Bugün (9 Ağustos) Nevra Serezli’nin doğum günü. Sitemiz yazarlarından Pınar Erol’un 13 Ekim 2016’da Nevra Serezli ile yaptığı söyleşiyi paylaşıyoruz sizinle.
Pınar Erol
Gözünüzün önüne getirin. Dormenler Tiyatrosu balonlarla süslenmiş, ortadaki masada Nevra Serezli, Metin Serezli var, yanlarında şahitleri oturuyor. Altan Erbulak ve Ekrem Bora kameraman. “Evet” diyorlar, hem birbirlerine hem tiyatroya “evet” diyorlar. Ve hem birbirlerine hem tiyatroya çok yakışıyorlar.
El eleler. Oyun bitmiş, selama durmuşlar. Demlenen bir aşkla selamlıyorlar. Alkışlar ruhlarına değiyor, elleri daha da sıkı şimdi. Birbirlerini kutluyorlar. Sadece ikisinin bildiği gizil bir paylaşım aralarındaki. Hak edileni almanın tebessümü kalplerinden geliyor. Ödül mü dediniz? Bu işte ödül.
Nevra Serezli onca oyunundan sonra, süzgecinden geçirdikleriyle çok değerli bir oyunculuk tutuyor elinde. Kutusunda hepsi var. Duruyor orada… Durmasın!
Metin Bey’in sesini, Nevra Hanım’ın sesinde duyuyorum. İz bırakmak bu işte, öldürmüyor insanı; özlemenin acısını büyütüyor biraz.
Çocukluğunuz Bebek’te yalıda, geniş aileyle birlikte geçiyor. İlk alkış Bebek İlkokulu’ndaki müsamereden. Mandolin çalıp “Santa Lucia”yı söylüyorsunuz. Kolejde oynadığınız “My Fair Lady” ile de dikkatleri çekiyorsunuz. Her ne kadar siz öğretmen olmayı düşünüp evdeki duvarları tebeşirle boyasanız da babanızın ‘sevdiğin işi yap’ diye yüreklendirmesi oyunculuğu seçmenizde etken.
Öyle ama ben zaten evde de böyle terliğinin içine pamuk doldurup bale yapmaya çalışan, aynanın önünde pozlar verip fotoğraf çektiren bir çocuktum. Anneme kelebek kanatları yaptırır, arkama iğneletir, dans eder, şarkılar söyler, şiir ezberlerdim. Sonra Amerikan Kız Koleji imtihanını kazandım ve Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’ne girdiğim ilk günden, mezuniyete kadar tiyatrolarında rol almış bir öğrenci oldum. Ondan önce ufak tefek İngilizce piyeslerde oynadım. Sonra lise yıllarında da her sene iki-üç piyeste rol aldım. “Audition”lara sadece ben giderdim. Bütün rolleri ben oynamak isterdim. Tiyatro konusunda çok hırslı bir talebeydim. Babamın tek şartı vardı. “Ders notların düşmeyecek, o zaman izin veririm” derdi. Provalar okul sonrası yapılır ve gece 22.30’a kadar sürerdi. Eve hocamla birlikte dönerdim. Derslerimi aksatmadan çalıştım ve yüksek dereceyle okulumu bitirdim.
AFS öğrenci değişim programı ile Amerika’ya gidiyorsunuz. Copperfield High School’da tiyatro, dans kurslarına katılıyorsunuz ama tiyatro bursunu kazanamıyorsunuz.
Tiyatro okumak için Amerika bursuna başvurdum. Bursu kazanamadım ve kazanamayınca ne yapacağımı şaşırdım. LCC’nin tiyatro kursuna gideyim dedim. O devirde şimdiki gibi Müjdat Gezen, Ali Poyrazoğlu, Haldun Dormen, Kerem Alışık gibi oyuncu kursları yoktu. Fakat bir geldim ki orada da Yıldız Kenter, Müşfik Kenter, Haldun Taner, Haldun Dormen, Melih Cevdet Anday, Ayla Algan, Beklan Algan, Seyit Mısırlı… Nereye düştüğümü anlamadım. Daha çok Amerikan Tiyatroları ve oyunlarını bilen bir çocukken, Türk Tiyatrosu ile tanışmış oldum orada. Bütün okul boyunca her Cumartesi günümü Beyoğlu’na gidip tiyatro seyrederek geçirdim. Kenterler’e, Dormenler’e, GEN-AR Tiyatro’ya giderdim. Kurs bitti, tam tatil yapalım derken bir telefon geldi. “Dormen Tiyatrosu’ndan Haldun Bey sizinle konuşmak istiyor”, dediler ve bana “Cengiz Han’ın Bisikleti” adlı piyeste Ayfer Feray’ın on sene önce oynadığı “Gül Hanım” rolünü teklif ettiler. Her şeyi unuturum ama o ilk rolümün adını unutmam. Çok heyecanlandım ve kendimi dünyanın en büyük starı zannettim. Provaya bir gittim ki karşımda Erol Keskin, Haldun Dormen, Turgut Boralı, Altan Erbulak, Füsun Erbulak, Suna Kekin… Ne yapacağımı şaşırdım. Böyle bir kadronun içine düştüm ve birden ne kadar az şey bildiğimi fark ettim. Okul tiyatrosuyla profesyonel tiyatronun ne kadar farklı olduğunu anladım. Ama kulise gide gele, dersimi iyi çalışarak, yüzümün akıyla çıktım. Metin’le de o sırada tanıştık. Piyesi tebrik etmeye kulise geldi. Ama tanıştım kaldı, o kadar yani. Daha sonra “Çıplak Ayak” adlı piyesle turneye gidiliyordu. Metin rahatsızlanmıştı ve Füsun (Erbulak) hamileydi. Haldun (Dormen), “Biz ikimiz oynayacağız ama bir on gün içinde bu rolü çıkarman ve ezberlemen lazım.” dedi. Betül Mardin’in Teşvikiye’deki evinde provalara başladık. Ezberim hızlıdır Allah’tan. Ve Bursa turnesiyle de profesyonel tiyatro hayatım başladı.
Sonra AST’ta oynanacak “Durdurun Dünyayı İnecek Var” oyunu için size teklif geliyor.
Ankara Sanat Tiyatrosu’nda “Durdurun Dünyayı İnecek Var” müzikaline oyuncu aranıyordu. Galiba Ayten Gökçer’e teklif edilmiş, olmamış. Ayla Algan’a teklif edilmiş, olmamış. Müdürlük’lerinden birisi: “Bu kız fena değil, kabiliyeti de var. Kolejde müzikal oynamış -“My Fair Lady”yi oynamıştım- yapar mı, yapmaz mı? demiş. Beni apar topar Ankara’ya yolladılar ve Genco Erkal’la, Osman Şengezer’le karşılaştım. Ankara Sanat Tiyatrosu’nda provalara başlayarak “Durdurun Dünyayı, İnecek Var” oyununu oynadım. “Cengiz Han’ın Bisikleti”nde çok ilgi çekmesem de bu müzikalde adımı Nevra Şirvan olarak tanıttım. “Yeni bir yıldız doğuyor, ne kadar başarılı, ne kadar güzel demeye” başladılar. O zaman bile güzellik önemli bir şeydi. Çok tutan bir müzikal oldu.
Metin Bey’in böyle bir rol bir oyuncuya kır yılda bir gelir sözü, teklifi kabul etmenizde rol oynuyor. Bir diğer unutulmaz rol de hakikaten 15-20 yıl sonra geliyor.
Metin’le flörtöz vaziyetleri varken gitmek istemedim. O da bana, “hayatında bir kere böyle bir rol düşer ve bunu kabul etmek zorundasın” dedi. O zaman onun büyüklüğünü anladım. Ömür boyu Metin hep kendinden fedakârlık ederek, hep benim iyiliğim için “şu rolü oyna, bu rolü oynama, şunu yap, bunu yapma, tabii ki yapacaksın, tabii ki gideceksin” diyen, destekleyen bir eş oldu.
Dönünce Dormenler’de oynamaya devam ediyorsunuz. “Aşşşk” oyunuyla Metin Bey ile aşkınızın başlaması ve “Paramparça” oyunuyla da evlenmeniz çok enteresan olmuş.
Ama hiç paramparça olmadı evliliğimiz Allah’tan. “Aşşşk” piyesini Şirin Devrim sahneye koyuyordu ve bundan kendi biyografisinde: “Metin’le Nevra’yı ben tanıştırdım. Benim piyesim sayesinde evlendiler” diye de bahsetmişti. Gerçekten öyle oldu. Metin o sırada boşanmıştı ve böylece bizim birlikteliğimiz meydana çıkmış oldu. Ve evlendik “Paramparça” oyununda. Balayı yerine, turneye çıktık Göksel Kortay, Füsun Erbulak, Metin ve ben. O günleri düşündüğüm zaman, hayatımın panoramasını gözümün önünden geçirdiğim zaman, çok şanslı günlerim oldu diyorum. Çok şanslı tiyatro maceram oldu. Her şey yolunda gitti. Sonra çocuklarımız oldu. Allah bana son ana kadar güzel bir şans vermişti. Üç sene öncesine kadar da hep öyle gidiyordu. Onu da Allah’ın bir imtihanı diye düşünüyorum ama hiçbir zaman şikâyet etmiyorum.
Metin Bey’in sözlerini anımsıyorum evliliğinizle ilgili: “Ben hayatı paylaşacağım kişiyi değil; onsuz yaşayamayacağım kişiyi seçtim eş olarak” demişti. Bir de “Küçük Prens”i okuyunca, “sen benim gülümsün, senden artık ben sorumluyum” demiş. Sizin için de aslolan hep ailenizdi. Başarı, ödül bile evde onu paylaşınca güzel, anlamlı dersiniz hep.
Evet ben bunu hep söylüyorum çünkü bunu gerçekten hissediyorum. Şimdi de onun eksikliğini hissediyorum. Bir başarı kazandığım zaman, şu koltukta oturan Metin’i görememek, onunla paylaşamamak, onun gelip beni tebrik etmemesi çok acı geliyor. Şimdi de oğullarımla, gelinlerimle, yani yine ailemle paylaşıyorum. Onun için gençlere hep önerim; şan, şöhret, para, ödül… Bunlar çok küçük şeyler bu hayatta. Yuvanızın olması, ailenizin olması hayata anlam katıyor. Hayatın gidişatında değerlerin olduğuna inanmakta fayda var. O zaman huzur içinde oluyorsun. O zaman kendi kendini yemiyorsun, “niye bunu yapamadım, niye onu alamadım, niye burada ben ödül kazanamadım” diye. Beni devamlı, oynadığım her şeyde ödüle aday gösterirler bir kere. En son “Kocan Kadar Konuş” filmi ile İngiltere Film Festivali’nde En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü’ne aday olmuşum. Hep aday olurum; bazılarını hiç alamam. Mesela, en güvendiğim rolde, “6 Haftada 6 Dans Dersi” nde hiç ödül almadım. Bu sadece piyango çıkmış biletinizin kaybolması gibi bir şey. İnanılır gibi değil. 3 sene boyunca 500 kişi ayakta alkışladı oyunu. Sonra da hiç düşünmediğim başka bir yerden bir ödül almak… Ben de “ödüller anlamsız, o anki bir şeye; ne bileyim atmosfere, astrolojik yıldızlara falan bağlı galiba” demeye başladım. Ödülü aldığın halde “ya bunu aldım ama iki önceki piyeste müthiştim. Orada alamamıştım; şimdi hak ettim mi yani” diyorsun. Çok teşekkür ederim layık görenlere. Hepsi çok güzel. Tabii ki değersiz bulmuyorum ama oğlumun bana, “anne burada müthiştin, çok güzel oynamışsın” demesi veya torunumun, “neneciğim, sen çok iyisin, çok güzelsin” veya “seni çok seviyorum” demesi Oscar Ödülü’ne bedel benim için.
“6 Haftada 6 Dans Dersi”ndeki performansınız çok etkileyiciydi. O güzel dansların arasında, kalbe dokunan bir hikâye vardı. Orada “En İyi Komedi” dalında aday gösterilmeniz yanlış kategoriydi bence.
Dans ettiğimiz için müzikal-komedi dalında aday gösterdiler. Ayıp olmasın diye söylemiyorum bunları ama ödülleri vermemiş olan o 6-7 kişilik grubu bir tarafa bırakın;
her akşam arkaya gelip boynuma sarılan o çok değerli tiyatrocu arkadaşlarımın da: “Nevra bir saniyeni bile kaçırmak istemedik, nasıl her noktayı incecik işlemişsin” demesi benim için zaten bin tane ödüle bedel. Onun için o tip şeylere şimdi çok fazla önem vermiyorum. Hele bu yaştan sonra hiç takmıyorum. Değersiz bulduğum için değil yani yanlış anlaşılmasın.
Muhsin Ertuğrul’un geleneğini devam ettiren Metin Serezli ve Altan Erbulak Kocamustafapaşa’da Çevre Tiyatrosu’nu açıyor. Ve bu tiyatro, kâr ederken kapanan ilk özel tiyatro olarak tarihe geçiyor. (1971-1978)
Altan Erbulak çok yoruldu ve yedi senenin sonunda Metin’e “beni affeder misin? Ben ayrılmak istiyorum” deyince, Metin, “o zaman ben de bırakıyorum. Ben sensiz yapamam bunu.” dedi. Metin de “bu kadar mesuliyeti alamam. Ben gene bir tiyatronun altında çalışayım, geceleri hiçbir şey düşünmeden uyuyayım” deyince biz beş kuruş borçsuz tiyatroyu kapattık. Düşünsenize her şeye rağmen kaç tane oyuncunun mesuliyeti var. Onları düşünüyorsun. Çok güzel yedi sene geçirdik, kâr ettik, “Yüzsüz Zühtü”, “Deli Deli Tepeli”, “Olur Böyle Vakalar”, “Işıklar Neden Karardı” gibi çok güzel oyunlar oynadık, Kocamustafapaşa’ya tiyatro götürdük.
Sonra Kastelli, Egemen Bostancı ve müzikaller dönemi var. “Geceye Selam”, “Şen Sazın Bülbülleri”, “Hisseli Harikalar Kumpanyası”…
Evet, Egemen’le onlar 1986’ya kadar sürdü. Sonra “Devekuşu Kabare” dönemi başladı. 1990’da tekrar Dormenler var. Bu sefer Kurtuluş’taki ikinci Dormen. Orada da en büyük sükse “Çılgın Sonbahar” ve “Şahane Züğürtler”di.
“Çılgın Sonbahar” Gencay Gürün’den geliyor. Siz de okuyunca beğeniyorsunuz ama Haldun Dormen pek beğenmiyor oyunu, yine de “istiyorsan oyna” diyor size.
Haldun, “ben beğenmedim piyesi” dedi. “Yapma Haldun, nasıl beğenmezsin?” dedim. “Çok kadın piyesi” dedi. “Daha iyi ya, kadın götürür tiyatroya kocasını” dedim. “Ay şekerim, o kadar çok seviyorsan oyna gitsin” deyince ben bir mesuliyet altına girmiş oldum. Şımarık aktrisler gibi kapris yapıp, ben oynamak istiyorum demişim gibi oldu. Ama Gencay da çok inanıyordu. Kadın piyesi ya, başrol kadın ya, biz erkek oyuncu bulamadık. Bir akşam böyle Metin’le otururken, “ya Metin sen oynasana şunu” dedim. O da o ara Dormenler’de hep başrolde. Haldun’la Ray Cooney’leri oynuyorlar. “Nevra, yani şimdi olur mu o rol bana” dedi. “Eğer sen oynarsan çok yükselecek piyes. Sen, komedi anlayışınla çok şirin bir adam haline getirebilirsin bu antipatik karakteri.” dedim. “Hadi ya, senin uğruna kabul edeyim, ben sana bu piyeste destek çıkayım” dedi. Gencay delirdi zevkten. Haldun çok mutlu oldu ve de çok güzel bir iş yapmışız. Yani, Metin’i ben kandırmış oldum. “6 Haftada 6 Dans Dersi”nde de Cihan’ı (Ünal) kandırdım. Piyeste 40-45 yaşlarında, dans hocası olacak, genç birini arıyorduk. Bir türlü oyuncu bulamıyoruz. Bir gün böyle gene Profilo’nun kafesinde oturuyoruz. Cihan’ın sahneye koyacağı kesin. Hatta eskizler çıkarmaya falan başlamış. “Cihan, şu adamı sen oynasan aslında, karşılıklı ne güzel oynardık” dedim. “Olur mu canım” dedi “yani neredeyse aynı yaştayız”. “Çok affedersin ama gel piyesi bir daha okuyalım. Adamın genç olmasının çok büyük bir önemi var mı? Yani bu bir yalnızlık ve iki insanın dostluğunu anlatan bir piyes. Yoksa yaşlı kadın, genç adama aşık oluyor tezi değil bu. Neden olmasın” dedim. “Olur mu ya Nevra, yapabileceğime inanıyor musun” dedi, “Tabii inanıyorum” dedim. Bir gitti adam, saçları uzattı, atkuyruğu yaptı, sakalları kesti, kilo verdi, dans derslerine başladı. O aranan adam oldu çıktı. Sonra da hep birbirimize, bu sen olmasaydın böyle olmazdı dedik. Bu piyeste çok güzel bir uyum yakaladık birlikte. İkimiz de çok çalışkan olduğumuz için deliler gibi çalıştık ve çok iyi anlaştık. Şu anda bile geriye dönüp baktığımda acaba başka biri olabilir miydi diye sorduğumda, kesinlikle, ne “Çılgın Sonbahar”da ne de “6 Haftada 6 Dans Dersi”nde başka kimseyi düşünemiyorum yani.
Ben de sizden başkası olur muydu o rolde diye düşünüyorum.
Olurdu bence. Ben biraz sempatiklik, biraz daha komedi kattım. Çünkü seviyorum da. Seyrettiğinde Cihan hep “Oraya gülme koymadık ama sen bayağı gülme alıyorsun. Ne yapıyorsun da o gülmeyi alıyorsun, bunları nasıl çıkarıyorsun? Biz Londra’da bu piyesi hiç gülmeden seyrediyorduk” demişti. Biz ikimiz de işte, eğlenilen ama sonunda acıyı da gösteren çok keyifli bir oyun haline getirdik bunu. İşte “casting”, dizilerde olduğu gibi, tiyatroda da çok önemli.
“Türkiye’de hem dans eden, hem şarkı söyleyen aktrist düşünüldüğünde, Nevra ilk akla gelenlerdendir” Metin Bey’in sözü. Aslında malûmun ilâmı. ‘
Türkiye’de başka oyunculara haksızlık etmeyelim. Gülriz Sururi gibi, Ayten Gökçer gibi. Şimdi de Özge Borak gibi, Ayça Varlıer gibi isimler de var. Onları söylememek doğru olmaz ama gerektiği zaman ben de üstüme düşen vazifeyi, bunca yıldır müzikallerde yaptım. Böyle bir ekolün içinde uzun yıllar gittim tabii. Çünkü çok severim müzikali. Hâlâ bile müzikal teklifi geliyor ama ya denk düşmüyor ya ben rolü çok fazla içime sindiremediğim için olmuyor.
“Çılgın Sonbahar” da tiyatro tarihindeki yerini aldı, ödüllerle de tescillendi.
Hâlâ hatırlarlar. Bir de orada çok güzel bir anı oldu. Oyunun yazarı Pierrette Brunof’u –Fransız kendisi- Dormen Tiyatrosu’na davet ettik. Geldi ve sahneye çıktığında Metin’le benim elimi sıkıp “Bu kadar mı Fransız olunur! Müthişti. Hakikaten bir Fransız karı kocayı seyrettim burada” dedi. Böyle boynumuza falan sarıldı sahnede kadın. Hiç unutmam o sözleri. Onlar işte, gerçekten güzel anılar.
Siz komedyen olarak anılmaktan rahatsızlık duymuyorsunuz. Hatta hayat zaten zor, komediyle deşarj oluyorum, insanları mutlu etmek beni de mutlu ediyor diyorsunuz. Biraz önce de bahsettiğiniz gibi hep komedisini bulup çıkarmaya yatkınlığınız var.
Çünkü çok gözlem yaparım ben. Çok taklit yaparım ama diyalekt taklidi zor. Gözlem yaptığım için de vücut dilini çok iyi analiz ederim insanlarda. Otururken, iş yaparken… Mesela ben sana şöyle bir bakayım, şöyle bir konuşalım, üç gün sonra seni birine anlatırken ben sen olurum, onu hemen kaparım. Komedide de bunu gözlemliyorum. Nasıl insana komik gelir bu, bu tonlama nasıl daha matrak olabilir diye düşünürüm. Otomatik olarak içimden gelerek yapıyorum çünkü bunun formülü yok. Metin Akpınar ile oynarken, onunla uzun uzun konuşurduk. Yani bir talebe bana onu yetiştireyim diye gelse, hiçbir şekilde ona ders veremem. Burada içinden 30’a kadar say ve sonra lafı söyle diye bir şey yok yani. Onu şurandan, kalbinden hissedip söylüyorsunuz. Biraz fazla beklersek espri yatar, biraz erken söylersek güldüremeyiz. O işte, Metin Akpınar tarzı oyuncularda, Müjdat Gezen gibi oyuncularda var. Bir dönüp, bir bakıp, bir “es” verip, pat lafı patlatmak. Bunlar konservatuarda öğretilen şeyler değil. Sesi yükseltmek, bir üst tona çıkarabilmek ya da düşük söyleyip içinden laf atar gibi söylemek… Bunların hepsi müzikal gerektiriyor. Aslında komedi matematik.
Bir de komedi çok ciddi iştir diyorsunuz.
Evet, bunun altını kırmızı kalemle 4-5 kere çiziyorum çünkü sululuk yapmak komedi değil, komiklik yapmaya çalışmak komedi değil. Komedi çok ince bir iş. Bazı insanın içinde komedi unsurları vardır. Bazıları da ne kadar deneseler de olmaz maalesef. Bizde de çok iyi komedyenler var. Demet Akbağ, Perran Kutman, Oya Başar, Ata Demirer, Müjdat Gezen, Yasemin Yalçın, Uğur Yücel. Ben hep sevecen yaklaşırım tüm oyuncularımıza ve beğendiğim zaman, ayağa kalkar alkışlarım.
“Devekuşu Kabare”de Metin Akpınar, seyircinin gıcığına kadar dinleyip, lafını onu bekleyip söylermiş. Ne kadar incelikli bir şey o “timing” denilen şey.
Bunu hep anlatırım. Metin resmen gıcık tutan seyirciyi ayarlardı. Bilirdi ki o seyirci iki dakika sonra en güzel lafının üzerine öksürecek. Öyle bir şey yapardı ki, yani şef orkestrayı nasıl idare ederse, o da kendi laflarını, “timing”ini öyle idare ederdi. Ve bir esprisini dahi satamamışlığı yoktur.
Sizin de öyle olmuş. “Deliler”deki spor spikeri sahnesinde, tek nefeste, teklemeden konuşup her seferinde alkışı aldığınız bir bölüm var.
Onu ne kadar çok çalışmıştım ve kaçıncı oyun olursa olsun sıra oraya gelince aşırı heyecanlanırdım. Çok zor bir sahneydi o. Teklememem lazım, tıkanmamam lazım. Kaç oyun oynadıksa, o sahnede benim elim ayağım boşalırdı. Çünkü orada tekleme yemez, rezil olursun.
Kabare’de yine oynama hayalleriniz var ama bu tam olarak gerçekleşemiyor, skeçlerde o roller tekrar yazılamıyor.
O zaman “Devekuşu Kabare”nin tekrar bir televizyon programı yapılmıştı ve biz üçümüz tekrar birleştik. Ama maalesef 7-8 bölüm sürdü sadece. Çünkü yıllar sonra bizim yaşlarımıza uygun olarak yazılamadı. Düşünebiliyor musun? Bir Metin Akpınar, Zeki Alasya ve Nevra Serezli üçlüsüne yazamadılar. Metin zaten beğenmez hiçbir şeyi ve o yüzden onu sürdüremedik. Kabiliyetli ve komediyi kotaran gençlerimiz var tabii. İlla biz müthiştik, biz büyüktük, şöyleydik demeye gerek yok ama o zaman Haldun Taner yazıyordu, Kandemir Konduk yazıyordu, Müjdat Gezen yazıyordu, Umur Bugay yazıyordu yani… Mesela Metin (Serezli) Levent Kırca’nın “Olacak O Kadar”ında on sene oynadı. Sabah giderdi, gelirdi ve biz bugün hiçbir şey çekmedik derdi. Levent tekstleri beğenmeyip alın bunu bir daha yazın dermiş.
Altın makas devreye girermiş yani.
Altın makaslar çok çok önemliydi. Biz işimizi zor taraftan yaptık, kendimizi zor tutturduk, zor becerip bu hallere geldik. Şimdiki gibi ekranda bir şey yap, pıt beğenilsin, hemen şöhret ol diye bir şey yoktu. Bütün bu eski sanatçılar tırnaklarıyla kazıya kazıya geldi yerlerine. Çok zordu tiyatrolarda kendimizi gösterip isim yapmamız.
O dönemin koşullarında tiyatro yapmak da bugünden farklı.
Tuvaletsiz turneler mi anlatayım, otobüs üstlerinde dekor taşımayı mı anlatayım, elimizde kostümlerimiz, otelde ütü aramalarımızı mı anlatayım? Tiyatrolar, gene bunlarla uğraşıyorlar ama çekimler artık o kadar Amerikanvari ki, hele sinema sektöründe on numara. Son yıllarda birkaç film çevirdim. Bu kadar mı Hollywood yıldızı gibi her imkân elinin altında olur! Eskiden telefon gelirdi, sabah 6’da Polenözköy’deki sete gel denirdi. Çoğunda Metin’e yalvarırdım, zavallım sabahın 6’sında kalkar, Kilyos’un oralarda çiftliklere götürürdü beni. Şimdi öyle mi? Kapına özel araban geliyor.
Oralar yine yakın. Metin Bey sizi kaç kez Londra’lara götürmüş.
A evet, çok güzel girdin konuya. Benim uğruma, uçağa binebilecekken, arabayla Londraya 3-4 kere gittik. O Yugoslavya’yı geçerken fenalık gelirdi, bitmek bilmezdi.
Bir de kulisi çok önemsiyorsunuz. Oyuncuya notu kulis halleri üzerinden veriyorsunuz.
Kulis ve şimdi de set arkası diyelim. Tiyatro yapmadığım için kulisten bahsedemiyorum şu an. Bulsam yapacağım da… Çok önem veririm kulise. Oğlum Murat da bu işlerin içine girdi ve gitgide iyi oyuncu oldu. Ona ilk söylediğim şeyler, “Efendi ol, kimseyle kavga etme, hep zamanında git ve katiylen şikâyet etme”dir. “Oyunculuğundan önce; kuliste sevilen, terbiyeli, kaliteli olmalısın” derim. Son çevirdiği “Dağ” filmi ile ilgili rejisör, “bu kadar terbiyeli, bu kadar efendi, bilgili biriyle çalışmak çok güzeldi” gibi cümleler söylemiş. “Murat’a, “Allah’ıma bin şükür bu lafları duymak istiyordum ve bu lafları duydum” dedim. Bu Metin’le benim çocuklarımızı yetiştirirken elde etmek istediğimiz şeydi. Şimdi de torunlarıma hep dürüst, yalansız, kompleksiz ve kimseye kötülük etmeden iyi insan olarak yaşamayı öğretmeye çalışıyorum. Diğer oğlum Selim de 15-20 senedir müzik piyasasında, onun hakkında da “bu piyasada bu kadar bozulmamış, efendi bir insan” diye bahsediyorlar. Selim’e de diyorum, “yetti bu bana”. Hani çocuk yetiştirmekle ilgili semirlerler oluyor, kitaplar çıkıyor ya, o kadar basit ki oysa. Mesele, örnek olmak. Yeni yetişen gençler senden hiç feyz almak istemiyorlar. Ben ilk günden beri benden deneyimli oyuncuların gözünün içine bakardım, onlardan bir cümle öğrenebilmek için. Şimdi ben öğretmeye çalışıyorum, çoğu arkasını dönüp gidiyor. Çünkü bugünün ölçeğinde hiçbir şey yapmasalar bile başarılı sayılabiliyorlar. Böyle bir garantiye düşüyorlar. Çünkü eleştirilmiyorlar. Bir kişi de düzeltmiyor. Niye uğraşsın, niye bana sorsun o zaman? Tiyatro doğduğu günden beri anlatma sanatıdır. Anlatamazsan zaten o mesleği yapmayacaksın.
Size de kendi aileniz örnek olmuş. Babanız yalanınızı yakalayınca bir ay sizinle konuşmamış.
Babamın bir bebeği vardı, resim yapardı. Bebeğin kollarını kırdım. İşten gelince, bunu kim kırdı diye sordu. Evde başka kimse olmadığı halde, “bilmem, haberim yok” dedim. Sen doğruyu söyleyene kadar kapatıyorum ağzımı dedi. Eridim, bittim. Nefret ederdi yalandan. Kaç yaşında kadınım, hâlâ o bebeği kırdığımdaki haleti ruhiyemi hatırlarım. Sanki ben yalan söylerken alnımdan altyazı geçiyor gibi hissederim. Hiç gereksiz yalan söylemem.
Ben herkese iyi niyetle yaklaşırım önce. Hep pozitif olarak yaklaşırım, orada karşılığını alamazsam ya da bana çok zarar verici bir kötülük yapılırsa, o zaman o sevgimi geri çekerim. Aslan burcuyum, kin tutmam ama unutamam. Hele bu tiyatro hayatında çok kırıldığım sözler olmuştur ama hiçbir şey yapmamışımdır. Sonra o beni kıran insanlar, bana en hayran olan insanlar olmuştur. Hayat garip. İçimden hey gidi günler diyorum.
“Acaba Hangisi”nde ikiz kardeşleri canlandırırken enerjinize inanamayanlar olmuştu. Sizinle daha önce yaptığımız röportajda, “büyük konuşmak istemiyorum ama 15-20 sene evvelki rolü şu anda aynı enerjiyle yine oynarım” demiştiniz.
Şimdi de derim. Enerjimden hiçbir şey kaybetmiş değilim ve çok sinir oluyorum “ay siz ayakta kaldınız, şuraya alalım, oturtalım” dediklerinde. “Allah aşkınıza, yaşlı muamelesi yapmayın” diyorum. Sete gidiyorum, sabahın 4’üne kadar millet kanepelerde uyukluyor, ben zınk, yine ayaktayım. Kafa yorgunluğu olabilir ama vücut yorgunluğu diye bir şey hissetmiyorum. Çok büyük travma yaşadım. Atlattım mı dersen, hayır. Ama hayata tutunmayı öğrendim. Son zamanlarda keşfettim çok fazla konuşuyorum Metin hakkında. O zaman da onu etrafımda hissediyorum. O yüzden çalışmak istiyorum. Şimdi boşum mesala. Devlet Tiyatrosu’ndan “Gülyabani” adlı oyun için teklif geldi. Müjdat Gezen “Sevgi” müzikali yapıyor, Kandemir Konduk teksti yolladı geçen hafta. Yazın 3 tane dizi teklifi geldi. Bodrum’a gideceğim oynamıyorum dedim. İçime sinen bir şey çıkmadı. Sonra da bir laf çıkarmışlar Nevra Hanım tiyatro yapmayacak diye. Olur mu ya! Bence şimdi en iyi zamanımdayım. Bütün 40 yılın tecrübesi, yaşanmışlığı var. Çok oyun seyrederim, süzgecimden çok şey geçiririm. Şimdi incelikler, nüanslar içinde dolaşıyorum. Ama gerçekten piyes yok, yazan yok. Şimdi de kaşıntılarım tuttu, telefon bekliyorum. Çünkü ancak çalışınca düşünecek fırsatın olmuyor. İnsanın ruhuna iyi geliyor bir kere çalışmak. Bir film çekiyorum örneğin, beni görme, on beş yaş gençleşiyorum o bir ay. Ben mutsuz olduğumda yoruluyorum.
Umarım o incelikler ve nüanslarla bezenen oyunculuğunuzla çok yakında yine buluşuruz. Sabırsızca diliyorum bunu.
(Ne mutlu ki yıllar sonra “Ağaçlar Ayakta Ölür”de izledik sizi)