Gülriz Sururi: “Ya Tiyatro Sizin Hayatınızdır ya da Tiyatro Yapmayınız”

Pinterest LinkedIn Tumblr +

24 Temmuz tiyatromuzun unutulmaz sanatçısı Gülriz Sururi’nin doğum günü. Onu doğum gününde anmak için sitemiz yazarlarından Pınar Erol’un Temmuz 2017’de kendisiyle yaptığı röportajı sizlerle paylaşıyoruz.

Söyleşi: Pınar Erol

Fena haberleri unutalım Gülriz Hanım. Eliniz ile kalbiniz arasındaki bağı büyütelim. Çalışkanlığınızı örnek alalım. Becerebilirsek zerafetinizi de. İnsan yaptığı her şeyi mi bu kadar güzel yapar, yaşama sanatının özenli katmanlarını nasıl böyle açtırır diye şaşakalalım. Sizden kadınlığı öğrenelim. Bu, sizin çok iyi öğretebileceğiniz bir şey. Türkan Saylan’ı düşünelim. “Kırsal kesim, biz mutlu azınlık ile aynı düzeye gelmedikçe Dünya Kadınlar Günü’nü kutlamıyorum” sözünüzü hatırlayalım. Cumhuriyet’i sahiplenişiniz, haksızlığı eze eze yürüyüşünüz bize yol göstersin. Doğru olanı ok gibi yabana atanlara; eğri olanı yay gibi elde tutanlara sözümüzü söylemekten korkmayalım.

Tiyatronun şifasına inanalım biz de. Ona toz kondurmayan adanmışlığınızı alkışlayalım. Sanatın göğsüne yaslanalım. Onun pasta değil, ekmek olduğuna ikna edelim kendimizi. Dünya cesurlarınmış! Her şeyi gözümüzün önünde yaşamanız, açık sözlülüğünüz, mertliğiniz bizim de cesaretimizi kanatlandırsın.

Yaşamın hakkını veren, olduğu yeri güzelleştiren Gülriz Sururi’ye, hayatımızı cennete çevirdiğini söylemekten çekinmeyelim. İnsan olmanın zor olduğunu, onunsa mutluluğu zoru başarmakta bulduğunu hep aklımızda tutalım. O güzel kalbinin ritmini bozmayalım. Dedesinin Gül Hanım’ını üzmeyelim. Yoksa o anlam dolu, dipsiz gözelerinin içine bakıp nasıl teşekkür edebiliriz? O gözler ki: “Elmacık kemiklerinin sarp kayalıklarının altında derinleşen iki göl gibi duruyor. Hiç bozulmayacak. Yaşadığımız dönem birtakım simgelerde anlatılırsa ilerde onunla da anlatılacak.”

“Doğuştan tiyatrocuydum, öğrenmedim; biliyordum” diyorsunuz.

Gerçek bu. Bunu nasıl anlatayım bilmiyorum. Köyde doğan bir çocuğun eline bir müddet sonra sabanı, abayı verirler, “git koyun güt” derler. O da bunu doğal olarak yapar. Babası, amcası yapmış, otomatik olarak ona geçer iş. Benimki de öyle bir şey galiba. Kendimi bildiğim ilk anılarım; tiyatro seyretmek, eve oyuncuların gelmeleri… Bana hayat tiyatroymuş gibi geldi. Shakespeare, “hayat bir tiyatrodur” diyor ya. Ne kadar doğru bir laf olduğunu her gün biraz daha iyi anlıyorum. Hayat bir oyundur. Hayat bir tiyatrodur. Bu bir gerçek. Ben iyi bir yol aldığımı düşünüyorum ve başarılı olmaya karar verdiğimde yirmiyi geçmişti yaşım.

Muhsin Ertuğrul’un babanıza, “Gülriz de annesi gibi yetenekliyse getir de çocuk tiyatrosunda oynatalım” demesiyle on iki yaşında Şehir Tiyatrosu Çocuk Bölümü’ne giriyorsunuz. Babanız sizi Hüseyin Kemal Gürmen’in eline veriyor. Orada Ferit Egemen’le tanışıyorsunuz. Koroyu değil; soloyu seviyorsunuz. Reşat Nuri’nin “Yaprak Dökümü’nde oynuyorsunuz. Sizin için küçük bir yıldız doğuyor denilen günler… Çocukken şöhret oluyorsunuz. Hatta röportaj vermeye o yaşlarda başlıyorsunuz.

Çocukken önce ailemi seyrettim. Sonra hiç istemeden çocuk tiyatrosuna girdim. Başrol alınca çok büyük sevinç duydum. Alkışlar, kapıda benim yaşımda, beni bekleyen çocuklar, müthiş bir şeydi. Herhalde tiyatrosuz yapamam gibi duygulara kapıldım. Sonra işte, Muhsin Bey de beni başarılı bulup konservatuvara seçti. İnandığım şeye sadık bir çocuktum. Bir şeyi kabul etmek için yüzde yüz inanmalıyım. İkna edilmeliyim yani. Hocaların Muhsin Ertuğrul, Galip Arcan olunca bu yapılmaz bir şey ama ben itiraz ederdim. Bir gün bir sahne çalışıyoruz, Hoca, “bir gül olduğunu farz edin ve hepiniz onu koklayın” dedi. Gül bana gelince ben de kokladım böyle kendi kendime ve uzattım. “Gülriz ne yapıyorsun” dedi. “Gül kokluyorum” dedim. “Gül böyle mi koklanır” dedi. Adım inatçıya çıktı galiba.

Size hayatın her türlü haline hazırlayan oyunlar oynatan tiyatro için, o benim annemdi diyorsunuz. Ve Dram Tiyatrosu’ndan Muammer Karaca Topluluğuna, oradan da sanat tiyatrosu yapmak için Dormen Tiyatrosuna geçiyorsunuz. Ama yağmurdan kaçarken doluya yakalanıyorsunuz. Tiyatroyu Muhsin Ertuğrul’dan, sahne rahatlığını Muammer Karaca’dan, şöhreti Haldun Dormen’den, çok yönlü oyunculuğu Engin Cezzar’dan öğreniyorsunuz.

Anneannemle hesap yaptık, Şehir Tiyatrosu’nda iyi bir rol oynamam için sıra bana otuz yaşıma kadar gelmeyecek. Karaca’da iki bin beş yüz lira maaş alırken, üstelik taksitle bir sürü şey alıp borçlanmışken, Dormenler’den teklif gelince, sanat tiyatrosu yapacağım diye oraya geçtim. Ama Dormenler’de de iki sene aptal sarışınları oynadım! Epik tiyatro diye bir şey çıktı. Bunun ne olduğunun farkına geçenlerde vardım. Benim amcalarımın yaptığıydı epik tiyatro. Yani o halk tiyatrosu.

Başta “Sokak Kızı İrma”yı reddediyorsunuz, inanılacak gibi değil!

Haldun (Dormen) üçüncü senemizde bana “İrma”yı oynattı. Bu mucize bir olaydı. Bir gecede star oldum. Başta reddettim, ben şarkı söyleyemem dedim. “Bana böyle bir şey söyleyemezsin. Operetçi bir aileden geliyorsun” dedi. Ben de “şarkıları çok uzun çalışmak için piyanist istiyorum” dedim. Çok uzun çalışmak falan da mübalağaymış meğer. İstanbul’un üç-dört merkezine kocaman fotoğraflarım asıldı. O gün için çok sükseli, müthiş başarılı bir şeydi.

Sizin “Sokak Kızı İrma” olarak yıldızınızın parladığı günlerde, Engin Cezzar da Amerika’dan dönüyor ve 24 yaşında en genç Hamlet’lerden biri olarak ünleniyor.

Engin bir sene önce gelmişti Türkiye’ye ve Hamlet’i oynuyordu. Ben de gittim, seyrettim. Çok çok beğendim. Betül Mardin ile bir sanatçılar gecesi organize ediyorduk. Ben Betül’e, “bu Hamlet’i çağıralım, o insana bilet aldırtır” dedim. İşte o gece aramızda hiçbir şey yokken, öylesine dans ettik. Öncesinde Beyoğlu’nda ben bu Hamlet’le karşılaştım. Küçük Sahne’ye gidiyorum. Arkamdan geliyor. Onu baloya çağırırken benim ona kadın olarak bir beğenim var mıydı hiç bilmiyorum. Gerçi biraz merak ediyordum, dans etse de görsem diye… Ama beni dansa kaldırdığı için ve başkasıyla da dans etmediği için göremedim. “İrma” döneminde Engin askerden geldi ilk gösterim için. Birlikte şampanya içtik. Sonraki oyunlar için ona, çay-simit yeter dedim.

“Sokak Kızı İrma”yı ilkinden (1961) yedi sene sonra (1968) ikinci kez, otuz sene sonra da (1992) yine aynı enerjiyle üçüncü kez oynadınız. Shirley Mclaine oynayamıyordu. Oynamasına imkân yoktu. Bu sizinki biraz da kadınca bir meydan okumaydı.

İşte o günden beri de Gülriz değişmiyor diye bir laf çıktı. Ama artık eskisi gibi değilim. Yorgunum ve bu dünyada olmaktan hoşlanmıyorum artık.

Haldun Taner, “Sokak Kızı İrma” için “Gülriz bu rolü yedi sene sonra da, on yedi sene sonra da oynar, başkası da oynayamaz” demiş. Gerçekten de üzerinden neredeyse altmış yıl geçti, başka oynayan olmadı, cesaret edemediler mi sizden sonra?

Ettiler, dört sene önce yine Haldun Dormen’in rejisiyle oynandı ama kimsenin haberi olmadı. Fakat çok üzüldüm izlerken. Oyunun başındaki çaylak sahnesinde kadının, “bana siz dedi” diye aşık olacağı kişiyi kırk yaşındaki oyuncu oynuyor. TEB ödülünü Haldun Dormen’e ben takdim ettim. Haldun heyecanlı, coşkulu. Çıkışta, “Gülriz ben sana çok kırgınım, gelip “İrma”yı seyrettin ama kalıp beni tebrik etmedin” dedi. “İşte Haldun bana bunu sormayacaktın” dedim. Melih Cevdet’in yapmış olduğu çeviriler, o şarkılar, Ayşe – Fatma’ya dönüşünce olmuyor. Nisa Serezli’nin o güzelim çevirisi kullanılmayıp adaptasyona gidilmiş. Bunu nasıl yapar Haldun!

28 Eylül 1961’de evleniyorsunuz. 1662’de Gülriz Sururi – Engin Cezzar Tiyatrosu’nu kuruyorsunuz. Bunu, Engin beyi ikna etmek yerine; küçük kandırmalarla başarıyorsunuz. Haldun Dormen Ses Tiyatrosu’na geçtiğinde Küçük Sahne boşalınca teklifi siz yapıyorsunuz ama teklif aldık diyorsunuz.

Kandırıyorum, doğru. Binanın müdürü Galip bey bana, “siz bir şey yapmayı düşünmez misiniz” dedi laf arasında. Bu arada, Haldun tekrar “İrma”yı koydu ve “turneye çıkacağız” dedi. Biz de Engin’le balayı için üç aylık yalı tutmuşuz Anadoluhisarı’nda. Ben Engin’e “eyvah” dedim, “parayı yakacağız”. Orada sadece bir ay kalabildik ve turneye çıktık. Bütün Anadolu’da çok müthiş bir karşılık buldu.

Yaşar Kemal’in deyişiyle yedi yıl darlık, yedi yıl bolluk. Her şey rast gidiyor. Filiz Ofluoğlu ilk oyununuzun çevirisini hediye ediyor. Saturn sizden yana.

Engin Şehir Tiyatroları’nda, ben de taze İrma olarak kapanın elinde kalacak durumdayım. Çok popülerdik o sırada. Engin çok kültürlü, çok iyi bir yönetmen, bırak evliliği, bir gün kimle tiyatro kurmak istersin deseler, Engin derdim. Benim Galip beyin sözüne aklım çok yattı. Engin’e “biz beraber tiyatro kursak, ne kadar iyi olur” dedim. “İçimde kalan oyunları senin rejinle oynayabilirim”. Öncesinde Engin, Dormen Tiyatrosu’nda “Bir Yastıkta” diye oyun sahneye koydu Erol Keskin ile oynadığımız. Yönetmen olarak çok yaratıcıydı. Teklifime “yok, daha o işler için çok erken, ne yapacağız, önümüzü göremiyoruz” dedi. Binanın sahipleri meşhur Boravalı ailesi, Aziz Boravalı ile Nükhet Boravalı. “Siz bana küçücük bir şey söylediğiniz ama biz bunu karşılıklı konuşalım” dedim. Hani bir şeyin yolu açıktır da su gibi gider ya, öyle oldu. Olan balayına oldu sadece. Mücap Ofluoğlu’nu çok eskiden tanıyorum, amcamın falan arkadaşıydı, sonra eşi Filiz Ofluoğlu’yla da ahbap olduk. Projeden bahsedince, çeviri benden dedi. Her şey yolunda gidiyor. Hani adam olacak çocuk diye bir laf vardır. Öyle gerçekleşti.

İlk oyun, Erskine Caldwell’in “Tütün Yolu”

Seçtiğimiz oyun çok güzel de hiç bana göre rol yok. Ama Engin’e göre çok güzel bir rol var. Nur Sabuncu ve Pekcan Koşar var oyunda. Pekcan’ı biz ikna ettik. O “ben komiğim, bunu oynayamam “diyor. Biz de, “sen aktörsün, oynarsın” diyoruz. Çok da güzel oynadı. Hiç kimse de gülmedi. Öyle bir tempo hayatımda hiç yaşamadım. Bir ay içinde oyunu çıkarma, reklam toplama, dekor, kostüm, yeni bir tiyatro kurmak… Ama işte o kadar popülerdik ki… O zaman namuslu bir Babîali vardı. Gazeteciler çok desteklediler bizi. Oyuna dolu başladık, dolu bitirdik. Ondan sonra ne yazılar çarşaf çarşaf: “Hem tiyatrolarını kurdular, hem başrollerini başkalarına verdiler” diye. Sonra Genco’yu da (Erkal) alıp “Othello”yu oynadık. O da çok sükseli bir şeydi.

Dünya cesurlarınmış. Tiyatronuzun üçüncü senesinde, arabayı Akbank’ın garajına rehin koyarak, kırk kişilik “Keşanlı Ali Destanı” müzikaline soyunabildiniz. Üstelik çok kısa bir sürede borcu ödüyorsunuz ve kuyruklar oluşuyor, karaborsa başlıyor.

O da çok büyük bir maceraydı. Ben Belediye Başkanları’ndan çok çektim. Hem Dalan’dan, hem Kadir Topbaş’tan. Kadir bey, “Fosforlu Cevriye” oyununu sahnelerken beni dolandırdı resmen. Yüzüme, herkese söylemiş olduğu sözler için söylemedim diyemiyor, itiraz edemiyor. Televizyonda -kayıtları bende duruyor- “Neyse Gülriz hanım’ın zararı, biz ödeyelim. Allah Allah, ben o vazgeçti sanıyordum” diyor. Bunu söyleyen kişi, ilk gösterim günü bize çiçek gönderiyor! Çok büyük yanlış yaptım “Fosforlu”yu her şeye rağmen sahnelemekle. İşte bunun suçunu Saturn’e yüklemezsem kendime söz söylemeliyim.

“Keşanlı” o sene gerçekten destan yazıyor ve sonrasında yerli oyun yazarlarına yöneliyorsunuz. “Kurban”, “Midas’ın Kulakları”nı (Güngör Dilmen) ilk siz sahneliyorsunuz. Hatta sanırım en çok Türk yazarının oyununu oynayarak da başka bir rekora imza atıyorsunuz. Dolayısıyla onların yetişmesi misyonunuz oluyor. Ayrıca Yaşar Kemal’e zorla oyun yazdırıyorsunuz. “Teneke” ile kendisi dahil hepiniz ödül alıyorsunuz ve bu sahne araları en çok alkışla kesilen oyununuz oluyor.

Sonra “Canlı Maymun Lokantası”nı oynadık, Nazım oynadık. Nazım’da da “Ferhat ile Şirin” diye kakara kikiri yapmak istediler. Bütün bir oyun bir aşk hikayesi olarak devam ediyor. Hem Şirin, hem Mehmene Banu aşık oluyorlar. Mehmene Banu (ben oynuyorum), Babayı da Tuncel Kurtiz oynuyordu. “Bu dağın ötesinden suyu getirebilirsen, sana Şirin’i vereceğim” diyor ama aşktan ölüyor bunu söylerken. Ve yıllar sonra Şirin’le bir yerde buluşuyorlar. Ferhat dağları deliyor ve suyu getiriyor. Gelebilirsin artık dediklerinde ise: “Hayır, ben bu işi bırakamam, halkı susuz bırakamam, devam etmek zorundayım, ben buna alıştım” diyor. Bu, seyircinin beklemediği bir şeydi.

1998’de oynadığınız “Söyleyeceklerim Var”ı siz yazdınız: “Bir kişi dışında hiç ama hiç kimse bu oyunun bir veda olduğunu anlayamamıştı. Ben mesleğimde ne onuncu, ne yirmibeşinci ne de kırkıncı yılımı kutlamamıştım. Jübilelerden falan hoşlanmadım, nefret ettim ve sessizce veda etmek istedim tiyatroya” diyorsunuz ama seyirci hiç sizi bırakmak istemedi.

Bana, “sizi sahnede canlı seyredemediğimiz için çok üzülüyoruz” diye çok yazıyorlar. Bu nedenle o iki projeyi (“Kaldırım Serçesi”, “Keşanlı Ali Destanı”) -onlar da Engin’i kandırmamdır yine- yapmakla ne büyük akıllılık etmişim. Evet o tabii ki tiyatro değil… Ama ne olursa olsun, bana dair bir şey seyredebiliyorlar böylece.

Edith Piaf ve Halide Edip gibi gerçek kişileri oynadınız. “Ben artık Piaf yiyor, Piaf içiyor, Piaf yaşıyorum. Çok kolay oldu benim için Piaf olmak; çünkü ben daha ilk günden Piaf olmadan oynamaya karar vermiştim rolü…” diyorsunuz. “Kaldırım Serçesi” için aldığınız ilk devlet desteğini oyuncularla eşit paylaşmanız da öyle.

Bunu Engin’e söyler söylemez, “harika fikir” dedi. Yani aynı gözlükle bakıyorduk dünyaya.

Burada sayamayacağım kadar çok ödülünüz var ama 2004’te Adana’dan aldığınız Puduhepa özel bir yerde. O tiyatro dışında bir ödül. Kadın olarak duruşunuza verilen bir ödül. Kraliçe, askerlerin dul eşlerine maaş bağlamak gibi kanunları kabul ettirmiş. En son Büyükçekmece Onur Ödülü’nü aldınız.

Ödülleri koyacak yer yok, kutular içinde duruyorlar. Estetik olarak beğendiklerimi ya da beni çok onurlandıran, sevindiren ödüllerimi çıkarıyorum sadece. Beni en çok etkileyen Çağdaş Yaşam’ın verdiği “Cumhuriyet Ödülü”dür. Ayrıca, Atatürkçü Düşünce Derneği’nin Ödülü çok anlamlıdır. O da aktivist kimliğimden ötürü verilmiştir. Puhudepa da tiyatro dışında aldığım ödüldür. Onu da çok ayrıcalıklı ve değerli buluyorum. Son ödülümü almaya gittiğime de çok memnunum.

“Söyleyeceklerim Var”dan sonra son sahneye çıkışınız da 16 Mart 2015’te Haldun Taner Gecesi içindi.

Evet, Zilli Zarife”den “Biz Dünyaya Lazımız” şarkısını söylemiştim. Geçenlerde buraya (Bodrum) kadar geldiler. Samsun Operası “Fosforlu Cevriye”yi sahnelemek ve illa ki gidip benim sahneye koymamı istiyor. Çok dinamik bir insan olduğumdan -belki de hiperaktiftim bilmiyorum- yorulmak bilmeyen bir yapım vardı. Şimdi çekiniyorum. Bir yandan da Diyarbakır Devlet Tiyatrosu istiyor. Ama asıl acım, ben bunu hâlâ İstanbul’da oynatamadım. Kitapta da bununla ilgili her şeyi açık açık yazdım. Bunu İstanbul’da sahneleyemezsem gözüm açık giderim dedim.

Oynamasanız da kendinizi görevli sayıyorsunuz. Benden sonra tufan demiyorsunuz ve “Ayşe Opereti”ni 20 Ocak 2006’da sahnelemeyi planlarken yine Saturn’ün oyununa geliyorsunuz. Anne ve babanızın rollerini tekrar yaşar kılmak için çırpınıyorsunuz. Keza “Fosforlu” da öyle. O da size Suat Derviş’in emaneti.

Kesinlikle öyle. O zamanlar “Fosforlu”yu oynayamazdım ama keşke daha önce yazsaymışım diyorum şimdi. Bana oynamam teklif edildiğinde ben daha ilk kitabımı bile yazmamıştım. Üç tane anı kitabı yazdım sonra. Çok mutluyum. İlerde gençler bunlardan çok şey öğrenecek.

“Müzik Hallerim” de geleceğe bırakılan bir hediye.

Son kitabım “Zefiros”un içinde veriliyor CD. Çok da beğeniliyor. O yüzden kitap biraz pahalı oldu fakat ben bunu çok istedim. Çünkü müzikal olarak örnek gösterilecek bir şey var. Kaç tane müzikalden şarkılar var.

Konçinalar, Kumpanya olmak istiyor ve Haldun Taner’in “Biz Sıfırdan Başladık” şarkısını seçiyor. 2010’da Adana Devlet Tiyatrosu Müdürü Fırat Demirağ “Kısmet”i sahnelemenizi teklif ediyor. Macide Tanır’ın hastalığında ona oyun götürdüğünüzü biliyorum. Şimdi de öykünüzü okuma tiyatrosu olarak yapmayı düşünüyorsunuz.

Tuğrul (Tülek) hikâye kitaplarımı okumamıştı ve okumak istediğini söylemişti. Konuşurken böyle bir konu açılınca, ben “çok sevinirim” dedim. Tuğrul da “kitabı çok teatral buldum” dedi. Ekim’de çalışacağız, bir aksilik olmazsa Aralık’ta da sahnelenecek. Buna çok seviniyorum. Ama bir dakika, Ekim’de de Samsun’dan “Fosforlu”yu bekliyorlar. Oynansın istiyorum çünkü çok seyredilesi bir oyun.

Dört sene kapalı gişe oynadıktan sonra Lemi Bilgin’e bir mektup yazarak oyunun bitmesini istiyorsunuz.

Bana dönüş yapmadı ama herhalde hak verdi yani. Orada olabilseydim haftada bir giderdim ve denetlerdim. Ama yönetmen İstanbul’da, oyuncular orada olmuyor. “Fosforlu” o kadar dişi bir oyun ki. Böyle doğurtuyor insanı. Espri yapma isteği veriyor. O, bir yerden sonra, oyunun kalitesini düşürüyor. Tutamıyorlar kendilerini, gülme almak istiyorlar.

Eğitim için elinizden geleni yapıyorsunuz. Tüm mal varlığınızı Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ne çocukların eğitim alması için bağışladınız. Aydın, duyarlı vatandaş olarak hep “ben buradayım” dediniz ve hep Türkiye’nin yüzü oldunuz. Bunu Cumhuriyet Mitingi’nde de, Aydınlar Dilekçesi’’nde de, Kemal Kılıçdaroğlu’nun başlattığı Adalet Yürüyüşü’nde de gösterdiniz.

Adalet yürüyüşü için günübirlik Bodrum’dan gittim. Gitmesem olmazdı. Nasıl mutlu oldum anlatamam. Tandık, tanımadık, hangi sınıftan olursak olalım yüz yüze bakıyoruz, birbirimize gülüyoruz. Herkeste bir el verme durumu. Öyle bir sinerji, öyle bir enerji… Muhteşemdi, umut doluydu. Onu yaşadığıma o kadar mutluyum ki.

Aydınlar Dilekçesi yüzünden Fransa’nın davetine gidemiyor ve Türk Edith Piaf’ı onlara tanıtamıyorsunuz. Aziz Nesin size, “imzalamazsan bir şey kaybetmeyiz ama imzalarsan çok şey kazanırız” diyor.

Fark etmeden imzaladım dememi istiyorlardı yani. Beni koruyorlardı bir yandan. “Siz beni aptal yerine koyuyorsunuz, ben üç kere okudum. Okumadığım bir şeyi imzalayacak bir insan değilim” dedim. Geçenlerde Fikret Hakan’ı kaybettik, ben bir satır bir şey yazamadım ardından, gelmedi çünkü içimden. Çünkü o “Barış”ı imzalamış, sonra da “Tiyatrocular bir siteye ortak olmak için yolladılar, ben de bastım imzayı” demiş. Çok tuhaf, ben bazı şeyleri affedemiyorum. Ben solcuyum deyip, “Beyaz Mendil” gibi filmler yapıyor falan.

Cyrano’nun lafını söyleyelim o zaman: “İstemem eksik olsun, eksik olsun istemem”

Referandumda kazanmış olmamız beni aptala döndürdü, müthiş sevindirdi. Cumhuriyet’e yaptığım bir söyleşide “biz kaç kişiyiz, daha onu bile bilmiyorum” diyordum ki, birden bire gördüm ki biz kalabalığız. Yani yarıdan fazlayız. Sahtekârlıkla falan değil, gerçekte ne kadar olduğumuzu gördüm. Bunların da ödleri koptu. Ya adaletimiz yok, hukuk yok, hakimimiz yok, savcımız yok, askerimiz yok, polisimiz yok! Neredeyse üçlü koalisyon olacak diye göbek atıyordum ama bir yandan da biliyordum. Hiç zeytinyağı ile su karışır mı birbirine? Fakat yine de müthiş umut duydum ben. Adam bir hafta sustu, çekildi, dersini aldı Amerika’dan. Sonra hiçbir şey olmamış gibi konuşmaya başladı. O bir fenomen, o bir mucize, keşke iyi bir insan olsaydı, keşke dürüst bir insan olsaydı, keşke kendileri için değil de başkaları için çalışsaydı. İşte ben kitapta bunları yazarken çok geride kalmışım. Çok şey, çok sonra çözüldü. Adam 500 TL çıkarttı, üstünde Atatürk resmi yerine kendi resmini koydurttu. Nabız yokluyor, o sırada da herkes buna hücum ederken, o da Meclis’ten istediği şeyleri geçiriyor. Ben de buna “Zaten Atatürk’ün resmini 500 TL üzerinde göremezdik, o zaman ülke iflas etmiş olacaktı. Bence Cumhurbaşkanı da bu hataya düşmez” diye yazdım.

Daha önce de Kemal Kılıçdaroğlu’na 4 Nisan 2011 tarihli bir mektup yazıyorsunuz.

Ben Kemal Bey’i çözemiyordum ama bu yürüyüşte onunla ilgili fikrim de değişti. Kitaba ona yazdığım mektubu da koydum. Zaafiyet olabilir mi? Nasıl sen dokunulmazlıkları kaldıralım dersin? Selahattin Demirtaş hemen hapse gitti bak.

Engin Bey…

Engin’in gidişinden sonra uzun süre kimseyi eve kabul edemedim, görüşemedim fakat tiyatroya gitmeye başladım. O apayrı bir şey! Beni tiyatroda görenler ayıplamış olabilirler ama hakikaten Engin’den, olaylardan koptuğum tek an, konsantrasyona girebildiğim tek an tiyatro seyrederken oldu. Onun dışında her şey berbattı. Bir de en zor tarafı yedi sene önce geçirdiği hastalık oldu. Dayanılır gibi değil. Tek insan gibi yaşadık. Bambaşka bir dil kullandık, bambaşka bir boyutta yaşadık. Ve gece gündüz hiç ayrılmadık. Bu yedi sene hayatın çok dışında kalıyordu. Yani mesleğini yapamamak, okuyamamak, yazamamak, konuşamamak… Bunlar korkunçtu. Ölüme çok yakın yaşıyordu ama yine de uzatmaya çalıştım. Doktorlar bana, “Engin Bey üç sene önce hayattan ayrılırdı; siz yaşattınız” dediler. Birini çok sevmezsen bu olmaz. Onun bana çok ihtiyacı vardı belki ama benim ona daha çok ihtiyacım vardı. O gün, hastaneye götürürken de, o normal gidişlerimizden biri bu, geri döneceğiz zannettim… Fakat üçüncü günü gitti. Onu orada bırakıp gitmeyi kabullenemedim. Çok büyük şoktu. O şokun etkisinden kurtulamadım. Sonra da depresyona girdim. Fizik tedaviye gidince yürümesi düzeliyordu. Sona yaklaştığımızı ben bilmiyordum, o gitmek istemiyordu, meğer hali yokmuş. Ama ben giderse düzelecek zannediyorum. Nasıl o kadar aptal olabildim bilmiyorum. Bu duygu karmaşası çok acayip bir şeydi. Son dakika gitmediği fizik tedavilere kaç kere para ödedim. Ona şımarıklık ediyorsun Engin, nolur git diyordum. Hiç ölümü konduramıyordum ona. Hep benden sonra gider sanıyordum, Allah’ım ne vasiyetler, ne planlar, neler neler. Bir sene uğraştım, ayarladım ama işte tersi oldu. Önce ben Engin’den önce öleyim, onun acısını yaşamayayım derdim. Sonra onun benden önce gitmesini istedim çünkü benden başka ona kimse bakmazdı. Ona ne olacak diye çok taktım kafaya. Son yıllarda vasiysi de bendim çünkü. Onunla burada o kadar güzel vakit geçiriyorduk ki. Örneğin ben mutfaktan çıkıyorum, salonun ortasında karşılaşıyoruz. Beni yakalıyor, öpüyor, öpüyor, öpüyor… Öyle bırakıyor. Şimdi kendimi boş bir çuval gibi hissediyorum. Onsuz maddi-manevi hiçbir şeyim yok, her şey o gidince bitti. Hayatın bir yerinden tutunamıyorum. Onu çok çok çok özlüyorum.

İyi ki buluştuk, ben sizi yeniden sevdim ve sizin de söylediğiniz gibi: “Siz Dünyaya Lazımsınız”

Paylaş.

Yanıtla