Levent Ülgen Gözlerini Açıyor, Vazifesini Yapıyor

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Bugün (8 Ağustos) Levent Ülgen’in doğum günü. Sitemiz yazarlarından Pınar Erol’un Aralık 2013’de Levent Ülgen ile yaptığı söyleşiyi paylaşıyoruz sizinle.

Pınar Erol

Tiyatro, oyuncu ve seyircinin karşılıklı nefes almasıysa eğer, her aldığımız nefes onun oyunculuk maharetinde gizleniyor. Ustalaştıkça sahnedeki gücünün farkına varıyor. Seyircinin nefesini elinde tutuyor. Yaşadığı o anı çok seviyor. Seçimine şükrediyor. Mesleğini sevgiyle kucaklıyor. Oyunları say say bitmiyor. “Ferhat ile Şirin”, “Bahar Noktası”, “Giardano Bruno”, “Asiye Nasıl Kurtulur”, “IV. Murat”, “Kanlı Düğün”, “III. Selim”, “III. Richard”, “Suç ve Ceza”, “Yusuf ile Menofis”, “Altona Mapusları”, “Yolcu”, “Bir Ceza Avukatının Anıları”, “Taziye”, “Salpa”, “Bir Şehnaz Oyun”, “Ayrılık”… Uzun yıllar tiyatroya emek veriyor. Emek verince insan istediğine sahip oluyor. Tiyatronun da ekmek gibi ihtiyaç olduğunda ilerleyeceğimize inanıyor. Fırıncının da ona ihtiyaç duymasını istiyor. Aynı zamanda ekmeğinin peşine düşüyor. Ustalarının izinden gidiyor. Ritüelleri sürdürüyor. O sahnede oynarken, kuliste yaktığı mumlarla nice ustasına ışık gönderiyor. Tiyatro gözünün nuru oluyor. Kalbindeki tiyatro böyle Levent Ülgen’in ama insan da kalbinin içindedir zaten.

Çocukken “atom mühendisi olacağım” deseniz de sizin de kömürlükte kukla ve Karagöz oynatma hikâyeniz var. Ankara Halk Tiyatrosu’nun önünden geçerken arkadaşlarınıza “ben tiyatrocu olacağım” diyorsunuz ve üniversite sonuçlarını beklerken kurslara başlıyorsunuz. İlk ustanız Erkan Yücel ve ilk rolünüz “Atçalı Kel Memet”.

Çocukluktan beri içimde vardı öyle şeyler. Hep “ben niye tiyatrocu olmuyorum” derdim. Mesela tarih derslerine evden ayarladığım kostümle giderdim. Herkes alay ederdi ama ben çok ciddiydim. “Niye gülüyorsunuz? Ne güzel Yunan askerini anlatıyorum size” derdim. Doyamazdım oynamaya. Herhalde bu oyun sevgisi tiyatroya yönlendirdi beni. Hep diyorum; ben dünyanın en zeki adamıyım diye. Ne kadar güzel bir iş yapıyorum. Ne kadar eğleniyorum onu yaparken. İnsanlar beni alkışlıyor. Bir de üzerine para alıyorum. Altmıştan fazla oyunda oynamışım; hâlâ doyamadım. Mesela Genco (Erkal) Abi’ye gıptayla bakıyorum; bütün hayatını tiyatroya adamış ve hâlâ tiyatro yapıyor. İnşallah ben de öyle olurum diyorum. Tabii ben Devlet Tiyatrosu’nda olduğum için daha rahattım. Yine de Ankara Sanat Tiyatrosu ve Ankara Halk Tiyatrosu geçmişimden dolayı dekor nasıl yapılır; sahne kirası, elektrik, su parası nasıl ödenir biliyorum. Biz Ankara Sanat Tiyatrosu’nda yıllarca seyirciyi paltoyla oturttuk. Çünkü kalorifer kazanımız hep bozuktu. Ama tüm bunlar belli ki tiyatroya bakışımı, tiyatro anlayışımımı oluşturdu ve farklılaştırdı. O an farketmiyorsunuz ama yıllar geçince bunları iyi ki yaşamışız, bunlar bize birikim olmuş, bir altyapı teşkil etmiş diyorsunuz. Şimdi özel tiyatro nedir, ödenekli tiyatro nedir, aralarındaki benzerlikler, farklılıklar ve imkânları nelerdir çok iyi biliyorum.

Hem ödenekli tiyatroda hem de farklı özel tiyatrolarda çalışmak elbette bir oyuncu için şans. Tiyatroya kuşbakışı bir açı sağlıyor.

Tabii, bir şeyi bilmek için onun içinde olmak, yaşamak lazım. Planlı programlı yapmadım ama aklımdaki tiyatro şuydu. Örneğin gideyim bir sene Genco abiyle çalışayım. Onun tiyatroya bakışını öğreneyim. Onunla beraber bir şey üreteyim. Bir sene gideyim Ferhan (Şensoy) abinin tiyatrosunda çalışayım. O ne yapıyor, ne zorluklar yaşıyor göreyim. Oradan gideyim bir sene Haluk’la (Bilginer) çalışayım. Gençliğimden beri bunu istiyordum. Şimdi Sadri Alışık’la başladım. Bakalım daha nereleri gezeceğim? Gidip şu tiyatroda, şu başrolü oynayayım diye bir derdim yok. Ben temizlik bile yaparım. Tiyatronun içindeki tüm işlerle birlikte tiyatroda çalışmaktan bahsediyorum. Haluk’a, “ben iş istiyorum senden ama bak dikkat et, rol değil; iş istiyorum” dedim. Çünkü biz Erkan abiden öyle gördük. Erkan abi kalk, dekor taşı demedi bize. Kendi çıktı dekoru taşıdı. Onu öyle görüp demek ki bizim de taşımamız gerekir diye kalkıp dekoru taşıyan duyarlı gençlerin hepsi bugün tiyatrocu. Bize ilk dersi, ilk aşıyı oradan verdi. Altan Erkekli’nin belinin sakatlığı o zamanlar ışık taşımaktandır. Trabzon Devlet Tiyatrosu’na stajyer olarak başladığımda ilk oyunum “Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım”dı. Emekli olduğum son oyunum da “Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım”. Yani gözlerimi tam kapamadım, vazifemi yaptım. İlk oyunla beraber hemen Anadolu turnesine başladık. Biz stajyeriz ya, alışkanlık, diğerleri kutlamaya ya da yemeğe giderken biz oyun bitince hemen dekorun ucundan tutmaya başlıyoruz. Ben zaten tiyatroya bu alışkanlıkla başladım ve etrafımdaki arkadaşlarıma da bu alışkanlığı bulaştırdım. Oyun bitince kostümü kulise atıp giden arkadaşlarım yok benim. “Ben oynadım, burayı da siz temizleyin” diyenle dost değilim.

Siz önce alaylı sonra okullu oluyorsunuz. ODTÜ’de fizik okurken Cem Emüler de tıp öğrencisi ve birlikte “Bir Kahramanın Ölümü”nü oynuyorsunuz önce.

İkimiz de Ankara Halk Tiyatrosu’nda kursiyerdik. O sırada Brecht’in “Jan Dark”ını koyacaklardı. Oyun çok kalabalıktı ve okuma tiyatrosu olarak yazılmıştı. Biz çalışıyoruz ama çok keyif almıyoruz. Cem bir gün, “Adalet Ağaoğlu’nun iki kişilik bir oyunu var. “Bir Kahramanın Ölümü”, onu çalışalım” dedi. O Tıp Fakültesi’nden geliyor, ben Fizik’ten geliyorum, akşamları birlikte çalışıyoruz. Biz gittik tiyatroya, “bizim bir de bu oyunumuz var” dedik. Oyunu çok beğenip ODTÜ Şenlikleri’ne çağırdılar bizi. Yıl 1982, aylardan Nisan, o gün oyun bittiğinde Cem de ben de artık tiyatrocu olacağımızı biliyorduk. O dayanamadı, acele edip tıbbı bitirmeden tiyatroya geçti. Ben “babama sözüm var, okulu bitireyim öyle geleyim” dedim. Sonra yine Ankara Sanat’ta buluştuk Cem’le. O ayrıldı, bu sefer Devlet Tiyatroları’nda buluştuk. Konservatuvara hoca olduk beraber. Böyle otuz yıllık bir dostluğumuz var.

Bir de profesyonel futbol oynuyorsunuz. Ankara Demirspor’da iki yıl kalecilik yapıyorsunuz. Okulda çok başarılısınız. Son dönem not ortalamanız 4.00 ve 1985’te yol ayrımına geliğinizde…

Geçen gün ODTÜ’lülerle birlikteydik. Çok kıskandılar beni. Elbette fiziği, matematiği çok seviyorum ama hiç öyle okulu birincilikle bitireyim gibi derdim yoktu. Derdim bir an önce okuldan mezun olup tiyatro yapmaktı. Onun hırsıyla çok çalışmışım. Ve evet son dönem not ortalaması olarak 4.00’ı gördüm.

AST ve Devlet Tiyatroları paralel gidiyor. Rutkay Aziz yerine üç sene sanat yönetmenliği yapıyorsunuz, yardımcısı olarak çalışıyorsunuz. Üç seneniz uykusuz geçiyor yani.

Valla uykusuz geçti. Ben o dönem, irili ufaklı bütün tiyatro sahiplerine inanılmaz saygı ve hayranlık duydum. Farz edin ki hiçbir maddi sorununuz yok, hepsinin çözüldüğünü düşünün. Bu sefer de hangi oyunu oynayacaksınız diye düşünüyorsunuz. Nasıl repertuvar yapacaksınız? Bu bile başlı başına bir sorun. Her sene yüz elli tane oyun okuyorum. Çok beğendiğim oyun oluyor ama bu sefer mekân olarak tiyatroya uymuyor. Kadroyu nasıl yapacaksınız? Hadi diyelim daha az oyuncuyla daha ekonomik oyun buldunuz, bakalım o tiyatroya yakışacak mı? Ne de olsa Ankara Sanat Tiyatrosu’nun repertuvarını belirliyorsunuz. Çizginin dışına çıkamazsınız. Hangi oyunu koyacağız, kirayı nasıl ödeyeceğiz, çocukların sigortalarını nasıl ödeyeceğiz soruları uyutmuyor. Yıllarca AST’ın repertuvarına aldığı oyunların Devlet Tiyatrosu yakınından bile geçemedi. “Bir Ceza Avukatının Anıları”nı oynadıktan on beş sene sonra Devlet Tiyatroları onu oynamayı becerebildi ya da cesaret edebildi ya da akıl edebildi. Hele bizden önceki dönem Ayberk (Çölok) abilerin, Yaman Okay’ların, Erkan Yücel’lerin, Rana Cabbar’ların olduğu dönem en parlak dönemdir. Ben de onu “Yaz Misafirleri” ile “Güneyli Bayan” ile “Galilei” ile yakaladım.

O dönem en önem verdiğiniz şeylerden biri de iyi çocuk oyunu çıkarmak. Çocuklara yalan söylemeyen, onlara her şeyi net gösteren oyunlar yapmak. Sanılanın aksine sadece bir komedi oyununuz var. Diğerleri hep kahramanı oynadığınız ağır roller.

Benim Devlet Tiyatroları’nda, Ankara’ya döndükten sonra oynadığım ilk oyun “Ferhat ile Şirin”. Ondan sonraki “Bahar Noktası”, “Giardano Bruno”, “Asiye Nasıl Kurtulur”, IV. Murat”, “Kanlı Düğün”, “III. Selim”, “III. Richard”, “Suç ve Ceza”, “Yusuf ile Menofis”, “Altona Mapusları”… Tüm bu ciddi oyunlarda ben hep kahramanları oynadım. Ankara Sanat’ta “Yolcu”, “Bir Ceza Avukatının Anıları”, “Taziye”, Altan Erkekli ile oynadığım “Salpa”, “Bir Şehnaz Oyun” komedi ama benim oynadığım rol komedi değil. Yani benim hiç komedi deneyimim yok. Bir tek Vahide Gördüm ile birlikte oynadığımız “Ayrılık” var. O benim ilk komedi oyunum. “En Son Babalar Duyar” dizisi ile böyle bir kanı oluştu sanırım.

Dizilerde canlandırdığınız o “sahtekar” rolleri için Özal döneminin ürünleri diyorsunuz. O çok değer verdiğiniz “emek” kavramı, 1980’den sonra gelen kuşakla yok oluyor. “Benim memurum işini bilir” diye köşedönücülük özendiriliyor ama siz canlandırdığınız o “sahtekar”ların hiç kazanmamasına dikkat ediyorsunuz.

Özal dönemi para kazan da ne yaparsan yap diyor. Rahmetli Ergin Orbey “Asiye Nasıl Kurtulur”u koyarken sahnede altı farklı Asiye olsun istedi. Çok güzel bir buluştu ama ona dedim ki şunu gözden kaçırmayalım. “Özal döneminden sonra bizde fahişe sayısı inanılmaz arttı. Belki yine vardı ama bunun ortaya dökülmesi o dönemden sonraya denk geldi. Çünkü insanlar en kolay para kazanma yolunun bu olduğunu fark ettiler. Çirkin olan buydu. Oyuna bir tane travesti koyalım. Asiye’nin yiyecek ekmek için kötü yola düşmesi eskidendi. Şimdi kürk giyebilmek için, daha lüks bir arabaya binebilmek için istiyor bunu. Artık orada bir masumiyet kalmadı. Bunun üzerine gidelim” dedim ama olmadı.

Yılmaz Onay tarafından başlatılan geleneksel Nazım Hikmet okuma tiyatroları on iki yılı geride bıraktı. Nazım, her yıl okuma tiyatrosu olarak sahnelenen ilk yazar sanırım. Siz de 2007’den beri bu oluşumun içindesiniz. Ve şu ana kadar sırasıyla “Yalancı Tanık”, “İvan İvanoviç Var mıydı Yok muydu”, “Yusuf ile Menofis”, “İnsanlık Ölmedi ya”, “Demokles’in Kılıcı”, “Kafatası” ve “Kör Padişah”ta yer aldınız. Nazım Oyuncuları olarak bu savaş çığırtkanlığında barışı kışkırtmaya devam ediyorsunuz yani.

Bu sene ne yazık ki yer alamayacağım ama seneye mutlaka ona göre program yapacağım. Çünkü içinde olmaktan çok keyif alıyorum. Bir okuma tiyatrosunun bu kadar seyirci kitlesiyle buluşabileceğini, bu kadar beğenileceğini hiç tahmin etmemiştim. Hatta ilk yıl biraz da tedirgin gitmiştim. Seyircinin tepkisi beni şaşırttı ve sevindirdi.

Aslında bildiğimiz tiyatro dekoruyla, kostümüyle, aksesuvarıyla, mizanseniyle birlikte yapılır ama bu okuma tiyatrosu izleyicisiyle buluşabildi. Hayal gücüyle belki de seyirci seyirci olmaktan çıktı.

Evet, kafasında eksikleri yerleştirip ona göre bir reji yapıyor seyirci. Dediğiniz doğru, şimdi seyirciye çıkıp ezberlediğim şeyi aktaracağım gibi gelmiyor. Bir şey paylaşıyormuşuz gibi hissediyoruz biz de. Seyirci de onu beraber bir şey yapıyoruz diye algılıyor. O da başka bir güzellik veriyor.

Nazım kendine ben üçüncü sınıf bir tiyatro yazarıyım diyor. Bunun bitmeyen bir öğrenme süreci olduğunu söylüyor ama nedense onun bu sözleri belli ki yanlış okunup onun iyi bir tiyatro yazarı olmadığı söylemine fırsat veriyor.

Ben buna hiç inanmıyorum. Bunu söyleyenler de neye dayanarak söylüyorlar bilmiyorum. Bu denmez, ayıp ama yani! Şimdi dünyanın en önemli tiyatro yazarı kim diye sorunca, tartışmasız Shakespeare deriz, değil mi? Koyduk onun en meşhur oyunu “Hamlet”i önümüze. Ne anlatıyor Hamlet? Pasifizasyonu, eylemsizliği, entellektüel düşüncenin hayata geçmezliğini, iktidar savaşlarını. Alın “Yolcu”yu koyun karşısına. Dışarıda Kurtuluş Savaşı olurken, insanlar ölürken, emperyalizme karşı düşmanla boğuşurken bir odada kalmış üç insanın hayatı anlatılıyor orada. Replikler muhteşem. “Ferhat ile Şirin” sıradan bir söylence, öyle mi? Orada bireysel bir sevdanın toplumsal bir olaya dönüşmesi var. Buna nasıl kötü oyun der insanlar? Hele orada yazdığı bir cümle var. Şimdi bile gözlerim doluyor söylerken. Şirin soruyor: “Niye uzakta duruyorsun, yanıma gelsene, ben çirkin miyim?” Ferhat: “Sen güzelsin. Sen her yerden, her zaman güzelsin. Sen Türkçem gibi, konuştuğum dil gibi güzelsin” diyor. Hangi kadın böyle bir iltifat almıştır hayatında? En az Shakespeare kadar dramaturgi çalışması yapılır Nazım’ın oyunlarında.

Bir de gönül borcu öder gibi Uğur Mumcu Vakfı’nda on bir yıl boyunca çalışmalar yaptınız.

On biryıl görevliydim orada. İstanbul’a geldiğim için artık on beşinci yılında ara vermek durumunda kaldım. En başından beri, gerek oyuncu olarak gerek yönetmen olarak mutlaka görev aldım. O benim için bir görev tabii. Ömür boyu omuzlarımızda taşıyacağımız bir sorumluluk. Çünkü Uğur Mumcu’nun benim hayatımda çok özel bir yeri vardır. Gelmiş geçmiş en önemli gazeteci bence. Elbette Abdi İpekçi de öyle. Yirmi-otuz sene önce yazdığı şey şimdi bile bugüne ışık tutuyor. Her sabah onun yazılarını okuyup hayatımı ona göre şekillendiriyordum. O kadar çok inanıp, güveniyordum. Kalemini hiçbir yere satmadan doğru ve dürüst şeyler yazıyordu çünkü. Çok özlüoyorum.

Tiyatro hayatınızın uzun bir dönemi Ankara’da geçti. Ankara’nın kül yutmayan, ne izleyeceğini ya da izlemeyeceğini bilen bir seyircisi var. Ve bu seyircinin oluşumunda sizin de katkınız var. Hem DT’nin hem 50. yaşına girmiş olan AST’ın Ankara’da seyirci potansiyeli oluşmasına yoğun katkısı ve emeği var.

Bazen bunu söylediğim zaman bazıları alınıyorlar ama çok büyük bir gerçeklik payı var. Ankara’da eğer tiyatroyla uğraşıyorsanız tiyatro yapmaktan başka şansınız yok ki! Sinema yok, dizi yok. Biraz seslendirme vardı bir aralar, o da şimdi azaldı. Biz sabah onda provaya gireriz, akşam altıya kadar prova yaparız, sonra bir saat yemek yer, oyun oynarız, gece on ikide çıkar evimize gider, ertesi sabah saat onda yine provaya gideriz. Yani bütün hayatımız tiyatro. Bu bir insanın sadece bedeniyle değil; ruhuyla, düşünceleriyle de kendini tamamen mesleğine adaması demektir.

Gururla anlattığınız bir şey var. On iki yıl hocalık yapıyorsunuz ve “öğrencileri isyana teşvik etme” nedeniyle atılıyorsunuz üniversite hocalığından.

Hacettepe Üniversitesi’nin kayıtlarında atılma suçu “öğrenciyi isyana teşvik” yazıyor. Bu cümleyi okudum ben. Çok hoşuma gitti. Ne güzel bir suç işlemişim ben dedim. Tam benim asi ruhuma uygun bir suç. Evet yaptım, gerçekten de gurur duyuyorum. Hiç geri adım atmam. Bu, sadece benim değil; herkesin gördüğü bir haksızlıktı. Hak eden kişi bölüm başkanı olmadı; başka biri bölüm başkanı yapılmak istendi. Sınav komisyonu değiştirilmeye kalkıldı. Ben de öğrencilere bu komisyonun gerçek komisyon olmadığını açıkladım: “Asıl komisyon lağv edilmiştir. Ben sizin yerinizde olsam, sınava girmem” dedim. O zamanki okul müdürü ve komisyon başkanı inatla sınav yaptı. İnatla kimse sınava girmedi. Yedi yüz elli adaydan bir kişi girdi sadece. O da jüri üyelerinden birinin akrabasıydı. Ben onlara “bu yetmez, ayrıca suç duyurusunda bulunmalısınız” dedim. Çünkü yasal olmayan bir şey yapılıyordu. Bir de komisyonu alkışlayıp, yuhaladılar. Sonra tabii ben de isyana teşvikten atıldım.

Öğrencilere “Çocuklar önce eğleneceksiniz, siz eğlenmezseniz, eğlendiremezsiniz” dermişsiniz. Onlara neler öğrettiniz?

Matematik, fizik öğretebilirim hatta iddialıyım da ama oyunculuk öğretilecek bir şey değil. Oyunculuk paylaşılabilecek bir şey. O yüzden hoca lafını çok fazla kabul etmem de, sevmem de. Tek yapmamız gereken beraber oyun oynamak. Öğrenciler ilk derse gelirler. “Neden tiyatro?” diye sorarım. En sevdiğim andır. Buraya ne yapmak için, niye geldin? Ve ömrün boyunca bunu yapmayı göze alabilecek misin? Çocuk olmayı becerebilecek misin? Örnek çok basit. Sana atölyede tahtadan bir kılıç yapacaklar. Kafana da tenekeden bir taç koyacaklar. At kılından da sakal yapacaklar. Sen yetmiş yaşında Kral Lear’ım diye gezebilecek misin ortalıkta? Yapabilirim dersen hadi gel beraber oyun oynayalım. Her şey tiyatro o zaman.

Emekli olduktan sonra İstanbul’da Don Kişot Tiyatrosu’nun sahnelediği “Dalga” oyununda başrollerden birini oynadınız. Oyun sanki bugünün cümlelerini söylüyor.

Size röportajın başında tarih dersini kostümle oynayarak anlattığımı söylemiştim ya. Demek ki yalnız ben değilmişim böyle düşünen. Oyunda bir hoca, tarih derslerinin çok sıkıcı olduğunu düşünüp deneyler yaptırıyor sınıfta. Mesela siyasi partiler dönemini anlatırken sınıfta partiler kurdurunca, çocuklar daha iyi anlıyorlar. İş İkinci Dünya Savaşı ve Hitler zamanına geldiğinde o kadarcık Nazi’nin beş milyon Yahudi’yi katlettiğine inanmıyor çocuklar. Sarmal gittikçe büyüyor ve tek tip giyinmeler başlıyor. Sonra bayraklar, Nazi armaları geliyor. Öğrenciler kendilerine marşlar yazmaya başlıyor. Olay sınıftan taşıp, okula bulaşıyor. Okuldan, kasabaya yayılıyor. İşin kötüsü hoca da kendini kaptırıyor. O da kendini Führer gibi görmeye başlıyor. Öğrenciler onu lider olarak görmeye başlıyor. Etrafını sarıyor. Çok tehlikeli bir şey. Eğer etrafınızdakiler sizi lider yaparsa çok tehlikeli yerlere gidebilir, her şeyi karıştırabilirsiniz hatta beyniniz sulanabilir. (Sözü nereye gönderdiğim anlaşılmıştır herhalde). Sonra adam yaptığı hatayı fark ediyor ve Hitler’in ortaya nasıl çıktığı anlaşılıyor. Finalde bakın hepinizden minik minik Nazi’cikler olurdu deniyor. Çünkü birey değilsiniz, sürüye dönüşüyorsunuz. O kıvama getirdiğiniz anda, insanlara her şeyi yaptırabilirsiniz.

Bu ülkenin seçmece Kültür Bakanları oldu. Bunlardan bir tanesi NTV’de “opera ve bale olabilir ama bu ülkenin Devlet Tiyatroları’na ihtiyacı yoktur” dedi ve siz bunu daba etmek istediniz ama sonuç alamadınız.

Bir ülkenin geleceğini kültür belirler. Her şey yok olur. Yaptığınız AVM’ler de yıkılır ama kültür kalır. İnka’lardan, Maya’lardan geriye kültürleri kaldı. O yüzden kültüre sahip çıkmamak ne demek? Hadi anladım, Batı Kültürü’ne hayır dediniz. Ya kendi toprağınızdaki kültüre nasıl sahip çıkmazsınız? Nasıl o bulunanları çanak çömlek diye geçiştirirsiniz? Biz yokken onlar vardı! Onlar, ülkenin en önemli değerleri! Bir arkadaşım bununla ilgili harika bir espri yaptı. “Bizim bu haldunluğumuzun bir tek sebebi var. Malazgirt’te askerin biri bize ilendi herhalde. Anadolu’ya girdiniz ya, mutlu olamayın inşallah dedi” diye. Hadi tarihi eserlerine sahip çıkmadın. Burada yaşayan başka dinleri, başka dilleri, başka uygarlıkları yok saydın. Yüz bin yıl önce toprağın altındaki eserden ne zarar gelir?

Bu yola çıktığınız zamandan bugüne kadar geçen otuz yıla baktığımızda yıllar önce konservatuardan mezun olduğunuzda bir yazı yazmışsınız. O yazının hâlâ ve ne yazık ki geçerli olduğunu görüp üzülüyorsunuz. Tiyatro hâlâ ekmek kadar ihtiyaca dönüşemedi.

Konservatuvarı bitirdiğim yıldı, Devlet Tiyatrosu’na girmeye hazırlanıyorum, tayin bekliyorum. Bir taraftan kafam karışık, gideyim mi; yoksa Ankara Sanat Tiyatrosu’nda devam mı edeyim… İkilem içindeyim. Sabahlara kadar Aziz Çalışlar’ın “Ulusal Kültür ve Tiyatro” kitabını okuyorum. Karşıda bir fırın var. Buram buram ekmek kokusu geliyor. Aziz abi güzel ama hayata geçmesi çok zor önerilerde bulunuyor orada. Nerdeyse önce devrim yapalım, sonra tiyatro yapalım diyor. Kafam iyice karışıyor. Profesyonel devrimci mi, tiyatrocu mu olayım diyorum… Nihayetinde Aziz abiye bir mektup yazdım. Dedim ki: “Aziz abi, sabaha kadar senin kitabını okuyorum. Mis gibi ekmeğin kokusu geliyor. Ona ihtiyacım var. Sabah gidiyorum, o fırından ekmek alıyorum. Sıcacık ekmekle evde kahvaltı yapıyorum. Ama orada ekmek yapan adamın benden haberi yok. O, oyun seyretmiyor. Benim ona ihtiyacım var ama onun bana ihtiyacı yok. Tiyatroyu ihtiyaç haline getirmezsek kurtulamayacağız herhalde. Ne diyorsun, bana bir akıl ver” dedim. Bana çok kısa bir cevap yazdı.

“Fırıncı ol” mu dedi?

Hayır ama o da güzel cevapmış. Bu soruları sorduysan zaten doğru yolu bulursun dedi. Şimdi ben bunu tek başıma yapamam. Bunu kültür politikası belirler. Eğitim politikası belirler. Sonra iş konuşmaya geldi mi, “Londra’daki otobüs şöförü de tiyatroya, operaya gidiyor” diyor. İyi ama sen Türkiye’deki operayı, tiyatroyu kapatmaya çalışıyorsun. Opera kalabilir ama tiyatroya ihtiyaç yok diyorsun. Kulaklarıma inanamadım. Dedim ki hiç kimse mi bir şey yapmayacak? Ben mahkemeye başvurdum. İmzaya açtım. Dedim ki ekmeğimizi elimizden alacak. Bunu yoldan geçen bir adam söylese hadi yine dikkate almazsın ama kültür bakanı elini göbeğinin üstüne koydu ve bunu söyledi ya! Suç işledi. Sen bakan olarak bunu söyleyemezsin.

Bugün ise bir başka Kültür Bakanı savaş başlattı. “Bize muhalif olan tiyatrolara niye yardım edelim ki” dedi. Tiyatrocular ne yapmalı şimdi?

Ama bu yıllardır böyle. 1984-1985 yılında biz “Halk Düşmanı”nı, İbsen’i oynarken liberalleri eleştirdik diye Özal Hükümeti’nden yardım alamadık. Geldiler Ankara Sanat’ın kapısına mühür vurdular. Biz o an prova yapıyorduk. Bu mesleği yapan birisi olarak, buna karşı olmamak mümkün mü? Nasıl duyarsız kalınır? Eskiden bir de oynayacağımız teksti emniyete verirdik. O, onaylar ya da yasaklardı. Şimdi yine oraya döndü olay. Bu, 12 Eylül faşizminin devamı. Söylemlerimizde suç unsuru olan bir şey yok ki. Korkmanın ne âlemi var.

Ne zaman ki bir tiyatro salonu da bir futbol sahası kadar dolar, o zaman sanatla ilgili çok ileri adımlar atılmış olur demişsiniz.

Şükrü Saraçoğlu Stadyumu’nu elli beş bin kişi dolduruyor. İçeri girmek için kavga çıkıyor. Tiyatroların kapısında da ben bu oyunu seyredeceğim diye kavga çıkarsa zaten bizi kimse yıkamaz. Ödül Töreni’nde de söyledim: “Benim tiyatronun yok olacağına dair hiçbir korkum yok. İki bin beş yüz yıldır yıkılmayan bir sanatı yıkmaya kimsenin gücü yetmez” diye. İnsan neredeyse konuşmayı öğrenip bu sanata başlamış. Benim ayakta olacağına inancım tam ama biraz önce dediğimiz gibi bunu alışkanlık ve ihtiyaç haline getirme şansımız varken niye yapmayalım? İşte o yüzden köy köy dolaşıp römorkların üzerinde tiyatro yapan Erkan Yücel’ler çok kıymetli benim için. Bunu bizzat yaşadık. Yıllar önce Erkan abiyle bir çadır kampı yaptık. Hatta ilk devlet yardımının yapıldığı yıldı. Müjdeyi orada almıştık. Karakolun kapısındaki Jandarma, Erkan abiyi görünce koştu, sarıldı. Biz şaşırdık. “Abi sen bizim köye tiyatro getirdin, oradan tanıyorum seni” dedi. Ben de kasaba kasaba gezdim turnelerle. “Yolcu” ile altmış beş gün her yeri gezdim. Ben kendimi görevimi eksik yapmış olarak görmüyorum. Şimdi de neresi olursa seve seve gidiyorum.

Onca kahramanlık oyunundan sonra gidip komediden ödül almak. Ne hoş ironi! 13. Direklerarası Seyirci Ödülleri’nde Sadri Alışık Tiyatrosu’nda sahnelenen “Yatak Odası Diyalogları” ile En İyi Komedi Erkek Oyuncu Ödülü’nü aldınız. Bahsettiğiniz konuşmada: “2 bin 500 yıldır devam eden bir sanatı, sizin küçücük beyinlerinizin kapatmaya gücü yeter mi yahu? Siz, mekânları kapatın bakın yenileri açılıyor. Her yer tiyatro, inadına tiyatro” diyerek tepkinizi gösterdiniz.

İtiraf etmeliyim ki bu diziler 7/24 vaktimizi alıyordu ve ben “Dalga”dan beri tiyatro yapmıyordum. Çok mutsuzdum. Hele benim gibi On yedi yaşından beri sahnede olan ve hep 4-5 oyunda birden oynayan bir oyuncu için tiyatro yapmamak çok acıydı. Emekli olmak başlarda iyiydiyse bile, sonradan kurtlanmaya başladım. Oyun seyredemez oldum. Arkadaşlarımı kıskanıyorum. Bir ara dizi 4-5 ay ara verdi. Ankara’ya gittik, kız arkadaşım kütüphanede bu kitabı buldu. (“Yatak Odası Diyalogları”). Birol Güven kitabı ilk yazdığında okumuş ve “bundan çok güzel tiyatro oyunu olur” demiştim. O da “istersen yap” demişti. Kız arkadaşım kitabı bulmuş, okurken kıkır kıkır gülüyor. O gün istanbul’a dönüş yolunda kararımı verdim ve “ben bunu yapacağım” dedim. Tiyatroya aradan sonra ağır bir oyunla girmeye de korktum. Hep bir tedirginliğim vardı. Ya prova saatleriyle çekim saatlerimi ayarlayamazsam, mahçup olursam diye. Bu yüzden Sadri Alışık Tiyatrosu bana çok makul göründü çünkü yerleşik sahneleri var. Prova saatleri çekimlerle uyuşmazsa gece gelip prova yapabilirim hiç olmazsa diye düşündüm. Oyun seyirciyle buluştuğundan beri de çok mutluyum ama dedim ya açgözlüyüm. “Kafkas Tebeşir Daire”sinin prömiyerini daha dün yaptık ve ben bugün yeni repertuvarları konuşmaya başladım. Gençken tiyatro benim yaşam biçimim olacak derken ya sözde kalırsa bu diye korkuyordum ama şimdi yürek ferahlığıyla görüyorum ki bu bende sözde kalmadı.

Ne mutlu.  

Paylaş.

Yanıtla