Tennesee Williams Tiyatrosu ve “Sırça Kümes”

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Mehmet Zeki Giritli

Bu sezon hem İstanbul’da hem de Bursa’da Tennessee Wiiliams’ın ünlü oyunu “The Glass Menagerie”, Türkçesiyle “Sırça Kümes” ya da “Sırça Hayvan Koleksiyonu” oyunu sahneleniyor. İstanbul’daki oyun Craft Tiyatro tarafından yakında sahnelenmeye başlayacak. Yönetmenliğini İbrahim Çiçek’in yaptığı oyunun oyuncu kadrosu İpek Bilgin, Aslı Enver, Cem Yiğit Üzümoğlu, Güven Murat Akpınar gibi oldukça tanıdık isimlerden oluşuyor. Oyunun çevirisini Hira Tekindor yapmış. Bu çeviriyi ve oyunun adının neden sadece “Sırça” olarak tercih edildiğini özellikle merak ediyorum. Bursa’daki “Sırça Kümes” ise Bursa Devlet Tiyatrosu tarafından sahneye konuyor. Burada Can Yücel çevirisi tercih edilmiş ve oyunun adı “Sırça Kümes” olarak bırakılmış. Oyunun yönetmeni ise Şahin Ergüney. Bu yazıdaki amacım ise bu iki temsilden bahsetmekten ziyade Tennesee Williams’dan ve “Sırça Kümes” oyunundan bahsetmek.

Yirminci Yüzyıl Amerikan tiyatrosunun en önemli oyun yazarlarından bir liste yapacak olsak, Tennesee Williams mutlaka bu listede üst sıralarda yer alır. Tiyatroya performatif anlamda getirdiği yeniliklerle birlikte, dil kullanımı, bir yandan insan ilişkilerini ve insan psikolojisini büyük bir derinlikle yansıtırken, bir taraftan da döneminin sosyal gerçeklerine verdiği referanslar onu bu denli önemli bir yazar haline getiriyor. Elimde bir istatistik yok fakat ülkemizde de en çok sahnelenen oyun yazarlarından birisi olduğunu tahmin ediyorum. Bununla birlikte pek çok oyunu sinemaya da uyarlanmış bir yazar Williams. Özellikle Marlon Brando’yu geniş kitlelere tanıtan “Arzu Tramvayı” ilk akla gelen örnek.

Güneyli bir yazar Williams ve güneyliliğinin etkileri büyük oyunlarında, özellikle “Sırça Kümes”te ve “Arzu Tramvayı”nda fazlasıyla hissediliyor. Sırça Kümes’te ailenin yaşadığı yer güneyde üst üste binaların olduğu sıkışık bir bölgedir. Bölgede yaşayanları “lower-middle class” (alt-orta sınıf) olarak tarif eder Williams. Elbette Wingfield ailesinin güneyde, alt-orta sınıfın ağırlıklı olduğu bir bölgede yaşamaları tesadüfi bir seçim değildir. Dolayısıyla Williams’ın oyunlarının tam olarak tadına varabilmek biraz da Williams’ın doğduğu coğrafyayla ilgili bilgi sahibi olmayı gerektiriyor. Tabii ki bununla birlikte Williams’ın tam anlamıyla evrensel bir yazar olduğunun da altını çizmek gerekiyor. Williams’ın oyunlarını etkileyen bir başka faktör de yazarın eşcinsel olması. Hatta çoğu eleştirmen tarafından Sırça Kümes’teki Tom karakteri eşcinsel bir karakter olarak yorumlanıyor ve yazarın kendinden yola çıkarak kurguladığı bir karakter olduğu düşünülüyor. Zaten Sırça Kümes yazarın en otobiyografik oyunu denilebilir. Williams’ın hayatına baktığımızda, baskın annesi Edwina ve psikolojik sorunları olan kız kardeşi Rose’un çok etkili olduğunu görüyoruz. Özellikle kardeşi Rose’la olan ilişkisinin yazarın sanatı üzerinde derin etkileri var. Rose’un uzun zaman devam eden psikolojik bir rahatsızlığı söz konusu ve bir noktada son çare olarak Rose’a lobotomi uygulanmasına aile izin veriyor. Fakat işler beklendiği gibi gitmiyor. Rose bu tedaviden kalıcı hasar alarak çıkıyor. Sonrasında da 1996 yılındaki ölümüne kadar hayatının geri kalanını hastanelerde geçirmek mecburiyetinde kalıyor. Kardeşinin durumu Williams’ı derinden etkiliyor. Sonraki yıllarda alkol ve uyuşturucuya sığınmasının sebeplerinden birisi de bu olmalı. 1963’de sevgilisi Frank Merlo’nun ölümü ise yazar için bir başka travmaya sebep oluyor. Bütün bunların etkisiyle sonraki döneminde yazdığı oyunlarda ilk oyunlarındaki başarısını koruyamıyor.

Sırça Kümes’e dönecek olursak, baskıcı, hala geçmişte yaşayan Amanda, oğlu Tom ve kızı Laura’nın hikayesini anlatıyor “Sırça Kümes”. Oyunun sonlarına doğru bu hikayeye dördüncü bir karakter Jim dahil oluyor. Williams’ın karakterlerinin her biriyle farklı nedenlerle empati kurabiliyoruz. Bir karaktere net bir şekilde haksız diğerine haklı diyemiyoruz oyun sonunda. Bu da Williams’ın üç boyutlu karakterler yaratmadaki başarısından kaynaklı bir durum. Karakterlerin her biri hayal ettiklerinden çok farklı yaşamlar sürüyorlar ve bunu farklı şekillerde kapatmayı seçiyorlar. Bu yönüyle günümüz insanının hayatıyla ilgili de hala çok şey söylüyor oyun. Oyunun en öne çıkan teması da bu gerçekle hayal arasında gidip gelen atmosferi. Zaten Tom da oyunun başında bu oyunun bir “memory play” olduğunu ve o yüzden aslında gerçekçi olmadığını seyirciye duyurur. Elbet burada 1929 Ekonomik Buhranı ile Amerikan Rüyası denilen şeyin foyasının ortaya çıkması, “nothing is impossible” (istedikten ve çabaladıktan sonra mümkün olmayan hiçbir şey yoktur) mottosunun fiyaskoyla sonuçlanmasının etkilerini görüyoruz karakterler üzerinde. Zaten oyun her ne kadar ilk kez 1944’te sahnelenmiş olsa da, oyundaki olayların 1930’larda geçtiğini Tom oyunun başında seyirciye aktarır. Bu yönleriyle oyun bir yandan Ekonomik Buhran’ın etkilerine göz kırparken, diğer taraftan Avrupa’daki özellikle de İspanya’daki faşizme göndermeler yapar.

Oyun sadece ele aldığı temalarla değil deneysel özellikleriyle de ön plana çıkar ve Tennesee Williams bunlardan oyunun başında ayrıntılarıyla bahseder. Mesela oyunda çok yoğun bir müzik kullanımı vardır. Oyun için özel bestelenmiş parçalar kullanılır. Bu günümüz için çok yeni bir şey sayılmayabilir belki ama 1944 yılı için tiyatroda bir yeniliktir. Bununla birlikte oyunda barkovizyon kullanılmasını tavsiye eder Williams. Oyun devam ettiği sırada arkadaki sahneye yansıtılacakları da ayrıntılarıyla belirtir. Dolayısıyla Williams’ın tiyatroda teknoloji kullanımıyla daha o dönemde bile ilgilendiğini söyleyebiliriz. Yapısal olarak da oyunu yenilikçi kılan özellikleri var. En göze çarpanı Tom’un oyunun başında sahneye gelip doğrudan seyirciye hitap ederek oyunla ilgili bilgi vermesidir. Tom oyunda hem bir karakter hem de bir anlatıcı rolündedir. Bu da o dönemin tiyatrosu için oldukça yenilikçi bir deneme kabul edilmeli. Işıkla da çok ilgili olduğunu görüyoruz Williams’ın. Aynen müzik kullanımı gibi oyunda kullanılacak ışıklarla alakalı da ayrıntılı sahne direktifleri verir. Bütün bunların sebebi Williams’ın tiyatroyu sadece bir hikaye anlatma yeri olarak değil aynı zamanda sanatsal bir dünya yaratma yeri olarak görmesidir. Williams oyunlarında sadece “gerçek” dünyayı taklit etmekle yetinmez. O dünyayı dönüştürür, o dünyanın gerçekliğini sorgulatır.

Williams bir yandan şiirsel bir dile sahipken bir yandan da müthiş ekonomik bir yazardır. Söylemek istediğini lafı dolandırmadan, gereksiz hiçbir şeye yer vermeden söyler. Örneğin oyunun daha açılış sahnesindeki ilk birkaç cümleden Tom’la Amanda arasındaki çatışmayı seyirciye verir. Diğer bütün sahneler de ya karakterler arasında ya karakterlerin kendi içlerindeki çatışmalar üzerine kuruludur. Bütün bu çatışmalar sonunda karar seyircinindir. Williams seyirciye bir şey öğretmekle veya bir ders vermekle ilgilenmez. Tiyatronun görevi de bu değildir zaten Wiiliams’a göre.

Bu tarzını oluştururken Williams pek çok kişiden ilham almıştır. D.H. Lawrence’dan bastırılmış arzuları, Eugene O’Neill’den trajik imgelemini, karakterlerin kendileriyle de dünyayla da iletişim kuramamasının oluşturduğu trajediyi, Strindberg’den ise ekspresyonist dil araçlarını almış, kendi tiyatrosunda harmanlamıştır. Fakat kendinden öncekilerin yaptıklarını taklit etmemiş, onlardan ilham alarak Amerikan tiyatrosunu dönüştüren özgün bir tarz oluşturmasını bilmiştir. Dili o kadar güzel kullanır ki, Arthur Miller “Arzu Tramvayı’nı seyrettikten sonra “kendi oyunlarımda dilimi geliştirmem gerektiğini anladım” demiştir. Yazının başında o yüzden çeviriyi çok merak ettiğimi söyledim. Çünkü Williams’ın dili yalın gibi görünse de çok şiirsel ve nüanslı bir dildir. Çeviride umuyorum ki bu belli ölçüde yakalanabilmiştir.

Williams’ın tiyatrosu ve Sırça Kümes hakkında sayfalarca yazılabilir, günlerce konuşulabilir. Bu büyük yazarın, modern Amerikan tiyatrosunun gelmiş geçmiş en büyük yazarlarından birisinin 2022’de nasıl yorumlandığını görmek için sabırsızlanıyorum.

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Mehmet Zeki Giritli

Yanıtla