Peki Yağmur Dinse Gider Miydik?

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Söyleşiyi Yapan: Pınar Erol

Bir adım… Eylemsizlik, ruhumuzu tamamen ele geçirmeden, ataletin üstüne basıp geçmek için gereken sadece o bir adım… Atabilecek miyiz? Çıkışı olmayan insan hikâyeleri, bugüne aitmiş gibi görünse de Antik Yunan’dan beri anlatılıyor ve adına tragedya deniyor. Çıkışın, kendisinden ve iradesinden azade olduğuna inananlar, sırtlarını yasladıkları o bahaneler duvarından alıyor gücünü. Suçu başkasına atmanın kolayına kaçıp yüzleşmeyi erteleyebildiği kadar erteliyor, yaşamayı sonraya bırakarak.  

Sahnede bir kadın, bir adam görür görmez (elbette sahnedeki eşitlik gözümüzden kaçmıyor. O tarafsızlığı seviyoruz) oyunun ilişkiler, iletişimsizlik ve kopukluk üzerine olduğu fikrine kapılıyoruz. Haksız da sayılmayız. Evliliğin getirdiği monotonluk, yaşamın monotonluğunun en küçük yapı taşı çünkü. O gündelik rutinler, birbirine eklene eklene heyecansız ama güvenli bir döngüyü oluşturuyor. Bir tekerrür tekerlemesi başlıyor. Evlerimizse, kendini gerçekleştirmek isteyenlerle dolu birer bekleme odası artık. Bir cesaret attığımız adım, yaşam dağarcığımıza göre kimini ayın dünyaya bugünkü uzaklığına taşırken, kimini en yakın markete yönlendiriyor. 

Gerçekle baş edemediğimiz noktada “dünya mükemmel olmadığı için sanat var” sözünü anımsıyorum. Aslında oyunda anlatılan varoluş buhranı üzerine de yazmak istiyorum ama kanepe beni içine içine çekiyor. O yüzden sizi Kadıköy Emek Tiyatrosu’nun o güzelim çatısı altında buluşan “Birazdan Gideriz, Şimdi Yağmur Yağıyor” ekibinin sohbetine almak istiyorum. 

Bizi çalışmak kurtarır Vanya dayı misali Kadıköy Emek’i hep bir şeyler yaparken gördük geçtiğimiz süreçte. Teras sohbetleri, kısa oyunlar, Bellek Online Fest gibi… 

Pınar Yıldırım: Kadıköy Emek Tiyatrosu olarak bugüne kadar pandeminin getirdiği ağır zorlukları üreterek ve paylaşarak atlatma yolunu seçtik. 

Kolay değil bu belirsizlikte ve ışığın ne zaman görüneceğini bilmediğimiz bir tünelde yol almak, o motivasyonu bulmak. Ama bu üretim, bir tarafıyla da Kadıköy Emek’in kuruluş amacıyla çok örtüşüyor.

Pınar Yıldırım: Kadıköy Emek Tiyatrosu olarak gökkuşağının sekizinci rengi bulunduysa merhaba sekizinci renk deyip elimize bir fırça alıp o rengi tutturana kadar boya karacağımızı biliyoruz. Umut hep var ve biz de bu umutla yola devam ediyoruz.

Ortaokuldan beri kısa oyunlar yazan deneyimli bir kalemsin. “Ayın Dünyaya Bugünkü Uzaklığı” adlı kısa oyundan “Birazdan Gideriz Şimdi Yağmur Yağıyor”a evrilen oyun sanırım “işgüzar bir tekerrür” değil, özünü tutan bir yeni açılım. 

Aslı Ceren Bozatlı: Evet, özü aynı ama teması biraz farklılaştı bu haliyle. Dur şurasını uzatayım, şurasına da şunu ekleyeyim gibi olmadı; baştan ele alındı. Oyunun epizodik yapısı araya başka sahnelerin yazılmasına olanak veriyor. Zamanı kırmakla ilgili olduğu için de bunu rahatlıkla yapabiliyorsun. Oyunda lineer bir akış olmadığı için uzatmak konusunda zorlanmadım. Doğurgan da bir teması var aslında. Gerekirse iki saate kadar uzayabilir, istenirse daha da kısalabilir, performatif de olur, tamamen sessiz de olur. Hakikaten esnek bir yapısı var metnin.

Minimal kadrolarla maksimum etki peşinde koşarken neler yapılabildiğini görüyoruz. 15 Kasım’da İstanbul Tiyatro Festivali’nde prömiyer yapmak nasıl bir başlangıç oldu?

Aslı Ceren Bozatlı: İlk haber aldığımız günden beri hep o coşkuyla girdik provalara. Hepimiz adına şunu çok rahatlıkla söyleyebilirim; -festival olsun olmasın- herkesin yüreğini koyduğu bir prova süreci oldu. Aman oyun çıksın, prömiyer tarihine yetişsin diye değil; en iyisi olsun diye çalıştık.

Özge Erdem: Benim kişisel olarak kariyerimde çok okuduğum ya da izlediğim tarzda bir metin değildi. Ekip olarak da zaten yeniliğin peşine düşen bir ruhumuz var. Öyle de olması gerekiyor. Hele ki “yerli” tekstlerde. Bir ülkenin sanat dalının -tiyatro-sinema hangi alan olursa- gelişebilmesi için kendi üretimlerini ortaya koyması gerekiyor. İstanbul Tiyatro Festivali, ülkenin en önemli festivali. Uluslararası ve yerli yapımlar ile beraber bir repertuar hazırlanıyor. Ve hepsi bir arada seyirciyle buluşuyor. Tabii ki o ekiplerle bir arada olmak heyecan verici. Festival’de yer almamız, yeni bir şey yaptığımızın göstergesi. Kadıköy Emek on yaşında, belirli bilinirliği olan bir tiyatro. Ama tabii Festival’in, onun görünürlüğü artırma anlamında pozitif etkisi olmuştur.

Hayatlarımızda bireysel/toplumsal sıkışmışlığı zaten yaşıyorduk ama pandemi bunun altını kalın kalın çizdi. O süreçten çıkmasına rağmen, bir evin içinde hapsolan bir erkek ve kadını anlatmasına rağmen, zincirleme bir mahkûmiyeti göstermesine rağmen buna bir pandemi oyunu demeyelim. Zamanın ruhuyla ilişkili bir oyun diyelim mi peki?

Aslı Ceren Bozatlı: Buna pandemi oyunu denmesin diye de uğraşmadık, ondan da kaçmadık. Gerçekten çok kod var çünkü. Bana çok yeni bir şey gibi de gelmiyor. Çok uzun süredir yaşadığımız bir şey bu. Bence bundan çıkmamız gerektiğini söyleyen bir oyun bu. Hatta sınıra gelmişiz gibi. Artık ilişkilerin de biçim değiştirmesiyle, bu içinde bulunduğumuz çıkmazdan bir şekilde kurtulmak gerekiyor. Bugün psikanalist Alper Hasanoğlu’ndan şöyle bir şey duydum. “İlişkiler biter ama ayrılmaya cesaret edemeyiz.” Bu oyun da bu anlamda biraz içimizi anlatıyor.

Oyun ismiyle müsemma. Ataletin, ertelemenin, bahane yaratmanın, harekete geçmeyişin oyunu. Yağmurun caydırıcılığı bunu öyle iyi anlatıyor ki. 

Özge Erdem: Oyunun ismine bayılıyoruz zaten.

Aslında babanın kımıldayamıyor oluşu, oyunun o eylemsizlik dokusunu oluşturuyor. Kendi görünmese de etkisi görülüyor. 

Özge Erdem: Aslında orada bir simetriden de bahsedebiliriz düzlem anlamında. Güneş ve babayı bir noktada eşleştirdim. Buna bir ilişki oyunu demek doğru olmaz. Ne kadına ne erkeğe hak verdiğimiz ya da haksız bulduğumuz bir yerden değil; bunu tamamen simetrik bir anlayışla ele alıyoruz. Baba da, güneş de bunun dinamiğini taşıyor diyebiliriz.

Aslı Ceren Bozatlı: Babanın oradaki varlığı pranga aslında. Ailenin, kişilerin üzerindeki hâkimiyetini anlatıyor. Bir yere gidemeyişinin ana nedeninde, o korkaklığın, kendini açamayan, gösteremeyen, ispat edemeyen insanların kaynağında biraz babalar ve anneler yatıyor gibi. Aslında biz babayı yatağa mahkûm ederek bunu daha büyük bir vicdan haline getirirken gidemeyişi de belirginleştiriyoruz. 

Burada kadın-erkek ilişkisi üzerinden bakarak aslında bir rutinin, durumun oyununu izliyoruz. Ve bahanelerle ertelediğimiz çözümsüz döngüden çıkmak istiyor muyuz sorusunu soruyoruz. 

Gizem Erdem: Hakikaten o konfor alanından çıkamıyoruz ya da üretileni yapmayı tercih ediyoruz. Çünkü farklı bir şey denemek riskli. Risk almıyoruz. Bunu anlamak için de pandemiye ihtiyacımız varmış demek ki. Aslında gerçek hayatımız pandemiymiş. İlişkilerimiz, evdeki hayatımız öyleymiş, biz zaten buymuşuz. Evlere kapanıp çok düşündüğümüz noktada, aslında risk almadığımızı daha çok keşfediyoruz. Hâlâ almıyoruz ama en azından farkındayız artık. Bu da bir adımdır.

Tanıl Yöntem: Oyun düğümün çözümü değil. Biz aslında düğümü oynuyoruz. O da gerçek hayatla çok birlikte oluyor o yüzden.

Özge Erdem: Dışarıda insanlarla ilişki kurarken sürekli birbirimizi tanımlamıyoruz elbette. Ama mesela tiyatrocu olmak, oyun yazmak, oynamak… Hep varoluşsal olarak belli dinamiklerin oluyor. Pandeminin yaptığı şey, aslında bunlar olmadan ne yapıyorsun diye sormak. Burada da bir kadın ve bir erkek, dış dünya ile çok da iletişim içinde olmadığında, birbiri ile kaldığında ne oluyor? Pandemi için söylemiyorum ama burada da kadın-erkek, baba-güneş eşleşmeleri, yaşadıkları yerin dağın başı olması ve günün sonunda gelip birbirleri ile kaldıkları noktada, bireysel anlamda kendilerini nasıl gerçekleştiriyorlar? Beraberken nasıl gerçekleşiyorlar? Hani çok düşünürüz ve işin içinden çıkamayız ya, biraz öyle gibi geliyor.

Tekrarlardan ibaret bir hayatın içinde bulduk kendimizi. Absürt bir gerçeklik içindeydik. O yüzden mi absürde selam var oyunda? Bir de “İki Kişilik Hırgür”ü belli belirsiz anımsattığından? Adamın “niye senin etrafında dönüyorum ben” sorusuyla kadının “senin çalışman gerekmiyor mu” gibi tekrarlayan soruları da o absürt yapıyı güçlendiriyor. 

Aslı Ceren Bozatlı: Tabii ki bu amaçlanarak yazılmadı. Birçok metin, birçok metne benziyor. Fark etmeden, belki aklın yolu bir diyerek bunları ortaya çıkarmış olabiliriz. Ben buna absürt metin de demiyorum hiçbir zaman. Absürtleştiren şey şu: O kadar gerçek ki! Gerçek olanla baş edemiyorsun. Bir kavga edeceksen, gerçek bir kavga olmuyor. Devamında absürtleşiyor. Çünkü aynı kavgayı yirmi beş kere, aynı cümlelerle etmişsin. Tekrarlar, aynı cümlelerin kurulması, zaman kırılmaları tabii ki absürt ögeler. 

“Ofsayt”, “Ne Evet Ne Hayır” ve Bellek Online Fest’teki kimi oyunların yönetmenliği, “Aşk Geçmişim” oyununun yönetmen yardımcılığı derken oyunculuğunla başat giden bir alanda ilerliyorsun. Bu oyunun sahneleme dili, dengesini kaybedebilirdi. İletişime geçemeyen, seyirciyle konuşamayan bir metne dönüşebilirdi. Yönetmen olarak o matematiği nasıl kurdun?

Özge Erdem: Tabii bunun bir demlenme süreci oldu. Belki de orada kısa versiyonun bir avantajı vardır. Benim için her zaman en önemli şey metnin hissi ve matematiği oluyor. Her zaman akılcı bir taraf bulmaya çalışırım. Burada kronolojik olmayan ögeler, lineer akmayan diyaloglar var. Bazen yirmi sayfayla anlatamayacağınız şeyi, iki hareketle anlatabilirsiniz. Tiyatronun dinamiğinde bana ilham olabilecek ne varsa, hepsini önüme koyup hangilerinden yararlanmam gerektiğine bakıyorum. Duyguyu karşıya nasıl aktarabiliriz dediğimde en çok ilgilendiğim şey his oluyor. Bu his kimi için sıkışmışlık olabiliyor, kimi için çıkmaz olabiliyor, kimi için rutin olabiliyor. Herkes kendi takviminden yola çıkarak, kendi tecrübesi ile geliyor oraya. O yüzden o hissi aşağı yukarı o çerçevede tutmak istedim. Hadi bir provaya başlayalım da önümüzü görürüz gibi değil. En başından en sonuna kadar benim bütün tablolarım, grafiklerim, her şeyim hazırdı. Daha okuma provasına girmeden kurmak istediğim dünyayı masa başında ışık tasarımcısı Ayşe Sedef Ayter’e, sahne tasarımcısı Cihan Aşar’a anlattım ve bunlar paralel yürüdü. Hareket, ışık ya da reel olmayan bir şeyle, reel bir şeyi nasıl anlatırızı sorguladığım bir reji süreci oldu.

Tanıl Yöntem: Aslı ve Özge ile buna çok çalıştık ve ben çok zorlandım mesela. Öyle zorlandım ki arkadaşlarımı arayıp ne yapmam lazım diye sordum ama sonra bir şey çıkarttım. Çünkü ona zorluyorlar. Bunu güzel bir şey olarak anlatıyorum. Reji dilinin riskine gelince, oyun göstermeye meyilli olabilir. Bütün metni karşı tarafa aktarma isteği, gösteriye dönüşebilir. O yüzden absürt gibi bir tanıma düşme tehlikesi olabilir. Oyuncu açısından andan ana geçiş, arkası olmayan, o lineer olmayan tarafı taşımak zorluyor. Bunu mesela şimdi tecrübe ediyorum. Seyircilerden gelen yorumlardan sonra da kendimi çok iyi hissediyorum.

Açılış sahnesindeki tekrar hareketler ve duyulmayan konuşmalar ile iletişimsizliğin, rutinin, döngünün içinde bir dünyaya tanık oluyoruz. Oyun kişileri kahraman olmayı istemiyor. Sıradanlar. Adları bile yok onların. Gündeliğin içinde anlatmaya değmeyen; buna rağmen anlatılmak istenen basit hayatları “teaser” izler gibi izliyoruz. 

Özge Erdem: Evet resimleri veriyoruz. Biraz sonra bunların açılımlarını izleyeceğiz gibi. Ama böyle düşünmek doğru, başka türlü düşünmek yanlış da diyemeyiz. O resim de yine his ve matematiğin örtüştüğü bir şeydir.

Gizem Erdem: Seyircilerden şöyle bir yorum gelmişti: Başlangıçtaki o ön oyunla açılıyoruz. Hikâye dönüyor dolaşıyor yine aynı hareketlerle ama sözün de birleştiği bir yerde kapanıyor. O çok güçlü bir yer zaten. Yine dün gelen seyircilerden biri: “Bu kadar sıkıcı olan döngüyü, monotonluğu hiç sıkıcı olmadan gösterdiniz. O yüzden çok güzeldi oyun. Sıkıcılığı sıkılmadan yaşadık” dedi. 

Tekrar tekrar varoluşu sorguluyoruz. Öyle ki rüyalar bile aynı. 

Gizem Erdem: Bu tabii yazarın dilinin gücü. Yazar, rüyanın bile, hareketlerin bile tekrar ettiği bir metin oluşturmuş. Ekip, yönetmeni, yazarı, dramaturgu, oyuncusu ile birlikte çok tutarlı bir dil oluşturdu. O yüzden çalışması çok zevkli oldu. 

Özge Erdem: Yazarımız Aslı ile aynı dili konuşabiliyoruz. Konuşmasak bile anlaşabiliyoruz. En önemli şey o. Zor bir şey yaptığımızın farkındayız. 

Birbirlerini suçlayıp deşarj olup, o harekete geçirecek enerjiyi boşa harcayıp yine bir şey yapmama tehlikesi var. Baba kızına mahkûm, kız, güneş ışıkları yüzünden geceye, kadın kocasına, birbirlerine ve giderek kendilerine seçtikleri hayata kendilerini mahkûm ediyorlar. O duvar da onların eseri. 

Gizem Erdem: Kendileri yaratıyorlar tabii. Kadın orada “her yer kapalı, o yüzden gece mi gündüz mü bilmiyorum” diyor. Sanki kendi kapatmıyormuş gibi davranıyor. Oysa biz kapatıyoruz perdeleri.

Aslı Ceren Bozatlı: Bir de Gizem’in dediği şeyde şöyle bir durum da var. Bazen bir durumun içerisine o kadar çok girersin ki oradan nasıl çıkacağını göremezsin. Birinin sana “gel buradan bak, aslında zor değil” demesi gerekir. “Şu anda gündüz ya da şu anda gece” demesi işi kolaylaştırır. Dediğin gibi o duvarı o kadar örüyorlar ki kalan o minicik yerde, o durumun içinde dolanıp duruyorlar.

Ev dediğimiz şeyin de anlamı evrildi. Bir kanepe, bir sehpa yeter oldu. O sehpa tasarımı, üzerinde hiçbir şey tutmayarak, kaydırarak bir şey anlatıyor mu?

Özge Erdem: En başında Cihan ve Ayşe ile birlikte oturduğumuzda ilk söylediğim şey: Sadece kanepe ve oyuncuları reel tutmak istiyorum. Geri kalan her şeyin, pastanın, çatal-kaşığın vs.’nin yapay olmasını istiyorum. Tutundukları her şeyin kayıp gitmesinin de öyle bir dramaturjik anlamı var. O sehpa da, evin içindeki dış dünyanın bir temsili. İşte bu ev dediğimiz şey, ev mi değil mi belli değil. Sınırları var, çıkışsızlığı var… Oyunculuklar, metin, reji, tasarım, müzik… Hiçbiri diğerinden bağımsız olmadı. Hepsinde yine bir anlatım birliği var. O babanın odasına girilen muşambanın da bir anlamı var. Güneşin de öyle. Tabii bunlar oyun içinde küçük temsiller; kör göze parmak gibi değiller. 

Müzikler Dengin Ceyhan’a ait. Sanki müzikte bile tekrarlayan normlar var. O da o anlatım birliğinin yardımcısı.

Özge Erdem: Tabii. Dengin provalara geldi. Sahne, ışık tasarımı ve oyunun tüm matematiği üzerine konuştuk. Müziği anlatmak, şöyle bir şey istiyorum demek kolay bir şey değilmiş. Ama kendisi, bu konuda yaratıcı sürece çok katkısı olan biri oldu. Bütünlüğü koruyarak o dünyanın hissini taşıyan parçalar getirdi. Bir iki revizeyle çözdük ve içimize çok sindi.

İçi boşaltılmış, ezbere kalıplarla kutlamalar yapıyoruz. Gerçekten seviniyor muyuz, eğleniyor muyuz? Sanki hiçbir duyguyu özüyle, coşkusuyla yaşayamıyoruz. Aksesuarlar bile hep aynı oluyor. Önemli şeylerle baş edemediğini söyleyen kadının 35. yaşından beklentisi var mı?

Gizem Erdem: İletişim o kadar boş ki. Ne gerek var kutlamaya diyor. Adam çabalıyor, kadın istemiyor gibi görünüyor. Ama işte bir yandan da taç almış, bir kolye takmış. Aslında doğum gününün farkında ama eşinin öyle bir hazırlık yaptığını görünce refleks olarak hayır demeyi tercih etmiş olabilir. 

Özge Erdem: Paketler halinde sunuluyor. Burada yazarımızı övmek istiyorum. O “istemiyorum ama istiyorum” matematiğinde olduğu gibi her sahnenin de kendi içinde bir anlatım birliği var. 

Kadının sinir bozukluğu ile attığı kahkaha önce adama sonra da seyirciye sirayet ediyor. Neye güldüğümüzü bilmeden hep beraber kahkaha atıyoruz.

Tanıl Yöntem: Ben de niye kahkaha attığımı bilmiyorum. Markete gitmiştim, saçma sapan alışveriş yapmışım. Kadın da onları görüp gülmeye başlıyor. Sinirleri bozuluyor. Hakikaten boşluktan bir gülme oluyor.

Gizem Erdem: Kadının o gülme hikâyesinde adamın dışarı çıkabilmesi ve onun çıkamaması da var. Altta onun da sinir bozukluğu var. Sen gidiyorsun, saatlerce orada kalıyorsun ve bu saçma şeyleri mi alıyorsun diye siniri bozuluyor. 

Adam da tekin değil. Herkesi dikizliyor. Muhtemelen kitabı için malzeme topluyor. 

Tanıl Yöntem: Kimse normal değil ama adam çabalıyor. O çok kendi halinde biri. Evin içerisinde sadece karısıyla olan biri değil. O da oyunun sonlarında ortaya çıkıyor zaten. O güneş sahnesinin oralardan itibaren. 

Sohbet sırasında birbirlerinin sorularına atlayarak cevap veriyorlar. Kendi kendilerine konuşur gibiler. Yani konuşma eylemi başlı başına yeterli sanki, anlamaya gerek yok gibi. 

Tanıl Yöntem: Beyin yakan sahne o. Bana şöyle geliyor: Hiçbir şey olmayan, bomboş anlar vardır ya. Onlar da o andalar ama iki kişiler ve konuşmak zorundalar.

Özge Erdem: Bir yılın da, bir ayın da, bir günün de özeti gibi. Aslında orada da bir matematik hissi var.

Yemek sahnesi oyunu ivmelendiren, kaldıran yerlerden biri. Hareketin sesi ya da sesin hareketi, ne dersek diyelim hoş bir buluş. 

Özge Erdem: Orada biraz çocuksulaşmayı anlattık. O çocuksulaştığımız şeyleri ben çok seviyorum. En saf hâldir. Oyunun bütününde olan ışık, ses ve hareketin küçük bir özetini o sahnede de görüyoruz. Bir de tabii yemek toplanılan yerdir ya. Üretilen şeyin konduğu ve paylaşıldığı yerdir.

Gizem Erdem: Hareketi, doğal insan hareketi üzerinden, çok basit bir yerden, yani oturma kalkma üzerinden çalıştık. Bence performans sanatları ile uğraşanlar/dansçılar artık günlük hayatta fonksiyonel olarak ne yaptığınla ilgileniyor ve onu nasıl manipüle edebileceğini, kısaltma, küçültme, tekrar etme üzerinden nasıl güçlü anlatacağını düşünüyor.

Özge Erdem: Formu ve hacmiyle oynadık aslında. 

Gizem Erdem: Bizim yemek yediğimizde yaptığımız hareketin biçimi ve hızıyla oynadığımızda hemen bir şey hissettiriyor. Bize bile hissettiriyor. Lecoq’un fizikselden içeriye girişi yani. 

Özge Erdem: Tasarımda da, ışıkta da, harekette de, metinde de gerçek hayattan net olarak referans alınmış her şeyin kodu ile oynanıyor. Beni biçim olarak hareket tiyatrosu çok cezbeder. Bizimki tabii ki bunun bir örneği değil. O biraz önce bahsettiğimiz şey; hani böyle sayfalarca konuşursun konuşursun ama sonra üç hareket yaparsın, kalbimize yumruk saplanır ya. O yüzden bu izleği güçlendiren şeyler hoşuma gidiyor.

Dolayısıyla içeriği ve biçemi aynı kumaştan olunca doğru kanaldan akıyor oyun.

Özge Erdem: Bu yüzden de çalışması çok zevkli bir oyun oldu bence. Herkesin çabalamasını çok kışkırtan bir tekst, seni keşfe zorluyor. 

Kendime ait cümlelerim yok diyen adam aslında küçük düşmekten korkmasa yazarlık yerine başka meslek seçecek. 

Tanıl Yöntem: Çok basit bir şey istiyor. “Ben özgür, sıcak, neşeli olmak istiyorum” diyor. E ol o zaman! Ama insanlık hali ya, sorumluluğu karşıya veriyor. Bunu bazı yerlerde örtülü veriyor. Hep bir şeyler bekliyor adam. Bekleme üzerine de diyebiliriz oyun için.

Aslı Ceren Bozatlı: Kadın, yazarlık mesleği için böyle şeyler içeriden gelir diyor ya, ben buna hak vermiyorum mesela yazar olarak. Burada kadını haklı görmüyorum ve bilerek çomak sokuyorum. Kendimizi gerçekleştiremediğimiz her alanda sanki biraz çomak sokulmalı gibi. Ve bunu acımasız biçimde yapabilecek kişi, yıllardır yanında olan kişi olabilir ancak. Ancak o söyler onu. 

Baba, günlüğünde daha ilhamlı şeyler yazmış oysa. 

Özge Erdem: Orada bir erk durumu da var. Baba yapıyor, adam da yazarlık yapmaya çalışıyor. 

Tanıl Yöntem: Zaten orada itiraf ediyor cümleler benim değil diye. 

Sonunda çözülmeler başlıyor. İçten, ayılma cümleleri kuruluyor. Ve açılış sahnesindeki hareketlerdeki cümlelerin içini bu sefer duyuyoruz. Peki bir özgürleşme metnine dönüşüyor mu sonu?

Gizem Erdem: Oyun kadının rüyasıyla başlıyor ve erkeğin rüyası ile bitiyor. Yani yine aynı sarmal. Kısır döngü dönüp dolaşıp orada bitiyor.

Rüyalar gerçek olsa… Dairesel kurguyla başa dönmüş gibi görünse de o monotonluk tonaliteyle nitelik kazanıyor. 

Oyunun Künyesi:

Yazan: Aslı Ceren Bozatlı

Yöneten: Özge Erdem

Hareket Tasarımı: Gizem Erdem

Dekor Tasarımı: Cihan Aşar

Işık Tasarımı: Ayşe Ayter

Kostüm Tasarımı: Sıla Karakaya

Müzik: Dengin Ceyhan

Reji Asistanları: Dicle Şengül, Yusufcan Piyade

Oynayanlar: Gizem Erdem, Tanıl Yöntem

Fotoğraf: Murat Dürüm

Görsel Tasarım: Dicle Pektaş

Paylaş.

Yanıtla