Herkesin Bir Hikayesi Olmalı

Pinterest LinkedIn Tumblr +

Pınar Erol

Hadi dünyanın tiyatrodan haberi yok, derdi de başından aşkın, kendi etrafında dönüyor ha dönüyor diyelim; tiyatro nasıl yaşadığımız dünyaya, onun yaşamsal sorununa kayıtsız kalabilmiş bunca zaman? E onun derdi başından aşkın değil mi? Yine de onca sözü sahneden söyleyebilmek için varından çok yoğundan veren bu kadim sanatın “ekolojik kriz” için de bir cümlesi ve onu kurma isteği olmamış mı? Bu noktada “Müzede Sahne”nin genel sanat yönetmeni Emre Koyuncuoğlu “Dünya 419 PPM Bir Sahne” başlığıyla dikkatimizi iklim krizine ve alandaki tiyatro üretiminin azlığına çekiyor. Atmosferdeki karbondioksit miktarı insanlık tarihinin en yüksek seviyesine çıkarak rekor kırıyor. Ekonomik kriz ile ekolojik kriz gerçekten birbirine karışıyor. Hemen Şebnem İşigüzel, Nadir Sönmez ve Volkan Çıkıntıoğlu’ndan bu eksende birer oyun yazmaları isteniyor. Rantın, teknolojik gelişmenin, kolaycılığın, politikanın dört bir koldan bozduğu, hoyrat davrandığı dünyayı kurtarmak yine aynı insan soyunun gayretinde. Tiyatro, şimdinin içinde olma sanatını bir kez daha gerçekleştiriyor ve hayatın imdadına koşmak için mücadele repliklerini çoğaltıyor. Kırmızı alarm veren bu sorunu “Taş”, “Libido” ve “Tek Kullanımlık Hikâye” oyunlarıyla repertuvarına ekliyor.

Dünya prömiyerini 13 Ağustos’ta Sabancı Müzesi’nin Fıstıklı Terası’nda yapan “Tek Kullanımlık Hikâye”ye kavuşma süreci böyle başlıyor. Ama bu duyarlı metin “kullanılıp atılmıyor”; Kumbaracı50’de her oynanışında “geri dönüştürülüyor”. “Ismarlama” bir oyun, yapay kaçabilir, dikkat çekeceğim derken samimiyetini, akışkanlığını kaybedebilir… Benim de böyle çekincelerim olabilirdi. Eğer yazarı Volkan Çıkıntıoğlu olmasaydı. Konusu da, yönetmeni de, oyuncu sayısı da baştan verilen proje, yaratıcılığı sınırlayabilirdi. Ama ortaya çıkan iş öyle genişleyen, öyle içten, öyle gerçek bir hikâyeye dönüşmüş ki, aşk olsun o yazara da, yaratıcı ekibe de.

Bir kere isimlere bakın: Melih (Murat Kapu), Cevdet (İsmail Sağır) ve Orhan (Meriç Rakalar). Şiirin “garip”leri, mahallenin şair ruhlu güzel çocukları olarak çıkıyor karşımıza. Küçüklerin öykündüğü, esnafın iyi tanıdığı, teyzelerin seveceği, kızların bakacağı o “değişik” tipleri bildiniz mi? Hani o küçük işlerin büyük adamlarını; kıvılcımlı akıllarıyla icat çıkaran, kalbi güzel, bahtı dalgalı çocuklarını; dertten derde gark olurken kendilerini aktivistlik yaparken bulan o içli çocukları yani… Bildiniz değil mi, haylazlıklarına rağmen bağrınıza basmak isteyeceğiniz o delikanlıları?

Her şey bir çocuk oyunuyla başlıyor. Sahnede dünyamızın çok hassas olduğunu ve sevdiğimiz her şeyi kaybedebileceğimizi söylerken hislenen Melih, kankası Orhan ve abisi Cevdet var. Melih oyunda duyguyu çocuklara geçirebildi mi bilinmez ama kendisi anlattığı ekolojik hassasiyetten kurtulamıyor. Çocuk oyunu deyip geçmeyin, bu üzerine titrenmesi gereken bir ölçü istiyor. Öyle mühim! Oyun sıcacık, ne var ki bu mahalle sıcaklığı kadar mevsim normallerin üzerindeki ısıdan da kaynaklı. Yani kara komedi oluyor mu size yeşil komedi. Orhan olmadık bir sevdaya düşerken, Cevdet işyerinde “erkek”liğini kanıtlamaya çalışırken, Melih kentsel dönüşüme çareler ararken, bir yandan da mahalleliyi delirmediğine ikna etmeye çalışırken başlarına gelmeyen kalmıyor. Hem kendilerini hem mahallelerini hem de dünyayı kurtarmaya çalışırlarken işler çığırından çıkıyor. “Mahalleden gitmiyoruz kimseyi de göndermiyoruz” şiarıyla kaş yaparken göz çıkarıyorlar anlayacağınız. Sanırsınız kaybedenler kulübünü onlar kurmuş. Bu uyanış hikâyesinde öyle durumlara düşüyorlar ki gülmekten de üzülmekten de alamıyoruz kendimizi. Kayıpların bam teline basmadan ilerlemeye çalışıyoruz biz de.

Işık tasarımın metne belirgin katkısı var. Değinmemek olmaz. Bir bakıyorsunuz çarpık apartmanın o sürprizli terasında geyik yapıyorlar, bir bakıyorsunuz mahallenin düğün salonunda olabilecek tüm klişeleri yaşıyorlar. Kâh taksideler, kâh yine terasa çıkıp dünyayı kurtarıyorlar. Zaman ve mekân geçişleri, ışığın marifetinde. Oyunu izlediğim gün, sokak lambasının yanmadığını fark eden (nasıl etmesin, tasarımı yapan kendisi) İsmail Sağır, sahne supleksiyle açısını değiştirip oyununu başarıyla sürdürmüştü. Keza 1 milyoncu Cemil’in ellerinin ışık hareketleriyle bağlanması bir başka hoşluktu. Aynı alkışı hareket tasarımı da hak ediyor. Üçlünün dinamik, estetik devinimleri oyunu boyutlandırıyor. Takside giderken kasis atlayan, fren yapan bedenleri görmek hoşuma gidiyor. Ya ses efektine ne demeli! Sahnedeki üçlüden kimin ağzı boştaysa efekt işi ona düşüyor. Araba sesini, acı freni, terastaki rüzgârı, ben diyeyim kumruyu siz deyin güvercini, dımtıs dımtısları, rampam rampamlı film müziğini, (hangisi olduğunu söylemeyeceğim) vapur düdüğünü, kahvedeki tavlayı, okeyi sesleriyle oynuyorlar. Bir de üzerine söyledikleri şarkıları ekleyince sahne coşkuyla doluyor. Dekoru oyunun ruhuna uygun olarak ellerindeki malzemelerden seçmeleri ve dönüştüre dönüştüre kullanmaları ise tutarlı yorumlarını iyice güçlendiriyor. Kısıtlı kaynakların bilinciyle içi dışı bir olan bir dil inşa ediyorlar. İnşa demişken inşaat merdiveni, boya kutuları ve paletler de “yıkım”ı katmanlı anlatan diğer parçaları oluşturuyor. Oyunun başında yarım yamalak giyinirlerken Melih yeşil kostümüyle konumunu belli ediyor. Cevdet kurumsal hayatı anlatırken, Orhan bıçkınlığa kaçan delikanlı kostümüne cuk oturuyor. Oyunun sonundaki absürd kostümler ve aksesuarlar ise yine gülmeyi sızının içine saklayacak türden. “Mahşerin beş atlısı” unutulmaz bir fotoğraf bırakıyor geriye. Gezegen sadece insanlara ait olmadığına göre kurtarmak da onların tekelinde olmamalı. Gezi direnişinden Nuh’un Gemisi’ne varan çağrışım sarkacına sıkışan “tuhaf” beşliyi hatırladıkça gülüyorum. Tasarımın tüm alanları, tiyatronun kolektifliğine öyle güzel örnekler sunuyor ki hiçbirini atlamak istemediğim için sıra oyunculuklara ancak geliyor.

Bize hem kendilerini, hem birbirlerini anlatırlarken aslında tüm mahalleliyi oynuyorlar. “1 milyoncu Cemil, Müjgân, Rıfkı abi, Fatma abla, Ozan bey, Neriman teyze, Ali Rıza amca, Tayfun, Selma derken cümbüşlü bir kalabalığı sahneye taşıyorlar. Mahalleye “Akbank’a Akbank’a…” yanlış anlaması tadında bir kakofoni hakim. (Bakın bu da eskiden olup şimdi olmayanlar listesine aday) Mikro dertlerden makro dertlere dalan bu üç kafadarın gayretine burun kıvıran kahvehane aylaklarını mı istersiniz, dünyayı biz mi kurtaracağız diyenlerin adamsendeciliğini mi? Bunların hepsini üçünün oyunculuğunda görüyoruz. Hayıflanmanın işe yaramaz düzleminde bizimkilerin “yapıcı” eylem arayışı azımsanacak şey değil. Nihayetinde “yakıcı” bile olsa bir eylemin kıyısına kadar gittiler mi, gittiler. Peki, doğanın da bir bildiğinin olduğunu unuttular mı, e unuttular. Bari biz mücadeledeki tüm evrelerin, sınıfsal çatışmaların, bir ileri bir geri gidişlerin insanlığın kaydını oluşturduğunu unutmayalım. İşte tüm bu sanatsal ekosistemi kuran da oyunun yönetmeni Gülhan Kadim oluyor. Dünyayı değiştirmek için atılan her adım, yaşama dair düşler kurduruyor. İş dönüyor dolaşıyor yine bilinçlenmenin sarmalına geliyor. Asıl “kriz” de bu bilincin mahallenin devrimcisi olmaya meyyal gençleri yerine plazanın erklerine yayılmamasından kaynaklanıyor. Daha ileriye gidersek bunun bir zengin hassasiyeti ve ikincil mesele olmadığı gerçeği yüzümüze çarpıyor.

Oyundan çıkıyorum. Arkadaşlarımın yanına Müşterek’e gitmek için İstiklal Caddesi’ni boydan boya yürüyorum. Takvimler 22 Aralık’ı, saat 21.40’ı, termometre 13 dereceyi gösteriyor. Üstelik bunlar daha iyi günlerimizmiş! Etrafa aldırmadan Mor ve Ötesi’nin “var mısın yoooooksun” şarkısını söylüyorum. “…bütün dünya izler durur/afet-i azam bekler durur/hedefini al, piyasanı al, her şeyi al/yandı dertler bitti tasa…” Tasa biter mi? Yürürken kentsel dönüşümdeki bellek tahribatını düşünüyorum. Yok olan esnaf lokantasını, eski AKM’yi, Emek Sinema’sını, Cadde’de artık rastlamadığımız tanıdık, dost yüzleri… Beyoğlu’nu geri alıyoruz hareketini hatırlıyorum. Eskiyi yok etmek için kılıflar buluyorlar diye içerliyorum. Bu konuyu da bizim şombik çocuklara açmalı diyorum. Meyhaneye vardığımda arkadaşlarım izlenecek güzel oyun var mı diye soruyorlar. Önce suyumu içiyorum ve gülümseyerek “var” diyorum…

Yazan: Volkan Çıkıntoğlu
Yöneten: Gülhan Kadim
Yönetmen Yardımcısı: Ceyda Akel
Oynayan: İsmail Sağır, Meriç Rakalar, Murat Kapu

Sahne Tasarımı: Kolektif
Işık Tasarımı: İsmail Sağır
Kostüm Tasarımı: Riyana Tufanova
Sahne Tasarım Uygulama: Efe Arslan, Zekeriya Ece
Kostüm Asistanı: Efe Arslan
Fotoğraflar: Sedef Turunç

Paylaş.

Yazarın bütün yazıları için: Pınar Erol

Yanıtla