, çalışma izni olan arkadaşlardı. O zaman maddi bir problem de yoktu. Yabancıların çalışma iznini aldığınız zaman hem sigortalarını ödemek hem de onlara asgari ücretin üç katı kadar maaş yazmak zorundasınız. Sigortaları da fazladır. Ama belediyeler gittikten sonra bu arkadaşların maaşlarını ödemeyi bir kenara bırakın, bu kentte kalabilmeleri için bile resmi anlamda birçok sıkıntı yaşadık. Sürekli oturum izni, çalışma izni vs. için başvurmaya çalıştık. Onlar da hiçbir zaman dert etmediler kirada olmalarına rağmen. Bu nedenle, ekonomik bir çözüm bulduğumuzda ilk düşündüğümüz arkadaşlar onlar oldu. Evi Diyarbakır’da olup ailesiyle yaşayan bir arkadaşla, İranlı bir eğitmenin Diyarbakır’da kendini geçindirmesi birbirinden çok daha farklı ve zorlu olabiliyor.

MA’daki profil, -ben, Mamoste Ramîn, Mamoste Neşet ve Mamoste Sarya hariç- bu akademiden mezun olan ve bu akademiye kaydolurken yaşanabilecek bütün zorlukların farkında olan, bu akademiden mezun olunca müzik için, özellikle de çocuklar için bir şeyler yapmayı ideal edinmiş bir profil aslında. Evet dökülen olmadı mı, oldu. Ama bu zorlukları fikirsel olarak tolere etmiş, bir kenara bırakmış, işin manevi kısmıyla ilgilenen bir ekip kaldığı için, şöyle bir şey yaptık; MA’ya ne gelirse, MA’nın genel giderleri ödendikten sonra kalan parayı herkese eşit şekilde dağıtacak bir sistem oluşturmaya çalıştık. Mesela bir eğitmenin sınıfından gelen ücret, bütün MA’dan gelenden fazlaydı. Ama o sınıfta eğitim veren eğitmen ile hiç ücretli öğrencisi olmayan kişi de aynı miktarda ücret alır. Yani komünal ekonomi bizim için çok değerliydi. Ya da bir arkadaşın kendisinin veya ailesinin özel bir ihtiyacı olur, eğer o ay elimizde maddi açıdan imkân varsa o arkadaşa fazla veririz. Yani ihtiyaç temelli bir ekonomiye inanıyoruz, çoğu zaman ihtiyaç temelli bir dağılım yapıyoruz. Mesela ciddi miktarda bir sigorta borcumuz var, şu an ödememiz mümkün değil ama bir arkadaşın sağlık için bir ihtiyacı varsa gerekirse bir yerden borç bulup onu halletmeye çalışıyoruz. Bir arkadaşın ailesinin ihtiyacı varsa, bir yerden borç edip veya destek bulup onu karşılamaya çalışıyoruz.

Hâlâ uzun soluklu ya da uzun vadeli ekonomik çözümler üretebilmiş değiliz. Tam çözmüştük sorunu, tam bütün kurs gelirlerinden herkesin düzenli bir geliri olmuştu ki pandemi geldi. Biz de bütün dünya gibi olduk. Yine de en azından diyoruz ki sadece biz değiliz, bütün dünyadır. Bu süre zarfında her yıl olduğu gibi Avrupa fonları açıldı, Kültür İçin Alan dediğimiz. Goethe Enstitüsü’nün öncülüğünde Fransa, İsveç, Hollanda ve Almanya Başkonsolosluklarının, Dış İşleri Bakanlıklarının açtığı bir fon bu. Her yıl başvurumuzu yaptık.

Aslında MA’nın aylık 70-90 bin lira arası bir gideri var, tabii varsa gidiyor. Siz bunun içinden 25-30 bin lirayı personel için çıkarın. Arkadaşlar akşama kadar orada, yemek pişmek zorunda. Sadece makarna pişecekse bile… Makarnayla adımız çıkmış zaten. Makarna edebiyatı yapıyorlar diyorlar ama yok yani, biz mecburen haftalarca, aylarca sadece makarna pişirdik. Size anlattığım gibi, bu bizim geçindiğimiz bir iş alanı değil aslında. MA’daki bütün ekip, her birimiz bu işi özel olarak başka bir yerde yapsak çok daha yüksek meblağlar kazanırdık. Ama bizler bütün eforumuzu buradaki kolektif üretim için harcıyoruz. Para kazanılacaksa komünal olarak kazanalım. Zaten “yahu benim sınıfım, benim öğrencilerim bu kadar para getiriyor, niye ben bu kadar alıyorum” diye bir muhabbet hiç olmadı. Olmaması da gerekiyor bence. Çünkü nihayetinde bir arkadaşın bütün öğrencileri burslu. E o para almayacak mı? Ya da bir arkadaş para getirmeyen bir branşta çalışıyordur. Zaten en baştaki korkumuz da şuydu; biz özel müzik piyasasına girdik, parayla iş yapılan bir alana girdik. İnsanlardan kurs ücreti isterken bile utanıyorduk -ki hâlâ utanıyoruz, o yüzden kimseyle pazarlık etmiyoruz.

MA’da kurs ücretleri nasıl bir sistem içinde şekilleniyor peki?

MA’da üç şıktan oluşan bir ekonomik gelir modeli var. Veli ödeyebiliyorsa kendisi ve birkaç öğrencininkini ödüyor, indirim istiyorsa kendisi uyguluyor, ödeyemiyorsa da ödeyemiyor. Yani biz asla MA Müzik’te yaptığımız şeylere bir iş olarak bakmıyoruz. Öyle baksaydık belki bireysel olarak para içinde yüzecektik 🙂 Ama bu kolektif kültürü yakalayabilecek miydik? Hayır.

Şêrko, bizi de heyecanlandıran, oradaki dayanışma kültürüydü zaten, birlikte müzik yapmaktan, birlikte yaşamaktan zevk aldığınızı görmekti. Sen söyleşi boyunca bayağı güzel anlattın ama yaşamayan anlamaz bunu. Bizler gayet iyi anlıyoruz, çünkü gerek Boğaziçi Üniversitesi dönemindeki kampüs hayatımızda, gerekse mezuniyetle birlikte ortak evlerde böyle bir kültür içinde yaşadık uzun yıllar. Oradaki ruh hali farklıdır. Beraber yer içersin, paylaşırsın, kimin cebinde daha çoksa o ortaya koyar…

Fakat burada ortak bir cep söz konusu. Varsa herkeste var, yoksa kimsede yok. MA’da şöyle bir durum da var; hiçbirimizin ailesinin gelir durumu normalin üstünde değil, hatta çok zorlanan aileleri var arkadaşlarımızın. Bazen diyoruz, “ya arkadaşlar, niye hiçbirimizin ailesi zengin değil?” 🙂 Öyle bir profilimiz de yok. Bu nedenle biz mümkün mertebe destek olabilecek ailelere de temas etmeye çalıştık. Nihayetinde iki yıldır MA’nın bütün mutfak masrafları aileler tarafından karşılanıyor. Biz sadece hangi malzemelerin bittiğini söylüyoruz. Kendileri organize ediyor, kendileri hangi aileye kaç lira düşecek, aralarında toplayıp gönderiyor. MA o mutfak masrafıyla çok zengin ya da fakir mi oluyor, hayır. Bu topraklarda o dayanışma kültürü öldürülmeye çalışıldı, insanlar artık kapı komşusundan bile bir şey isteyemeyecek hale getirildi. Derdimiz biraz bu dayanışma kültürünü yeşertmek. MA ile birlikte umut da büyüttük aslında. İnsanlar MA’ya gelince, “yaa biz burdan gitmek istemiyoruz, burası ne güzel, cıvıl cıvıl…” diyor. ‘Yarın burası kapatılırsa, biz hemen daha büyük bir yer açarız’ heyecanı herkeste var. Ve biz bunu sürekli diri tutmaya çalışıyoruz, bunu da yaşayarak yapmaya çalışıyoruz. Elli saat, yirmi saat derse girmişsin çok da umurunda olmuyor o zaman.

“BEN KÜRTÇE ŞARKI BİLMİYORUM”

Buradan bizim aklımıza müfredat geliyor. İnsan merak ediyor, hangi yaştan hangi yaşa kadar çocuklar, gençler var orada? Bir de ne anlatıyorsunuz? Sen en çok def dersi mi veriyorsun?

Yok aslında, en az öğrenci def dersinde var. On yıl önce bu kentte def dersi veren kişi sayısı azdı. Ben çocuk çalışmasına başladıktan sonra kendi müzikal yoğunlaşmamı daha çok çocuk çalışmaları üzerinden öne çıkardım ve buna inandım aslında. 20 def öğrencim varsa 250 tane 0-5 yaş grubu öğrencim var.

Aram Tîgran Konservatuarı’nın kuruluşundan itibaren 11 yıl boyunca Çocuk Akademisi ve Yetişkin Akademisi vardı. Ama 7-14 yaş arasındaydı çocuklar. Müzik teorisi, ritim, Kürtçe dil… Biz çocukları nihayetinde elemeyle alıyorduk, kurs herkes içindi ama müzik akademisi söz konusu olunca elemek zorunda kalıyorsunuz.

Çocuklardan şunu istiyorduk: “Bildiğiniz bir Kürtçe şarkıyı söyleyebilir misiniz?” Şu an bizim öğrencimiz olan Deniz Gezmiş tek kelime Kürtçe bilmiyordu, ki şu an çok iyi Kürtçe konuşuyor. Ana sınıfını yeni bitirmişti. Hiç unutmuyorum, dedi, “ben Kürtçe şarkı bilmiyorum.” Hatta, “Mamoste2 anlamıyorum seni, ne diyorsun?” diyordu. Ben, “straneke bêje!”3 diye kendimi ifade edince Deniz, “ödevini yaaap, ödevini yaaap, ödevini yaparsaaan, iş sahibi oluuursuuun., ödevini yapmazsaaan para kaazaanaamaaazsın” tarzı bir şarkı söylemeye başladı, ben dondum. Ana sınıfında öğretilmiş bu şarkı. Bunu duyduktan sonra akademinin öncesine inmemiz gerektiğini düşündüm. Ve bu 2-5 yaş fikri doğdu. Yani tamam, çocuk akademisinde eğitim dili Kürtçe, Kürtçe şarkılar öğretiyoruz ama bu çocuklar 7 yaşına gelene kadar dehşet bir kültürel-müzikal asimilasyondan geçiyorlar. Biz nasıl bu alana gireriz? İşte yazdım, araştırdım nerede ne var. ABD’de Juilliard Müzik Okulu, 2 yaşında çocukları alıyordu ama ne yaptıkları yazmıyordu. İstanbul’da 2 yaş için müzik eğitimi veren bir yer vardı. Aradım dedim, “benim çocuklarım var, müzik eğitimine göndermek istiyorum, içeriği öğrenmek istiyorum.” Dediler, “bizim 2 yaş programımız şu an kapalı, başvuru yok çünkü.” Oraya yaz, orayı araştır, yok.

Tüm bunları yaparken bir gün Kodály ile karşılaştım. Kodály’ı ben o süreçte tanıdım. Anadili gibi çocukların da halkların da müzikal anadili olduğunu, bu müzikal anadilin halk şarkıları olduğunu, müzik eğitiminin çok küçük yaşlardan itibaren ve halk ezgileriyle başlaması gerektiğini iddia ediyordu. Dedim, buldum ben! Sırtınızı dayayacağınız akademik bir dayanak arıyorsunuz ki insanları ikna edebilesiniz. Ama ben yine kimseyi ikna edemiyordum. Diyorlardı ki, “ya Mamoste, 2 yaşındaki çocuğun daha poposu bağlıdır.” Ben o zaman onun cevabını akademik olarak veremiyordum, biliyordum ama nasıl anlatacağımı bilemiyordum, ama şu an veriyorum. Onun poposu değil, kulakları lâzım bize. Öyle bir eğitim sistemi de yok, hele Kürdistan’da akademileri yeni kurmuşuz daha. Kaldı ki 2-5 yaş arasına ineceğiz, biraz çılgınlıktı.

Çılgınlıkmış gerçekten. Nasıl buldun çocukları, aileleri ikna etmek zor oldu mu?

Zor oldu tabii. Sekiz aileyle başladık, bunlardan biri yine Cevahir, onun kız kardeşinin çocuğu, onun arkadaşları vs. Yani anneler öncülük ettiler. Bunun ZAROK MA’ya evrileceğini, bir eğitim sistemine dönüşeceğini belki çok da kestiremeyerek, haftada bir saat çocuklarımız bir araya gelir, en azından Kürtçe şarkı öğrenmiş olurlar, biz istiyoruz, dediler. Ve ben de ne yapacağımı bilmeyerek, (aslında biliyorum ama daha önce hiç yapmamıştım) sadece çocukların taklitle çok iyi öğrendiğini, çok iyi bir gözlem yeteneğine ve hafızaya sahip olduklarını öngörerek çalışmalara başladım. Çocuklar her gün aynı saatte, aynı şeyi dinlerlerse, ezberleme-içselleştirme olanakları daha yüksek oluyor. Böyle birkaç metodu sekiz çocukla beraber denedik. Elimizde ne materyal vardı ne de çocuk şarkısı. Ben Sibelius’ta şarkıların notalarını yazıyorum, program üzerinden birkaç enstrümanın sesini yüklüyorum, mp3’e dönüştürüp aile evine gidince o flash diski takıyorum, oradan müzik geliyor, çocuklarla beraber ya ritim çubuğu çalışıyoruz ya alkış ya da beraber şarkı söylüyoruz. Ama şimdi yüzlerce çocuk şarkısı var bu süreçte oluşan.

Ebeveynler de katılıyor muydu bu derslere?

Evet çünkü 2-5 yaş müzik eğitiminin ebeveynle olması gerektiğine inandım ve öyle olduğunu da gördüm. Müzik kulağı iyi olmayan, müzikten hiç anlamayan, nasıl müzikler dinletilmesi gerektiğini bilmeyen bir ebeveynin elinde bence müzik dehası bir çocuk aptallaşır, geriler, körelir. Onun için bu çalışma ebeveyn katılımlı. Bizim 0-5 yaş arası ebeveyn katılımlı müzik eğitim müfredatımızda halk şarkıları, çocuk şarkıları, dengbêjlerin hayat hikâyeleri ve müzik okuma düzeyine kadar olan yaratıcı drama ile oyunlar ya da şarkılı oyunlar var. Gerekirse sekiz ay, gerekirse iki dönem eğitim veriyoruz. Çocuklar bu süre zarfında nota okuyorlar, basit bütün ritmik kalıpları görünce çalıyorlar, çalınınca ismini söylüyorlar, işte porte üzerinde notaların yerlerini söyleyebiliyor ve çok temiz bir tonda gam yapabiliyorlar. Bu süre zarfında bütün enstrümanları da tanıyorlar. Çocuklar buradaki hazırlık aşamasından sonra enstrümana devam etmeyebilirler ama kültürel birikimin, kültürel kodların aktarıldığı iyi bir eğitimden geçmiş oluyorlar. Derdimiz de bu aslında. 0-5 yaş bunu yapıyor.

Yüz tane hatta daha fazla çocuk şarkısı dedin ya, onları siz mi yazdınız? Böyle bir repertuar mı oluştu yani?

Tabii tabii, ihtiyaç vardı, çocuk şarkısı yapmamız gerekiyordu. Bütün halk şarkılarını kullanamıyorsun. Çok küçük yaş için çok daha farklı aranje edilmiş ya da sözleri çok basit ezberlenebilen metinler yazmak zorunda kalıyorsun. İhtiyaçlı temelli olarak bu doğdu ama zamanla bizim ana çalışmalarımızdan biri haline geldi.

Buradan sonra Çocuk Akademisi, sonra Genç Akademisi geliyor, değil mi?

Evet bundan sonra 6-14 yaş arası Çocuk Akademisi geliyor, altı yıl devam ediyor eğitim. Çocuk buradan mezun olduktan sonraki süre zarfında, ilk yıl asla teorik eğitim almıyor Çocuk Akademisi’nde. (Bir kitap gösteriyor)

Stranbêjî û Çanda Dengbêjî ye [Şarkı Söyleme ve Dengbêjlik Kültürü]

Bu Kürdistan’ın belki de eğitim için hazırlanmış ilk çocuk repertuarı kitaplarından biri. Öncesinde Baxçeyê Zarokan [Çocuk Bahçesi] adıyla bir çocuk şarkıları kitabı basılmıştı; Aram Gernas’ın hazırladığı bu kitap Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi tarafından basılmıştı. Biz bunu Aram Tîgran’da, kayyum gelmeden önce hazırlamıştık. (Başka bir kitap gösteriyor)

Çalakiyan Fêrî Muzîkê Dibim [Etkinliklerle Müzik Öğreniyorum]

Bunun içinde de etkinlikler var, çocuklar bunlarla müzik öğreniyor.

Sen aslında 0-6 yaş grubunun müzik eğitimi konusunda uzmanlaşmışsın. Peki, eğitmen olarak yetiştirdiğin birileri var mı bu alanda? Çünkü çok değerli bir alan, örneği pek yok senin de bahsettiğin gibi. Dolayısıyla bu eğitim modelinin devam etmesi, belki bir sonraki aşamada diğer Kürt illerine de taşınması açısından kadrolaşma anlamında neler yaptığınızı da merak ediyoruz.

Aslında her şey ihtiyaç temelli ya. Sizin bahsettiğiniz o müzik kadrolarının yetiştirilmesi konusu akademinin temel amacı aslında. Akademi tamamen eğitmen yetiştirme üzerine kurgulandı. Yoksa amaç vitrinde görünecek insanlar yetiştirmek değil. Evet, sesi çok iyi olanlar da çıkacak ama derdimiz o branşların eğitmenlerini oluşturmak. Materyaller bu şekilde, ihtiyaçtan çıktı. Eğitmenler de. Şu an Evîndar bu eğitimi veriyor, Evîn bu eğitimi veriyor, Ferhat bu eğitimi verebilir. Aslında bunu branş olarak seçen iki-üç arkadaş var çünkü çok zor. Farklı bir enerji, çocuklarla, ailelerle farklı bir temas gerektiriyor. Ama MA’daki herkes, mecbur kalırsa bunu yapabilecek eğitimi aldı. Ben MA Akademisi’nde aynı zamanda hem pedagojik formasyon hem de müzik öğretim metotları eğitimleri vermeye çalışıyorum kendimce, öğrendiklerimi paylaşmaya çalışıyorum. Ve eğer MA’nın bir mezunu çok iyi bir orkestra şefi olsa dahi, bu eğitimi vermeye mecbur kalırsa verebilecek düzeyde. Hepsi bu eğitimi aldı. Van’a giden bir arkadaş şu an bunu verebiliyor. Biz MA’nın hepsini parçalasak ve her biri bir yere gitse, “bu esastır, önce bu çalışma yapılmalı, durmamalı” diyebilecek donanıma sahibiz. Şu an Diyarbakır’da ben ve Evîndar ZAROK MA’da veriyoruz bu eğitimi. Diğer arkadaşlarının hepsinin de farklı bir enstrümanı veya branşı var. Onlar da branşlarına yoğunlaşıyorlar.

Yaş gruplarını tamamlayacak olursan…

İlk grup 0-5 yaş. Biz gittikçe yaşı düşürmeye çalıştık. Geçen sene pandemiden önce pilot bir sınıf aldık 12 aylık. Daha önce hiç çalışmamıştık 12 aylıklarla. Ama nihayetinde ebeveyn içeride olduğu, çocuklar ebeveynlerinin kucağında olduğu için ben de onları kucağıma alıp evde onlarla nasıl oynamaları gerektiğini, müzikal bir çerçevede anlatabiliyorum. Müzik bilinciyle sırtlarına vurup uyutun diyorum, lütfen ritmik vurun bari. Ya da emzirirken melodileri mırıldanın, titreşimlerinizi hissetsinler. Bunları biraz deneyip, evet oluyor, dedikten sonra da bunu doğum öncesine çevirdik. Doğum öncesi başlamış iki çocuk var, şu an 3 yaşındalar. Eğitimleri esnasında anneleri demişti ki: “Biz buna inanıyoruz Mamoste, zevk olsun diye gelmiyoruz, biz buna inanıyoruz.”

Mesela annelerin biri ritmik yürüyemiyordu, diğeri de tonda kalarak şarkı söyleyemiyordu. Annelere önce 0-5 yaş arasına öğrettiğimiz şarkıları öğretmeye çalıştık. E bu süre zarfında çocuklar da duydu, dinledi tabii. Çocuklar doğunca aldık sêtel’imizi, hastaneye gittik. Biliyor musunuz, o çocuklar konuşmaya başlamadan önce o melodileri söylediler. Anne ağlamıştı, videoya çekip göndermişti. Çocuklar melodiyi duyunca ritim tutuyorlardı. Benden daha iyi gam yapıyorlar şimdi, çok temiz çıkarıyorlar tonları.

MÜZİK DERS DEĞİL, HAYATIMIZIN BİR PARÇASI

Bunu yapan var mı dünyada hiç? Sen basbayağı devrim yapmışsın.

Dünyada doğum öncesi eğitim genelde bahsettiğim bu kaygılarla yapılmıyor. Daha çok müzik terapi; aileler, anneler rahatlasın vs. Sadece müzik dinletiyorlar çocuğa. Ama bizdeki dert, doğumdan sonra da ebeveynin doğru tonda şarkı söyleyebilmesi. Mesela ebeveynlerin telefon melodilerine müdahale ettim. Çok arabesk melodiler çalıyordu. Çocuğun kulağı nötr değil ha. “AVM’lere ne kadar gidiyorsunuz? Gittiğiniz zaman bir dinleyin bakın orada bir müzik var. Arabanızda ne dinliyorsunuz? Hangi radyoyu dinliyorsunuz? Evde TV müzik kanallarının hangilerini dinliyorsunuz?” gibi sorularla aslında bir farkındalık oluşturmaya çalıştım. Bazı aileler formu doldurmadı, günde kaç saat TV izliyorsunuz ve arabada hangi radyoyu dinliyorsunuz, sorularını cevaplamak istemedi. Çünkü Power FM, Show Radyo, Joy FM… Ben de Şeroyê Biro’nun görselini çıkarıp çocuklara bir şey anlatmaya çalışıyorum. (0-5 yaş için hazırladıkları ders kitabından bir resim gösteriyor) İşte Karabetê Xaço’nun resmini gösteriyorum, sesini açıyorum. Üç dört dengbêj tanıdıktan sonra oyun oynuyoruz. Ses açıyorum, soruyorum bu ses hangisi? Ben bunları yapmaya çalışıyorum ama evde bu yok ki. Evde bu olmayınca bir anlamı yok. Müzik bir ders değil, hayatımızın bir parçası, bu farkındalığı yaratmaya çalışıyorum aslında.

Sen hayat tarzlarına, kültürlerine müdahale ediyorsun… Bu da bir sorgulama sağlıyordur.

Biz steril bir dünyada yaşamıyoruz ki. Biz herkesin kendi özgür iradesiyle müzik dinlediği, film izlediği, kitap okuduğu bir dünyada değiliz ki. Bize öğretilmiş olanı, bize sunulanı dinliyoruz, değil mi? O çocukları, o kulakları, ruhları ta anne karnındayken böylesine organize edilmiş bir müzik bombardımanı içinde bırakmak bence suçtur. Eğer bunun farkındaysan suçtur. Nihayetinde o müzik nötr değil. Bütün çizgi filmlerin, animasyonların arka planındaki müzikler, bütün jenerik müzikleri, AVM’lerdeki müzik tarzları nihayetinde bir merkezden yürütülen ve bir hayat tarzı, bir kültür oluşturan müzikler. Madem nötr değil, madem çocuklar anne karnında dördüncü aydan sonra duymaya başlıyorlar, e Arapsa Arapça ezgiler duysun, İngilizse İngilizce duysun, Boşnaksa Boşnakça ezgiler duysun. Kendi anadili diyoruz ya, evet insanların, halkların müzikal anadili var.

İşte JINMA’dan Sarya, Merve Çocuk Akademisi’nden gelen gençler. Piyanist Welat Doğal Ritim Orkestrası’ndan gelen biri. Yarin, daha 2 yaşına girmeden bu ebeveyn katılımlı pilot çalışmanın öğrencisi oldu. Onunla müzik eğitimi vermeye başladık televizyonda. Şunu fark ettik ama. Bütün enstrüman hocalarının söylediği ortak bir şey var: 0-5 yaş eğitimden mezun olan bütün çocukların kulağı ve ritmi çok iyi. Çünkü sistematik bir şekilde 8 ay boyunca haftanın bir günü bizden ders aldılar, Whatsapp grubu aracılığıyla aileleri hem sabah hem akşam çocuklarla beraber bu şarkıları dinledi. Sonrasında eğer çocuk müzisyen olmak istiyorsa ve aile de bunu destekliyorsa, işte doktor olsun, avukat olsun, mimar olsun gibi bir kaygısı yoksa o çocuk Yetişkin Akademisi’ne devam ediyor. 3 yıl boyunca, haftada 20 ile 28 saat arası ders görüyor ve Kürt müziği formlarının, orkestrasyonun, nota yazım tekniklerinin, derleme tekniklerinin, armoninin, müzik teorisinin, solfejin, bonanın ve bütün enstrüman eğitimlerinin olduğu, yani sizin tanıştığınız gençlerin hepsinin mezun olduğu eğitim sistemine dahil oluyor. Ve bütün bu eğitim sisteminin dili, ana dilleri olan Kürtçe.

Peki müfredatınız nasıl? Kürt müziği üzerine ne kadar ne var? Diyelim Kürt müziği makamları… Var mı bu konular üzerine eğitim materyalleri? Mesela konservatuarlarda okutulan kitaplar var vokal eğitimi üzerine, biz de çalışmıştık; Pozzoli, Fontaine gibi kaynaklardan da yararlanıyor musunuz? Yoksa, tamamen kendiniz mi oluşturuyorsunuz? İranlı hocalarla birliktesiniz ya, belki onlar da yeni bir müfredat katmışlardır…

Şöyle oldu. Biz Batı müziği solfejini hep yaptık ama örneğin makam dersinde halk ezgilerine ulaşmaya çalışırken, İranlı eğitmenlerin makam bilgileri büyük bir avantaj sağladı bize. Türkiye’deki devlet konservatuarlarından mezun olmuş ve makamsal bilgiyi almış bütün arkadaşların ezberini de bozdu. Türk müziği makam bilgisiyle Kürt müziğini formüle edemiyorsun. Onun için mümkün mertebe sürekli ham ezgiler dinlemeye çalışıyoruz, işlenmemiş, derleme kayıtlar…

Mesela Seyda’nın (Goyan) ya da Erivan Radyosu’nun bütün arşivini Mamosteler dinlemeye çalıştı. İran’dan da kendileriyle beraber bir arşiv getirmeye çalışmışlardı; eğer bir şey öğreteceklerse, işte bakın Kürdistan’ın şu şehrinin şu köyünde şu şarkıyı dinledik, gibi dayanaklar gösteriyorlar ve makamsal tarif yaparken ya da örnekler verirken de bunu ezgi örneği vererek yapmaya çalışıyorlar. Kaynak bir kitap yok maalesef. Mamoste Ramîn kafa yormaya çalışıyor, kendisi Fars müziğine hâkim, 5-6 yıldır burada olduğu için Türk müziğini de biraz tanır oldu. Kürt müziğinin Bakûr ve Rojava müziğini, Dersim müziğini de tanımaya çalışıyor. Mesela Dersim’de yaygın bir 9/8’lik kalıp olan 12+123+12+12 ile ilk defa burada tanıştılar. Mesela bizim hiç duymadığımız, Kürt müziğinde yok dediğimiz makamlar üzerine Diyarbakır’da araştırma yapan, yıllarını veren insanlarla hararetli tartışmaları da oldu. Sonra Mamoste melodi getirdi; dedi, bak bu melodi/makam burada yok ama orada var. O açıdan genelde derlenmiş kayıtları referans alıp bunun üzerinden makamsal solfej etütleri hazırladılar. Mamoste Ramîn oturup Kürt müziği ezgileri içinden yeni solfej etütleri yazmaya çalıştı.

Ben (Selda) tezimle ilgili olarak Êzîdî kadınlarla görüşmüştüm Diyarbakır’da. Onların söylediği şarkıları, ağıtları makam analizlerini yapmak üzere hem konservatuardaki birçok hocaya hem de Cavit Hoca’ya (Murtezaoğlu) dinletmiştim. Cavit Hoca İranlı, Tebrizliydi ya, dolayısıyla oradaki makam sistemi ve isimlendirmeler üzerinden yardımcı olmuştu bana. Bu Yarsan makamlarından şudur, gibi… Buradakiler uşşak diyor mesela. Bahsettiğim Êzîdî kadınlar Şengal’den gelmişlerdi. Yani genel olarak isimlendirmelerde de bir farklılık olabilir.

Evet isimler farklı. Kürt müziğindeki makam isimleri de öyle. Mesela Mamoste Ramîn diyor ki, siz burada buna bu makam diyorsunuz, ama biz bu ismi veriyoruz. Hatta bazen aynı makam söz konusu olduğunda bile diyor ki, sizin si komanız biraz daha farklı. İran’da da aynı burası gibi, sen orada Fars müziğini referans alıp Kürt müziği için formüle etmeye çalışırsan bambaşka bir şey çıkıyor ortaya. Onlar kendilerini bir nevi sıyırmışlar oradan.

Erivan’da yok mu Kürt müziğiyle ilgili kaynaklar? Diyarbakır’da da bir ara Kürt makamları üzerine bir sempozyum yapılmıştı.

Erivan’da maalesef hiçbir teorik kaynak yok. Daha çok notaya alınmış derleme kayıtlar var. Bahsettiğiniz sempozyum, Kürt Müziği Makam Çalıştayı idi, Aram Tîgran’dayken organize etmiştik. Onun tüm videoları duruyor bizde. Yazılı hale getirmedik henüz çünkü devam ettirmeyi planlıyorduk.

Bu konularla ilgili ayrıca buluşsak daha iyi olacak, çok geniş ve tartışılmaya ihtiyaç duyulan bir alan.

Tamam, zaten konuşurken Mamoste Ramîn’i de almamız lâzım yanımıza. Bu konuda bir söyleşi yapalım daha sonra.

Şêrko tekrar MA Müzik’e dönecek olursak, dil eğitimi konusunu da biraz açar mısın? Sonuçta Kürtçe anadilinde bir eğitim ve müfredat söz konusu. Ama biliyoruz ki gerek kültürel gerekse politik sebeplerden ötürü Kürt olup da Kürtçe konuşamayan çocuklar var. MA’da müzik eğitimi yanında bir de dil eğitimi mi var?

Bizde bir akademi var, bir de kurs var. Akademinin müfredatı ve eğitim yılları ayrı, akademiden beklentilerimiz ayrı. Akademinin öğretim dili yüzde yüz Kürtçe. Ama aynı zamanda dil eğitimi de var orada. Kürtçe bilmeyen bir çocuk da akademiye gelebilir. Zaten dert burada kültürel asimilasyondan kurtarmak onları. Ve akademik müzik eğitimini de anadilinde vermek. 6 yıl boyunca dil eğitimi de alıyorlar. Yetişkin Akademisi’nde şöyle bir kıstas var: Kürtçe bilmeyen elemeleri geçemez. Çünkü bütün eğitim dili Kürtçe; armoni Kürtçe anlatılıyor, estetik Kürtçe anlatılıyor, Kürt tarihi, dünya tarihi Kürtçe anlatılıyor. Ama orada da 3 yıl boyunca aynı zamanda dil eğitimi var. Kendi ders notunu Kürtçe hazırlayacak, akademik çalışmalarını, tezlerini Kürtçe yazacak akademik kadrolar yetiştirmek ya amacımız. Ama kurslarda, gelen herkese soruyoruz: Kürtçe mi verelim, Türkçe mi? Evinde hiç Kürtçe konuşulmayan çocuklar zorlanıyor, mecburen Türkçeye dönüyoruz. Ama yalnızca dil öğretmek için öğrenci almıyoruz, dil kursu değiliz.

Yetişkin Akademisi’ni anlattın ya, oradan mezun bir kuşak var mı?

Tabii, Aram Tîgran’dayken de mezun olanlar vardı. Ve bu sayı gittikçe arttı. İlk mezunlar dört kişiydi ama ilk yıldan hiç kimse kalmadı. Bu yeni öğrencilerle, il dışından gelenlerin eğitimiyle arttı sayı. Sanat dışında bir şeyle uğraşmayanlar geldi çünkü. Aram Tîgran’da akşam ve hafta sonlarıydı eğitimler. Bir eczacı, doktor, avukat da gelebiliyordu. Ama biz 2015’te aldığımız bütün başvurularda başka bir iş yapmama şartı koyduk. Sadece Akademi’yi okuyacak. Sonra zaten 35 kişi mezun oldu.

DİRENİŞ HER ZAMAN SOKAKTA OLACAK DİYE BİR ŞEY YOK

Sona doğru yaklaşırken şunu sormamız lâzım sana. Kültür-sanata, kulüp çalışmalarına çok kıymet veren, bizim de yetiştiğimiz yer olan Boğaziçi Üniversitesi’nde çok benzer deneyimler yaşandı. Ve şu anda orada Folklor Kulübü’ndeki, Tiyatro Kulübü’ndeki ve daha birçok kulüpteki genç arkadaşımız kayyumla mücadele ediyor. Kayyum rektör bir sistem oluşturmaya çalışıyor. Kulüp odaları bile elden gidebiliyor. Zaten senin şu ana kadar anlattığın örnekler oradaki mücadeleye model olması açısından çok kıymetli. Peki sizin oradan nasıl görünüyor bu süreç? Nasıl yaklaşmak gerekiyor? Biz de hep konuşuyor, tartışıyoruz. Gerçekten kültür-sanata sarıldığında mekânsız da bir şekilde varlık gösterirsin. Genel olarak bu sürece dair fikirlerini, önerilerini de duymak isteriz.

Boğaziçi’ne kayyum ilk geldiğinde Twitter’da yazılıp çizildi, “bakın bizim belediyelere de kayyum geldi, oraya da kayyum geldi” vs. Sonra biri yazmıştı, “Kürdistan’a gelen kayyumlarla Boğaziçi’ne gelen kayyumu aynı kefeye koymayalım. Çünkü burada tamamen Kürtlük adına her şeyi bitirme refleksiyle gelen bir kayyumdan bahsediyoruz. Her ne kadar kayyumlar her yerde aynı şeyi yapsalar da.” Ben de ikisini aynı kefeye koymamakla beraber kayyumların ortak özellikleri olduğunu düşünüyorum: çokrenkliliği, çoksesliliği, muhalifliği, insanların bir araya geldiği o özgür zemini hemen ortadan kaldırmak isterler.

Belediyelerde kayyumlar ilk önce kadın kurumlarını, sanat kurumlarını ve çocuk kurumlarını kapattı. Belediye bünyesindeki kreşleri kapattı, belediyelerin bünyesindeki bizim gibi onlarca kültür-sanat kurumunu kapattı, sanat dili tek dile, yani Türkçeye döndü ve bütün kadın kurumları kapatıldı. Toplumun aslında esas dinamikleri olan yapılar kapatıldı. Biz şimdi İstanbul’daki kayyum örneğine bakınca hemen kültür-sanat kulüplerini görüyoruz. Belki bir detaydır ama işte merdivenin renkliliğine dahi karışan bir zihniyet bu. Aslında egemen sistem tektipleştirmeyi kayyum üzerinden sağlamaya çalışıyor. Uzaktan erişemediğini, yönetemediğini, hükmedemediğini düşündüğü yere ne yapıyor, kayyum gönderiyor. İtaat etmediğini düşündüğü yerlere kayyum atıyor. Onun için itaat etmemeye devam etmek lâzım. Bu da nasıl olur, çalışmayı her türlü koşulda, farklı şekillerde sürdürerek olur; belki şekli değişecek, belki mekânı değişecek, belki mekânı olmayacak ama Müzik Kulübü durmamalı, Sinema Kulübü durmamalı, Folklor Kulübü durmamalı, Edebiyat Kulübü durmamalı…

Ve bu İstanbul’daysa fiziki olanakları, şartları oraya göre yaratılır; Diyarbakır’daysa Diyarbakır’a göre yaratılır. Önemli olan o bir arada olma hali. Zaten kayyumların ortadan kaldırmak istediği de bu. “Biz sizin için her şeyi düşünüyoruz, her şeyiniz var zaten, ne gerek var?” düşüncesi işte. Ama hayır, biz bir araya gelince biz’iz, siz bir araya getirdiğiniz için değil. Ben BÜ’deki direniş bütün Türkiye’ye yayılır, farklı bir sinerji yaratır diye düşünüyordum. Şu an çok da bilmiyorum, hâlâ varsa bir direniş sosyal medyaya yansımıyor, ama bu direnişin sürdüğünü bence o çalışmalar sosyal medyadaysa görürüz. Mesela biz şunu diyoruz, “MA li her malê ye, MA her evde!” Çocukların evde çalışırkenki görüntülerini paylaşıyoruz. Belki o kulüp bir kafede, arkadaşlarının evinde toplanıp yaptığı çalışmaların devam ettiğini onların gözünün içine sokarak direnecek. Direniş her zaman sokakta olacak diye bir şey yok. Direniş her zaman polisten gaz ya da cop yenilerek olacak bir şey değil. Amaç oradaki etkinliği yok etmek ya. O etkinlik var ise var, kayyum amacına ulaşmamıştır. Direniş canlıdır, direngenliğini yitirmemiştir. Ben öyle olması gerektiğine inanıyorum.

Üniversitenin içinde, varsın bir oda olmasın. Kulüp burada ve burada (başını ve kalbini işaret ediyor). Biz çocuklara söylemiştik ya hani, “Aram Tîgran bir ruhtur, beton duvarlardan ibaret değil”, bence aynı şey Boğaziçi için de geçerli. Kulüpler çok daha büyümeli ve canlanmalı. Örgütlülüğünü ne kadar güçlendirirse direniş o kadar anlamlı olur. Bir süre sonra zaten sokak eylemi marjinalleşir; derler, bırakın iki üç slogan atsınlar. Ama kulüp yok ortada, düşünsenize. Uğruna direndiğiniz kulüp yok aslında. Biz şarkı öğretmiyoruz, biz akademik çalışma yürütmüyoruz ama bunun için her gün bir slogan atıyorum, bir döviz tutuyorum, “biz anadilimizde eğitim istiyoruz” diye. Pankart asıyorum ama bunun için hiçbir şey yapmıyorum. Pratik çalışmalar, ürün ve bunların gösterilmesi, gündemde tutulması çok önemli. O zaman kayyum olsa ne olur, olmasa ne olur! Mesela bizim için ne diyorlar, biliyor musunuz? Bilselerdi kapatmazlardı herhalde, diyorlar. Daha da büyüyerek, güçlenerek çıktık çünkü.

Peki biraz da bizleri MA ile bir araya getiren Amîda Konserleri projenizden bahsedelim istersen. Ne zaman gündeme geldi, nasıl tepkiler aldı bu konserler?

Bu konserler tam da bütün dünyanın başına bela olan pandemiden sonra gündeme geldi. Aram Tîgran’dayken, 2016 yılı Haziran ayında Aram Tîgran Konservatuarı olarak çok güçlü bir konser vermiş ve orkestramızın kuruluşunu ilan etmiştik; eğitimlerin sonucunda bu tür performanslarla topluma, insanlara hitap edecek bir düzeye gelmiştik. Ama MA, bu süreci hızlandırdı. Amîda Konserleri önerisi Diyarbakır Ticaret Odası’ndaki bir velimizden geldi: “Kentteki turistik yerleri, tarihi yerleri tanıtmak istiyoruz ama bu kentte MA gibi bir kurum var, hem yıllarca ayakta durmuş hem çok kaliteli bir müzik eğitimine sahip ve bunun yanında bir de üretim var orada. Biz kuru kuru bu tarihsel mekânlara background müzik ya da klip yapmak yerine oralarda canlı konser yapmak istesek, siz bunun altından kalkabilir misiniz?” Biz de, yaparız, dedik, niye yapmayalım? Özellikle yeni yetişmiş gençlerimizin kendilerini ifade edecekleri alanlar olur, hem maddi açıdan bize nefes aldırır hem de kurumsal olarak tanınırlığımız artar. Amîda bunun üzerinden kurgulanıp sunulan bir deneyim oldu. Hem bize ve gençlere çok şey kattı hem de sizin gibi dışarıdan gelecek olan misafirlerle ortak sanatsal zeminlerde nasıl buluşulur, hakikaten kiminle buluşulur, kiminle buluşulmaz, bu gibi noktalarda yol gösterici oldu. Yeni nesil Amîda konserleriyle MA Müzik’in yapmak istediği müzik tarzını daha çok benimsemiş oldu. Ya da bir isim zikrederken daha seçici davranmaya başladı. Bu konserlerin devam etmesini umuyoruz. Sizinle zirvede kaldı bu arada. Diyorlar ki, altıncı konser JINMA & Kardeş Türküler projesinden kadınların Ergani’deki konserinin üzerine çıkmayacaksa sakın bize misafir önermeyin. Hakikaten bu çok iyi bir etki bıraktı; gençlere de moral oldu, bize de.

“KELEŞO” BİN YIL SONRAYA NASIL ULAŞIR?

Bize de moral oldu Şêrko, çok mutlu ve umutlu ayrıldık oradan. Tekrar teşekkür ederiz o buluşma için. Son olarak MA bize neler söylemek ister? Türkiye’de son süreçte Diyarbakır daha çok kayyumlarla, ‘kayyum­­­­ demek, oradaki kültür-sanat etkinliğinin bitmesi demek’ gibi yargılarla algılanıyor. Üzerine bir de pandemi gelince herkes karamsarlaştı. MA Müzik, çevresindeki insanlara nasıl bir motivasyon sağladı?

Sadece müzik yapmak, sadece sanat yapmak yetmiyor bu süreçte. Alternatif olacaksın, anadilinde sanat eğitimi yapacaksın ve umudunu yitirmeyeceksin. Yanına gelen insanlara, ki bu tel almaya gelen bir “müşteri” de olabilir, çocuğuyla birlikte gelen koca bir sülale de olabilir, bir konseri izlemeye gelmiş ya da sosyal medyadan tesadüfen denk gelmiş bir izleyici de olabilir, bu insanlara şunu hissettirmeliyiz; hayat devam ediyor ve hayatta her şeye rağmen yapabilecek o kadar çok şeyimiz, o kadar çok sorumluluğumuz var ki. Hepimiz geri çekilsek, hiç kimse de bize niye evinize çekildiniz, demez. Nihayetinde şartlar çok zor. Ben gidip desem ki, “vallahi geçinemiyorum, aileme bakmak zorundayım”, kimse beni yadırgamaz. Nihayetinde çok insani şeylerden bahsediyorum. Ama MA insanlara şu mesajı çok verdi; umut dolu olmak zorundayız ama bu umudu ve etrafımızdaki insan halkasını da sürekli büyütmeliyiz. İnsanların yüreğine, hayatına temas etmeliyiz. Umudu, cesareti diri tutmamız gerekiyor. Kentte farklı kültür-sanat kurumları var ama yalnızca kentin değil Kürdistan’ın en kalabalık sanat grubuyuz sanırım. Biz bu sinerjiyi, bu enerjiyi hiçbir zaman kaybetmemeye çalışıyoruz. Keşke her şehirde bir tane MA olsaydı.

Uzun vadede biz olmasak da yüzyıl sonra MA’nın nerede olması gerektiği üzerine yazıp çiziyoruz şu anda. MA nasıl bir alternatif eğitim sistemi oluşturmuş olmalı, bunu yazıp çiziyoruz. Kürtler evet savaşta, Kürtler öldürülüyor, Kürdistan’da savaş var ama buradaki insanların çokkültürlülük, çokdillilik temelli kaliteli eğitim almaya hakkı var ve şu an öyle bir zemin var. Bizler bunu sürekli, sizin gibi dostlar aracılığıyla aktarmaya çalışıyoruz. Burada insanlar sadece ölmüyor, insanlar belengaz4 değil, sadece cop yemiyor; bir yandan da çok umut verici akademik çalışmalar var. Dünyada tekiz gerçekten de. Bizim böyle bir motivasyonumuz var. Kelaynak kuşları gibiyiz. Onun için sorumluluklarımız fazla. “Keleşo”5 bin yıl sonraya nasıl ulaşır, bu bizim misyonumuz.

Çok teşekkür ederiz Şêrko. İki saat hiç ara vermeden konuşturduk seni, su bile içirmedik. Kusurumuza bakma ama çok da güzel oldu söyleşi, ağzına sağlık. Daha sonra birlikte neler yapabiliriz, ne tür atölyeler organize edebiliriz, onları konuşalım isteriz.

Ben teşekkür ederim sizlere. En yakın zamanda tekrar görüşmek dileğiyle!

1 “Direndi ve kaldı, dağılıp saçılmadı, kaldı; müzik kaldı, biz kaldık. Kaldı!”

2 Kürtçede öğretmen.

3 “Bir şarkı söyle!”

4 Zavallı.

5 Kürtler arasında çok sevilen bir halk şarkısı.

Paylaş.

Yanıtla